Köknar Dalları

Enriqueyoldaş
Yeni Şükran Oteli
5 min readDec 10, 2016

Bekçi kulübesinden göbeği henüz bira dolmuş, kızıl gözlü, zehir tüküren bir adam çıktı. Toprak arasından fışkıran kahverengi neşe, çocuk ciyaklamaları ve anne azarlarıyla salıncak demirlerine ulaşıyordu. Salıncaktan düşerek daha dün kafası kırılan Yaşar, tuhaf bir inatla bugün de aynı salıncaktaydı, kolayına ezberlediği ve söylenişi hoşuna giden Kur’an suresini okuyordu:”İnna tayna kel-kevser…”. Dayısının arkadaşı her akşam Yaşar’ ı camiye götürüyordu ve bazen ezanı, henüz gençliğinin baharında olan bu gence okutuyordu. Şimdi ise akşam olmak üzere ve boz tepenin ardında güneş can çekişiyordu. Salıncak ileri geri gittikçe sanki her gidiş geliş bir ölçü daha karanlıktı. Fakir, cahil, korkak ve aksine de cesur insanlarla dolu bir Anadolu kasabasında her zaman böyle ölmüştür güneş… Kır toprak dümdüz bir ovaydı ve gövdesini dinlendiriyordu. “Dede” tepelerinin haricinde, öylesine kol kola girmiş, halay çeken başka yükselti yoktu. Onlar bile ensesini güneşe vermiş ve birbirlerinin ta içlerine yumulmuşlardı.
Yaşar’ın bindiği salıncak, dümdüz ovanın üstünde yükselen ve varlığı endişe verici Köknar tepesindeki çocuk parkındaydı. Çevresinde hiç mi hiç yükselti olmaması buranın bir gizeme kucak açtığına işaret ediyordu. Son günlerde bir söylenti çıkmış, köz küreği dahil her türlü araç gereç sözde bu tepenin altında gömülü olan hazine için seferber olmuştu. Açlığın bile yoksulluktan öldüğü, işsizliğin bile işten çıkarıldığı bu iskelet şehrin, kurukafa, hayalperest gençleri her gün bu tepeyi tavaf ediyorlardı. Parkın ve köknar korusunun bekçisi, göbeğini karıştırıp, eli belinde sahte kabadayı raconuyla tepeyi dolanıyordu.. On yedi yerinden delinmiş ve dipteki çilli, sarı sarı altınları bulmak için can atan gençler her gece toprak altında köstebeklik yapmak isterken, yakalanıp bekçinin yaba gibi ellerinin, tokatlarının dehşetine uğruyordu.
Aileler piknikteydi. Bekçi koyun gibi sesiyle çocuklara önü alınmaz çağrılar yapıyordu.
-Oğlum orada oynamayın! Tepe üstü düşer, kafanızı aynalarsınız…Lan salıncaktaki… Oğlum düşeceksin lan!
Bir ciyaklama karşılık verdi;
-Tamam bekçi emmi!
Akşam şöyle böyle derken, hiç belli etmeden kepenklerini indirmişti. Aileler toz olmuş yalnız Yaşar kalmıştı, soluyan bekçi lambasının ardında… Alacakaranlıkta iki kara baş belirmişti. Hemen orada, tepenin altında, yamaçta. Güya fısıldaşarak, seke seke geliyorlardı. Başlarında simsiyah bir şapka, sırtlarında kendilerine benzeyen birer kazma… İki karanlık yavaşça ilerliyordu ve bir anda ikisi de gölgeye dönüştüler. Çünkü bekçi onlara doğru ve kuytu bir yere süzülüyordu. Elinde feneri onlara doğru tutuyordu. Bekçi kısık sesle” Hah geldiniz mi?” dedi. İki adam bir ağızdan “Geldik” dediler ve eklediler.
-Yahu erken gelmedik mi, gören olmaz mı? Ortalık biraz daha kararsaydı!
Bekçi:
- Yahu şimdi bırak bu işleri. Konuştuğumuz gibi değil mi? Üçte bir hisse alırım ona göre…
