Yaz Tatili
“Doldur hele emmoğlu.”
“Boğma bu emmoğlu çarpar, yerinden kalkamazsın allahıma.”
“Çarpsın emmoğlu daha fazla çarpılacak durumda değilim.”
Babamın müsahibinin oğlu Mustafa, adaşım, yaşıtım, bu köydeki tek arkadaşımdır. Müsahipler, birbirlerinin kardeşi yerine geçtiği için biz de birbirimize amcaoğlu diye hitap ederiz. Bu sıkıcı yaz tatilinin tek güzel yanı Mustafa’yla gece köy yolunda epey bir yürüdükten sonra yol kenarındaki dut ağacının altında oturup rakı içmek. Mustafa köyde yaşıyor, köyde doğup köyde büyümüş, ben Gaziantep’te doğup büyüdüm köyle alakam yazları gelip amcamların evinde kalmak, fıstık yolmaya yardım etmek ve geceleri Mustafa’yla içmek. Bugün on altıncı yaş günüm ama ne Mustafa biliyor ne de bir kutlayan oldu. Zaten artık ortada kutlanacak bir durum da kalmadı.
“Hele doldur emmoğlu doldur.”
Sırıtıyor. “Dur daha benimki bitmedi emmoğlu, birlikte gidelim.”
Dördüncü kadehlerimizi dolduruyor, mezemiz üç paket uzun Samsun, gece uzun. Sanki hiç bitmeyecek bir gece. En azından benim için böyle. İçtikçe Mustafa’nın dili çözülüyor. Anlatıyor, çevre köylerde eşekçiler kim, kimin traktörü en verimli çalışıyor. Hiç ilgimi çekmeyen konular. Dinlermiş gibi yapıyorum ama aklım sabah olanlarda. Sabah olanlardan hiç bahsedesim yok, bir insanın ömründe başına bir kere gelen şey başıma geldi işte ötesi yok. Şu anda nasıl buradayım, bu dut ağacına yürüyüp nasıl geldim, köy nerdeyse tamamen boşalmışken Mustafa’yı burada nasıl buldum bilmiyorum. Bildiğim tek şey bu can sıkıcı tatilin sonunun geldiği ve uykuya ihtiyacım olduğu. On günlük uykusuzluğun sonunda deli gibi uykuya ihtiyacım var ama uyuyamıyorum, onun yerine Mustafa’nın anlattığı hiç de ilgimi çekmeyen konuları dinliyorum. Lafı değiştirmek için konuyu Hatça’nın kalçalarına getiriyorum. Gerçekten mevzu edilecek kalçaları var. Neşeleniyor.
“De hadi iç de yenilerini doldur emmoğlu yavaş gittin bu gece.”
“Yav daha vaktimiz bol. Sende bugün bi şey var ha.”
“Var. Anlatırım sonra sen hele fondip yap. De hadi dibini görmeyen…”
“Hanan haraba kala!”
Doldurmuyor, elimde boş plastik bardakla içmesini bekliyorum.
“Baban tahmini ne zaman ölür?”
“Sus! Ağzından yel alsın öz amcan sayılır o senin.”
“Niye oğlum ölsün de fıstıklar sana kalsın.”
Sinirleniyor. Ölüm meselesini hiç sevmedi, oysa benim sabahtan beridir aklımda olan tek konu ölüm. Lafı oradan uzaklaştırmak için konuyu tekrar Hatça’ya getiriyor. Hatça ve vücut hatları tıkandığımız yerde konuyu değiştirmemiz için en güzel araç. Düşünüyoruz ikimiz de. Anlatıyorum; bir defa Kırkgöz’e gitmiştik piknik yapmaya hatça elbiseleriyle suya girdiğinde kıyafetleri üstüne yapışmış vücudunun tüm yuvarlak hatlarını ortaya çıkarmıştı. Bir süre sessiz kalıp, bu anı düşlüyoruz…
***
Uykusuzluğumun dokuzuncu gecesindeyim, gökte yıldız elli, ellisi de belli türküsünü içimden söyleyerek gökyüzünü izliyorum. İki tarafımda amcamın iki oğlu horlama yarışına girmiş durumda, benimse kanım çekilmiş artık uykunun gelip beni almasını bekliyorum. Bir yandan dolu mesanem sıkıştırıyor. Yine Mustafa’yla epey içtikten sonra eve gelmişim, amcam bu durumumdan hiç hoşnut değil ama önemsemiyor. Amcam, fıstık yolarken ne kadar verimli çalıştığıma bakar, onun dışındaki şeylerde pek müdahaleci değildir. Amcam için bir işçiden farksızım lakin gel gör ki bu işi yevmiyesiz yapıyorum. Neden yevmiye almıyorum? Çünkü babam sağ olsun yıllardır yazı geçirmem için en ideal yöntemin bu olduğunu düşünüyor. “Köye gönderelim de tarlada çalışsın, emeğinin değerini anlar.” Gerçekten saat itibarı ile on altıncı yaşına girmiş birisi için en ideal yaz planı! Yani ben isterdim ki amcam Gaziantep’in Kuzuyatağı köyünde tarla sahibi değil de güney illerimizden birinde yazlık sahibi olsun. On altıncı yaşımı sahilde gitar çalan arkadaşlarımla bira içerek ve başını dizime yaslamış yaz aşkımın saçlarını okşayarak geçireyim. Gel gör ki dizlerin ve saçların olmadığı bir ortamda iki amcaoğlumun horlayarak yaptığı aşık atışmasının ortasında bana 8 yıl gibi gelen ama aslında dokuz gün süren uykusuzluğun, tarla işinin, bulgur pilavının ve boğma rakının içinde bir yaz tatili geçiriyorum. Üstelik sidik torbam artık yırtılacak gibi bir hisle zonkluyor ve bunca uzun süren uykusuzluğun getirdiği bir halüsinasyon alemindeyim. Baş ağrım dayanılmaz seviyede, gözlerim yorgun ama kapakları aşağıya inmemek için and içmiş durumda. Kafamın içinde bir hayal aleminde sürekli yüzüyorum. Ah, şu günlerin uykusuzluğunun yaşattığı sarhoşluğu yaşamak için insanlar kimyasal maddelere ne paralar ödüyor!
