İkinci Dünya Savaşı Sonrası Feminizm Hareketi

Berivan Küçükkart
Yetkin Yayın
Published in
5 min readAug 15, 2023

İkinci Dünya Savaşı öncesinde, birçok kadın ev hanımıydı. Çalışan kadınların çoğu genellikle yeteneklerini öne çıkarmayan işlerde, örneğin karşılama görevlisi, sekreter veya mağaza çalışanı olarak çalışıyorlardı.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, savaşa katılan ülkelerin büyük bir bölümü, ekonomilerini ayakta tutabilmek amacıyla kadınları iş hayatına çekmeye yönelik politikalar benimsedi. Bu dönemde, ABD tarafından hazırlanan “Rozie The Riveter” adlı afiş, kadınları savaş sırasında iş gücüne katılmaya teşvik etmek için kullanıldı. Afişte, kadınlar kaslarını sıkarak “yapabiliriz” mesajını iletiyordu.

Bu afiş, vatanseverlik duygusunu aşılamayı amaçlayarak kadınları farklı bir şekilde tasvir etmeyi hedefliyordu ve birçok tarihçi onu kadın özgürlüğünün bir ilham kaynağı olarak gösterir.

1960'ların ikinci dalga feminizmi “Le Mouvement de Libération des Femmes” (Kadın Kurtuluş Hareketi) olarak adlandırıldı. Bu hareket, ABD tarihindeki en büyük ve en geniş çaplı toplumsal hareket olarak kabul edilir. İkinci dalga, sosyal, siyasi ve kültürel bir hareket temelinde şekillendi. Aktivistler cinsiyet konuları, kadınların cinsel özgürlüğü, üreme hakları, kadınlar için iş imkanları, kadına yönelik şiddet, velayet ve boşanma yasalarındaki değişiklikler için mücadele etti.

Feminist hareketin 1963 yılında Betty Friedan’ın “The Feminine Mystique” adlı kitabını yayınlamasıyla dikkat çektiği düşünülüyor. Friedan, kadınların sınırlı seçenekleri konusundaki hayal kırıklığını anlatmak için “adı olmayan sorun” ifadesini kullandı. Bu kitabı okuyan kadınlar, Friedan’ın yazdıklarına kendilerini yakın hissetti ve kendi hayatlarını sorgulamaya başladı.

1960'ların ikinci dalga feminizmi daha da popüler hale geldiğinde, kadınlar 1949 yılında kadın hakları savunucusu Simone de Beauvoir tarafından yazılan “The Second Sex” adlı kitabı daha yaygın bir şekilde okumaya başladılar.

De Beauvoir kitabında yetenekli kadınların başarılı olmasının neden zor olduğunu açıklıyordu. De Beauvoir’un belirttiği engeller arasında kadınların aynı meslekte erkekler kadar para kazanamama, kadınların ev içi sorumlulukları, toplumun yetenekli kadınlara destek eksikliği ve kadınların başarılarının eşlerini rahatsız edeceği veya bir eş bulmalarını engelleyeceği korkusu yer alıyordu.

De Beauvoir ayrıca kadınların yetenekleri konusundaki eksikliğinin yetiştirilme tarzından kaynaklandığını savundu; kızların annelerinin görevlerini takip etmeleri söylenirken, erkeklerin babalarının başarılarını aşmaları gerektiği söylenirdi.

1960'ların belirleyici anlarından biri, 7 Eylül 1968 tarihinde Atlantik Şehri’nde düzenlenen Miss America güzellik yarışması karşıtı bir gösteriydi. Protestonun amacı güzellik standartlarına ve kadınların nesneleştirilmesine dikkat çekmekti. Bu dönem boyunca, kadınlar eğitim hakkı, çalışma hakkı, doğum kontrolü ve kürtaj hakkı gibi eşit haklar kazandılar.

Kadınların Kurtuluş Hareketi’nin karşılaştığı en önemli sorunlardan biri kürtaj ve doğum kontrolünün yasaklanmasıydı, çünkü grup bunu kadın haklarının bir ihlali olarak görüyordu. Bu nedenle, 343 kadının yasadışı kürtaj yaptığını itiraf ettiği Le Manifeste de 343 adlı bir deklarasyon yayınladılar. Kadınlar 1975 yılında Veil Law’un geçmesiyle kürtaj hakkını elde etti.