Adamlar karşılık verdi:
-Tamam tamam. Dediğin yerden kazmaya başlayalım.
Yürümeye başladılar, bekçi fenerini söndürmüş karanlıkta tahminen yürümeye başlamışlardı. Salıncakların yamacından geçerken adamlardan biri Yaşar’ ı gördü, yanındakine ve bekçiye seslendi; “Yahu bu çocuk neyin nesi, ne geziyor bu vakitte”… Arkadaşı altın heyecanıyla, bekçi ise sarhoş ve yakalanırım korkusuyla umursamadı. Hem bekçi kör kütüktü. Tepenin arkasına yollandılar. Önceden epey kazılmış toprağın üstüne atladılar. Bekçi tepelerinde dikiliyordu ve dudaklarında ezilen tükürüklerini hissetmeye çalışıyordu. Dünya dönüyor, başı da ayıp olmasın diye onunla beraber dönüyordu. Gençler kazmalarını çektiler, gömleklerini bir çırpıda çıkardılar, altlarındaki fanilalar bile siyahtı. ”Çot, çup” sesleriyle kazmaya başladılar. Bekçi kazma ucunun inip kalktığı yer ve taze toprak kokusu ile meşgulken, birden dehşetle titremeye başladı,eli ayağı dolaşıyor, tıpkı bir domuz gibi soluk alıp veriyordu.
- “Yahu” dedi, “ben bugün birileriyle konuştum, hatta buraların eskileriyle konuştum. Buranın altında lanet olduğunu söylediler. Hemen şu aşağıda oturan Halil emmi ile, Gürcü teyze ile konuştum. Onlar buranın en eskileri…Onlar da doğruladılar…Bir sakatlık olmasın?”. Adamlar içlerinden gülümseyip, alınlarındaki teri atarak; yahu ne olacak, sen de mi inanıyorsun böyle şeylere dediler.
Bekçi:
-Kaç senelik lanetmiş, sakın çarpmasın? Dedi ve cevap gelmeyeceğini anlayınca, çat çut seslerinden uzaklaşıp kulübesine yollandı. Zaten epey açılmış olan kuyudan artık daha garip ve heyecan verici sesler çıkmaya başlamıştı.
Tam o sırada Yaşar karanlıktan yeterince nasibini almış ve salıncağı artık sessizce sallamaya başlamıştı. Ayaklarını usulca yere sürttü ve çocuk aklıyla bekçinin kulübesine doğru yürümeye başladı. Tam o sırada adamlar son kazmayı vurmuş ve dibe giden derin mağaranın gömülü kapısını kırmışlardı. Artık kafalarındaki efsaneyi bu kazma darbesiyle kırmışlar ve aşağıdaki altınların sarı şıkırtıları duyuyorlardı sanki.
Bekçi odasına kapanmış sarhoş ve cinnet geçirerek dolaşıyordu. Adamlardan biri çukurdan fırladı, hızlı ve sevinçli adımlarla kulübeye koştu. Bekçiyi çağırdı ve dedi ki:
-Şu sendeki el fenerini ver kapıyı açtık, altınlar bizi bekliyor.
Bekçi titreyerek;
-Yahu gençler almasanız o altınları, gençliğinize yazık…! Bu lanet sizi, hayatınızı mahveder. Son kez uyarıyorum. Ben payımdan vazgeçtim, benden günah gitti.
Adam sinirlenerek;
-Ulan hem sarhoşsun, hem de korkak… Fazla uzatma da ver şu feneri yoksa senin için iyi olmaz…Bekçi, adamın elindeki küçük kazmadan ve hırsından korkarak feneri uzattı.