Bir kuşun kanadındayım, yanımda çırılçıplak bir kadın oturuyor. Yükseldikçe yükseliyoruz ve bir dağın tepesindeyim. Sakallı bir amca, allah olduğunu iddia ediyor. Yere sermiş iki gazete sayfası, üzerinde domates, soğan ve beyaz peynirden oluşan bir meze grubu iki kadeh biri boş birinde rakı dolu, beni mütevazı sofrasına buyur ediyor. Fark ediyorum ki allah, gerçekten de Hz. Ali’ye benziyor. Oysa uyumadığımı biliyorum. Bu film sahnesi beynimin içinde dönüyor ama rüya olmadığının ayırdındayım çünkü mesanemdeki ağrıyı, gökyüzünün yavaştan renginin koyu lacivertten buz mavisine dönmeye başladığını görüyorum. Amcaoğullarımın horultu düetini, amcamın döşeğinde döndükçe inlemesini, rüzgârın bahçedeki kavak ağacının yaprağına çarptıkça hışırdamasını, hayvanların nefes alıp vermesini ve sağa sola adım attıkça çıkardıkları sesleri duyabiliyorum. Bütün bunların arasında Şahımerdan donuna girmiş allah bana rakı ikram ediyor ve sanki bu da gerçek. Bu şekilde bir delirmeyi ömrüme ve on altı yaşıma yakıştıramıyorum. Bir uyusam, her şey geçecek oysa biliyorum. Bütün duyularımın gereğinden iyi çalışması, hiç kimseye anlatamayacağım allah ve Hz. Ali’yi içeren halüsinasyonlarım ve bu öldürücü baş ağrısı geçecek, biliyorum.
Mesanemdeki ağrı ve yanma hissi, böbreklerime vuran bu ağrı artık dayanılmaz noktaya gelince kimseyi uyandırmamaya çalışarak ayağa kalkıyorum, iki kat aşağı inip dışarıdaki tuvalete gitmek gözümde büyüyor. Damın kenarına usulca aşağı işemek için yanaşıyorum. Nasıl oldu bilemiyorum ama düşme hissini hatırlıyorum. Bu yerdeki benim işte, benim bedenim. Şakağımdan sızan kan bana ait, bizzat benim şahsi kanım, grubu 0 rh+, rengi kırmızı, hemoglobin sayısını şu an çıkaramıyorum. Peki ben bedenimi nasıl görebiliyorum? Yerde yatıyorum, yer dediğim kırmızı toprak, ince ince sızılan kanımı içen toprak. Gözlerim açık, bir ceset olduğum halde uyuyamıyorum. Vah benim gençliğim! Ayağım duvarın kenarındaki briketlere mi takıldı yoksa dokuz günlük uykusuzluğun getirdiği baş dönmesi mi dengemi bozdu? Sadece düştüğümü hatırlıyorum ve sonra ayaktayım ama aynı zamanda yerdeyim. Şimdi bir ruhum ama bedenim yerde gözleri açık, ağzı açık dili dışarda, yan düşmüş şakağından kan sızıyor. Üstelik altıma işemişim görüyorum, bacaklarım ıslak, penye eşofman altımda kasığımdan bileğime uzanan ıslaklık belli oluyor. Vah benim zavallı bedenim, birileri uyansın da onu fark etsin diye bekliyor. Böyle mi olacaktı bu ölüm denen deneyim? Ben göğe yükselirim diye bekliyordum, amcamın avlusunda kendi ölü bedenimi izlemek biraz zoruma gitti doğrusu. Neyse gece sabaha dönüyor, elbet birisi farkedecek.