11 Ekim 1991 tarihinde, Anita Hill’in davası işyerinde cinsel tacize karşı televizyonda görülen ilk davaydı. O dönemde hukuk profesörü olan Anita Hill, Yüksek Mahkeme adayı Clarence Thomas’ın kendisine sürekli cinsel tacizde bulunduğunu iddia etti. Anita Hill, yaşadıklarını tamamen erkeklerden oluşan bir panel önünde mahkemede anlattı. Dört tanık da bulunmasına rağmen, dava reddedildi ve Clarence Thomas Yüksek Mahkeme’ye kabul edildi. Davanın reddedilmesine rağmen, bu durum diğer kadınları kendi deneyimlerini anlatmaya teşvik etti ve bunun sonucunda Kongre, işyeri cinsel tacize karşı yasal adım atılmasını sağlayan 1991 Medeni Haklar Yasası’nı geçirdi.

2004 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Gelişme Raporu, hem ücretli iş hem de ücretsiz ev işleri göz önünde bulundurulduğunda kadınların ortalama olarak erkeklerden daha fazla çalıştığını belirtti. Seçilmiş gelişmekte olan ülkelerin kırsal bölgelerinde kadınlar, erkeklerin ortalama işinin %20 daha fazlasını yaparak, erkeklerin toplam işinin %120'sini veya günlük ekstra 102 dakikasını gerçekleştiriyordu.

OECD ülkelerinde ise kadınlar ortalama olarak erkeklerden %5 daha fazla iş yaparken, erkeklerin toplam işinin %105'ini veya günlük ekstra 20 dakikasını gerçekleştiriyordu. Bununla birlikte, beş OECD ülkesinde (Kanada, Danimarka, Macaristan, İsrail ve Hollanda), erkekler kadınlara göre günlük ortalama 19 dakika daha fazla çalışıyordu.

UN Women’a göre, “Kadınlar dünya işgücünün %66'sını yaparken, gıdanın %50'sini üretiyorlar, ancak gelirin %10'unu kazanıyorlar ve mülkiyetin %1'ine sahiptirler.”

Batı toplumundaki kadın hareketi süreci boyunca, kadınların oy hakkı, boşanma süreçlerini başlatma ve “kusursuz” boşanma hakkı, kadınların gebelik konusunda bireysel kararlar alma hakkı ve mülkiyet hakkı gibi etkileyici değişiklikler meydana geldi. Ayrıca, kadınların daha eşit ücretlerle geniş bir yelpazede iş bulmalarını ve üniversite eğitimine erişmeleri sağlanmıştır.

Bütün bu güzel gelişmelerin yanı sıra kadın-erkek eşitliğinde özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde daha kat edilecek çok yol var. Kadınlar dini ve kültürel ögelerin gölgesinde bırakılarak toplumsal hayata katılmaları engelleniyor. Bazı arap ülkelerinde kadınların tek başına seyahat etmesi hala toplumsal bir tabu olarak karşılanıyor.

Gelişmiş ülkelerde ise ücret eşitsizliği hala büyük bir tartışma konusu. İngiltere’de aynı üniversitede aynı unvanlara sahip kadın ve erkek eğitimciler farklı ücret politikaları ile çalışıyor.

Sonuç olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kadınların yaşadığı evrim, feminizm hareketinin tarihsel ve kültürel bir süreç olarak nasıl şekillendiğini göstermektedir.

İlk adımlar, kadınların savaş sırasında iş gücüne katılmasıyla atıldı ve bu, kadınların ekonomik ve toplumsal rollerindeki değişimin yalnızca bir başlangıcıydı.

İkinci dalga feminizmin yükselişi, cinsiyet eşitsizliğine karşı savaşan geniş bir hareketi temsil ediyordu ve kadınların cinsel özgürlüğü, eğitim hakları, iş fırsatları ve üreme hakları gibi konularda kazandıkları haklar, toplumsal dönüşümün bir yansımasıydı.

Tüm bu gelişmeler, kadınların daha eşit ve adil bir toplumda yer alması için yapılan uzun ve zorlu bir mücadelenin birer meyvesiydi. Kadınların haklarının ve potansiyellerinin tanınması, modern toplumların daha adil ve sürdürülebilir bir geleceğe yönelmesine önemli bir katkı sağlamaktadır.

--

--