Küçük Yaşar bir köknarın ardına çoktan gizlenmiş, olan biteni izliyordu. El fenerini alan adam kuyuya atladı ve diğeriyle beraber diplerde bulunan ve her yere sarmaşık gibi dolanmış, ağaç köklerine tutunarak aşağı sarkıyordu. Birden inanılmaz ve tüyler ürpertici bir şey oldu. Adamakıllı açılmış çukurun içindeki adamların kollarına ve vücutlarına, her yeri kaplamış Köknarların kökleri ağır ağır dolaşmaya başladı. Adamlar zifiri karanlıkta olan biteni anlamadan dehşete kapıldılar. Neler oluyor gibisinden homurdandılar. Köknar tepesinin üstü bembeyaz olmuştu, her yer yeşil bir nurla dolmuştu, bütün köknar ağaçları, acayip ve dayanılmaz sesler çıkararak, yeri hoplatıyor, kalın gövdelerini titretiyorlardı.
Yaşar korkudan, köknarın yanından uzaklaştı, çünkü ağaç konuşuyordu! Yalnız o değil bütün ağaçlar konuşuyordu ve zangır zangır titriyorlardı. Yer, zıplıyor ve çatırdıyordu. Adamlar çığlık çığlığa bağırıyorlardı. “İmdat, İmdat” diye bağırıyorlardı. Birden ağacın biri, resmen köklerini kütür kütür, topraktan çıkardı ve tıpkı gelinliğinin eteklerini sürtermiş gibi köklerini sürükleyerek, açık çukurun ve adamların başına dikildi. Yaşar’ ın dili tutulmuştu. Ağaç açık çukurun üstünü yavaşça kökleriyle kapattı. Kökler, çukurdaki bağırıp çağıran ve debelenen adamların tam üstüne geldiğinde, koca köknar ağacı, gövdesini yavaş yavaş çukura gömmeye başladı. Artık sesler ve sarsıntılar hatta ışık kaybolmuştu. İki adamın toprakla akustik terbiye olan boğuk sesi, ancak otlar tarafından işitiliyordu. İki adam bilinmeyen bir yere gömüldüler. Yaşar sakinleşmişti…
Bekçi, olağan dışı bir gülümsemeyle dışarı çıktı. Kuvvetli bir kahkahayla, kalın kıllı kollarını gökyüzüne kaldırdı, kafasını yukarı dikerek bir müddet baktı. Derken, bekçinin kolları ve kollarındaki kara kılların boyu, rengi, biçimi değişmeye başladı. Hepsi uzamaya, yeşil, kahverengi, ince, kalın basbayağı ağaç dalına dönüşüyordu, yaprağa dönüşüyordu. Kocaman göbeği bir odun kütüğü olmuş, göbek deliğinden bir dal fışkırmıştı. Yüzü odunlaşmış ve vücudunu köknar kabukları sarmaya başlamıştı. Yerden fışkıran bir fidan gibi gökyüzüne saniyeler içerisinde serpilerek yükselmişti…Bekçi artık gelişkin, büyük bir köknar olmuştu…Yaşar, bu anı da gördükten sonra, bir ölüm suskunluğuyla evine döndü, gördüklerini kimseye anlatmadı. Artık hiçbir şeyden korkmuyordu ve korkmayacaktı…
Yıllar sonra Yaşar okulunu bitirdi ve kaybolan bekçiyi arayanlara inat, köknar tepesinde bekçilik yapmaya başladı. Çünkü köknarları ve dallarını iyi tanıyordu. Neredeyse her gece yaprakların her birinde bir yüz, bir surat görüyordu, çığlık ve kahkahalar dolu…Ve her gün içkisini içerek, çocukken ağaçların dilinden ve sesinden anlamadığı için korktuğu, bekçi göğe yükselirken ve ağaçlar yürürken söylenen şarkıyı, bekçinin şarkısını dinliyordu:
Biz karanlıkların ve koca ruhların
Biz toprağı yaran dev mağaraların
Biz ki namusuna göz diken Tanrının
Dev mabetleriyiz; her gece ilahi söyleriz.
Biz ki dallarımızda yaşamı gizleriz;
Bıkmadan şu koca karanlık dünyayı bekleriz;
Dünyayı bekleriz…

--

--

Enriqueyoldaş
Yeni Şükran Oteli

Biz ki dallarımızda yaşamı gizleriz; Bıkmadan şu koca karanlık dünyayı bekleriz; Dünyayı bekleriz…