Horoz ötünce ilk yengem uyanıyor. Tuvalet için avluya indiğinde bedenimi görüyor, bir bağrış, bir çığlık kıyamet… Annem ve babamın, 97 model Fiat Uno arabamızla köyün girişinden gördüğünü görüyorum. Güneş artık tepeye doğru hareket etmiş durumda, bedenim çarşafa sarılıp amcamların evine çıkarıldı, annemin gözleri ağlamaktan çıktı babam sadece bedenimi ilk gördüğü an döktü gözyaşlarını sonra metanetli davrandı. Oda kalabalık, avlu kalabalık, hayat yani üst avlu kalabalık. Kadınlar dövüne dövüne ağlıyor. Erkekler ne kadar da genç olduğumdan bahsediyor. Amcam ve babam suskun sigara üstüne sigara içiyor. Sadece Mustafa’yı göremiyorum. Adaşım, babamın müsahibinin oğlu -ki amcamın oğlu sayılır- ve bu köydeki tek arkadaşım Mustafa cenazemin olduğu eve gelmedi, bozuluyorum. Hatta nasıl olsa kimse duymuyor bir küfür sallıyorum. Dede gelmiş başımda duamı okuyor, kalabalıktan helallik alıyor. Gözlerimi elleriyle kapatmaya çalışıyor bir türlü kapanmıyor. Dokuz gece on gündür kapanmamaya inat eden gözlerim, ölmüş olmanın gereğini de inatla yerine getirmiyor. Sonra köy otobüsü, Küçük Cemil’in minibüsü, arabası olanların arabaları ve Yavuzeli Belediyesi’ne ait bir cenaze aracıyla tabutun içerisindeki cesedim ve cenaze alayı Gaziantep Asri Mezarlığına doğru yola çıkıyor. Köy neredeyse tamamen boşalmış durumda, peşlerine takılıp gidesim gelmiyor. Bedenimin akıbeti artık belli, nenemin, halamın ve halamın oğullarının yanında bir yere gömülecek. Cemevinde lokma dağıtılacak, üç gün insanlar gelip gidip başsağlığı dileyecek. Bedenimin durumu belli de ben ne olacağım? Bu sıkıntıyla ve sabah ölmüş olmanın verdiği tarif edilemez ruh ağrısıyla köy yoluna çıkıyorum. Güneş cenaze alayıyla birlikte batı yönünde hareket ediyor ve arkasında git gide koyulaşan bir karanlık bırakıyor. Dut ağacına geldiğimde Mustafa’nın önünde boğma rakısı ve elinde sigarasıyla oturduğunu fark ediyorum gidip yanına çöküyorum.
***
“Hele bir türkü söyle emmoğlu. Köy türküsü söyle.”
Şehirlilik budur; köylüyü ya oynatırsın ya söyletirsin. Kendini naza çekiyor. Altıncı kadehlerimizi içiyoruz, rakının da allahı var sanki hiç bitmiyor. Kadehleri yarılamadan başlıyor türküye. “Kocan çirkin sen güzelsin, gayret et de boşan gelin” ben de bet sesimle ona eşlik ediyorum. Türkünün son cümlesiyle birlikte kadehi de bitiriyorum. Tek kelime etmeden boş kadehi uzatıp gözünün önüne doğru sallıyorum, dolduruyor. Bir tane de uzun Samsun yakıyorum.
“Sende bugün bi haller var emmoğlu hele anlat.”
Köylülük budur; sen anlatmak istemesen de sıkıntını mutlaka deşeler, anlattırmadan bırakmaz. Derman olacağından değil ya sadece dinlemeyi sever.
“Hiç deme emmoğlu, sabah damdan düşüp öldüm. Görmedin mi cenaze alayını alıp götürdüler. Ben cenazeleri sevmediğim için katılmadım.”
“Vah vaah, başımız sağ olsun emmoğlu.”
“Dostlar sağ olsun! Ya o değil de dede bile cenaze evinde benim orada olduğumu anlamadı sen nasıl görüyorsun beni emmoğlu?”
“E, sen bu köyün sadece delileri mi var bilirdin emmoğlu? Bu köyün hayaletleri de var.”
Gülüyorum. Ne kadar zamandır uyumadıysam artık, en yakın arkadaşım Mustafa’yla sadece adımızın ve yaşımızın değil, kaderimizin aynı olduğunu bile unutmuşum. Sigaram elimde yanmış bitmiş, uzaklara dalmışım farkında değilim. Kafama takılan soruyu Mustafa’ya soruyorum.
“Emmoğlu, dede o kadar uğraştı gözüm kapanmadı. Neden?”
“Kaç gündür uyumadın emmoğlu ondandır. Uyusan geçer.”
Son kadehimi fondip yapıyorum, Mustafa’dan izin alıp dut ağacının altına uzanıyorum. Uykuya yavaşça kendimi teslim ediyorum.