Çağatay Çalıkoğlu ile Beyin ve Sinir Cerrahisine Dair

Zemheri Dergi
Zemheri
Published in
26 min readMar 25, 2020

Z: Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Hekimliğe ve seçeceğimiz uzmanlık alanına dair görüşlerinizin bizlere yeni pencereler aralayacağını düşünüyoruz.

Tıp öğrencileri olarak uzmanlaşacağımız alana karar vermekte zorlanıyoruz. Bu konuda bize vereceğiniz fikirlerin bize yardımcı olabileceğini düşünüyoruz.

Ç. Ç.: Birincisi ne istediğinize çok iyi karar vermeniz gerekiyor, 15 günlük stajlar var, 3 aylık stajlar var. Birine çok daha aşina oluyorsunuz diğerine daha tam alışacağım derken bitirip gidiyorsunuz. Belki de çok seveceğiniz bir staj sevmeden geçip gidiyor ne olduğunu anlamadan, bazen bir stajın hocasını çok seviyorsunuz o staj doğal olarak çok güzel oluyor, bir başka staj belki de çok seveceğiniz, yapacağınız dal ama hoca ile aranızda bir problem var sınavda size zor soru sordu, sert çıktı falan doğal olarak o staja karşı bir ön yargınız oluyor dolayısıyla seçmek zor hale gelebiliyor, ama sizin bunlardan bağımsız olarak hareket etmeniz gerekiyor ne olursa olsun: dersler, okuduklarınız, hastalarınız. Bu seçim karmaşasından kurtulmanın tek yolu hangi stajı görürseniz görün hastalarla muhatap olmak. Hastaların yanına gittiniz, onlarla haşır neşir oldunuz, muayene ettiniz, muayeneden sonuçlar elde ettiniz, asistanla ya da kendi aranızda tartıştınız, filmlerine baktınız, o filmlerde ne gördünüz neresinde ne baktınız. Sonra bunlarla yoğrulduktan sonra bence daha iyi karar verebilirsiniz. Hangi hasta tipi ile daha çok yoğrulmak istiyorsunuz? Çünkü uzman olunca ne yaparsanız yapın o grup içerisine gireceksiniz. Eskiden seçim şöyle olurdu; bunların hangisinde çok para kazanırım? O dönemler kadın doğum çok kazanırdı mesela, bir muayenehane açtığımızda oo tamam hastalar bitmez. O nedenle kadın doğum yüksekti, bir kadın doğumcu olursanız köşeyi dönüyordunuz. Şimdi en düşük, niye çünkü şimdi sistem değişti muayenehanecilik işlemiyor, özel hastaneler para vermiyor, çok aşırı üst düzeyde farklar kalmadı, alınan ücretler birbirlerine çok yakın bu sefer de farklı düşünüyorsunuz; acaba hangisi rahat? Hangisinde daha az şikayet edilirim? Hangisinde daha çok mahkemeye gideceğim? Mahkeme sonuçları aleyhime mi olacak? Gece gündüz nöbet mi tutacağım ve nöbetler beni ne kadar yıpratacak? Değer mi, değmez mi? Bu sefer de bu şekilde düşünülmeye başlandı. Cildiyeye mi gideyim, nereye gideyim? Halk sağlığına gideyim gibi durumlar olmaya başladı. İhtisas sürelerine bakıyorsunuz bu 3 yıl, bu 4 yıl, bu 6 yıl hangisini yapsam? Aile hekimi olarak kazancım şu kadar, beyin cerrahisine gitsem 5 yıl zaten normal süre biraz uzatırsan 5.5 belki 6 yıla uzar. Bu geliri bırakacağım, rahatlığı bırakacağım, gece gündüz nöbet tutacağım, gitsem mi gitmesem mi? Yani seçmek zor. Ben beyin cerrahi stajını alırken beyin cerrahisinde çok sevdiğimiz hocalar vardı. Hepsini çok severdik o nedenle beyin cerrahisi benim gözümde hep iyi bir staj olmuştur ama zor bunu biliyoruz. Beyin cerrahisi, nöroloji tıbbın en az bilinen konularını içerir. Stajlarda dahiliyede gördüklerini genel cerrahide, genel cerrahidekini kadın doğumda görürsünüz neredeyse hepsi birbirine çok yakın; belli fizyolojileri belli patolojileri farklı yönlerden ele alıyor. Dolayısıyla hep aynı şeyler tekrar ediyor. Pediatriye geliyorsun kalp krizi dışında her şey aynı dolayısıyla aşinalık hep o tarafa oluyor. Sonra nöroloji dersi görülüyor nöroanatomi, nörofizyoloji, nöropatoloji, 3. sınıfta çok ağır. o komite bitiyor ve ondan sonra o konuyla alakalı başka bir şey görmüyorsunuz sonra tekrar beyin cerrahisine gelip 15 gün durup hemen gidiyorsunuz. O nedenle tıbbın en az bilinen konusu bunlar. Bu kadar az biliniyor olması ilgi çekici gelmişti ama ben birinci TUS’umda yazmadım, ikinci TUS’umda da yazmadım. Her iki tusumda da annem ‘oğlum beyin cerrahı ol’ diyordu ben ‘Yok anne, oldukça zor branş, yapar mıyım bilemiyorum’. Annem beyin cerrahı olacaksın derdi; üçüncüsünde ‘Tamam anne yazıyorum söz bu sefer.’ dedim ve gerçekten de çok yüksek bir puanla beyin cerrahine geldim. Sonra da annemi ameliyat ettim. Beyin cerrahisine geldiğim zaman orada belli bir zaman geçtiğinde çevremdeki herkes asistan arkadaşlar da, personeller de ‘’Geldiğine pişman olmayan tek kişi sensin dediler.’’ Beyin cerrahisinin zaten severdim ama zor diye hep yapabilir miyim derdim, kısmet böyleymiş. Ben çok seviyorum ama çok stresli bunu kabul ediyorum. Kendim de yaşadım yani, yaşadığım stresi bir ben bilirim, bir Allah bilir; hele hele asistanlıktan sonra uzmanlığa yeni başladığımda, daha tecrübem az olduğunda, stresten ölüyorduk şimdi büyük ameliyatlara geçtikçe bunları çok yaptıkça rahatlıyorsun ve stresin azalıyor ama yine de bitmiyor, ne olursa olsun zor bir branş çünkü. Başladığınızda acaba bunu yapabilecek miyim, becerebilecek miyim? Çok ağır bunlar. Ama şunu söyleyeyim gerçekten zevkli bir branş kimsenin bilmediği bir branş. Ben tıbbı Gazi Üniversitesi’nde okudum, oradaki hocamız şöyle derdi, beyin cerrahisi çok uç bir daldır adamın kafasına mendil düşse mutlaka sizden konsültasyon isterler, bilemeyecekleri için mutlaka size sormak zorunda kalırlar, hepsi biraz anlar birbirinden ama hiçbirisi beyin cerrahisinden anlamaz o nedenle çok ekstrem bir dal olduğu için onun keyfini de yaşıyorsun çalışınca öğreniliyor. Ben her zaman şunu söylüyorum: Benim kendi açımdan çok keyif aldığım bir ihtisas dalı, çok keyif alarak yaptığım bir branş. Zorluğu yok mu? Elbette, yani gecemizi gündüzümüzü birbirine katıyoruz, yoruluyoruz, uykusuz kalıyoruz, uzun vadeli plan yapamıyoruz. İnsanlar yaz döneminde şu zamanda tatil yapacağım şimdiden ucuza yer ayırayım der, sen yapamazsın; ne olacağı belli olmaz tam gideceğin sırada hastane ile alakalı bir sorun çıkar. Bir hafta erteleyeceğim demek zorunda kalırsın ya da başka problem çıkar o yüzden biraz meşakkatli ama bunu göze alırsanız ben diyorum ki kendi adıma çok sevdiğim, severek yaptığım keyif aldığım bir iş. Hiç pişman olduğumu hatırlamıyorum, arada ufak tefek pişmanlıklar oluyor ama şu manada oluyor: Mesela cildiye seçseydim çoluk çocukla daha çok ilgilenecektim, fizik tedavi olsaydı gece nöbeti olmayacaktı. Hafta sonu daha çok gezecektim ama bir ameliyat geliyor girinceye kadar oflaya oflaya gecenin bir yarısı saat 3'te hastaneye gitmek zorunda kalıyorsun ama ameliyata girdikten sonra canavar gibisin, bir şey yok, bitinceye kadar. Erken bitireyim kaçayım yatayım olmuyor onu bitiriyorsun, hele hele bu alışkanlık öyle bir döneme geldi ki yani 3 gün üst üste ameliyata girmemiş olayım sıkılıyorum özlüyorum. Cerrahlarda bir kan tutkusu vardır ama bizde hem kan tutkusu hem beyin tutkusu. Görmeden olmuyor, beyin vücudun diğer organlarından daha farklı. Beyni görebilmek, daha üst düzeyde bir şey gibi. Her organı görebilirsin; batını herkes açar, herkes oraları görebilir ama beyni sadece biz açarız, başka kimse açamaz sadece biz görürüz. O da ayrı bir özellik oluyor o nedenle ben çok seviyorum, dediğim gibi bunu herkes tabii ki yapamayacak, herkes tabii ki istemeyecek bunu çok doğal karşılarım. Gece gündüz nöbet yıpratıcı bir iş ama öyle olması da gerekiyor. Bu işte yoğrulmazsanız öğrenemezsiniz zaten genel tıbbi bilgilerimiz var diyemezsiniz, o nedenle yeniden okumak gerekiyor, o nedenle çok çalışmak gerekiyor. Çalışmak ta, çok nöbet tutmak ta yorucu, risk ihtimali her zaman diğer alanlardan daha fazla belki de onun için bu işi yapıyoruz. Gazi Yaşargil için şöyle söylemişlerdi: Gazi Yaşargil hem çok iyi bir insandır hem de megalomandır. Gerçekten dünya çapında da olunca, belki onun getirdiği bir hisle yıllar içerisinde ortaya çıkmış olabilir. Almanya’da ihtisasını yaparken hemşire olarak çalışıyor, oralarda debeleniyor, zorluklar çekiyor, II. Dünya Savaşı yılları, Almanya işgal ediliyor kaçıyorlar İsviçre’ye geliyorlar. Büyük bir şans, kaçarak geldiklerinde yanlarında bilim adamı olarak o dönem dünyanın en iyi bilim adamları da İsviçre’ye geliyor, onlarla birlikte çalışma fırsatı buluyor. Aradan zaman geçip de çok ileri boyutlara geldiğinde artık İsviçre’de hükümet bile onlara çok büyük saygı duyuyor. Bizim hocamız “Zürih nöroşirurjinin kabesidir” derdi herkes yüzünü oraya dönüp ibadetini oraya yapacak, o pozisyonda çünkü Yaşargil ve derler ki Yaşargil için, insanlar ikiye ayrılır; doktorlar ve diğerleri, doktorlar ikiye ayrılır; cerrahlar ve diğerleri, cerrahlar da ikiye ayrılır; beyin cerrahları ve diğerleri. Yaşargil’de demiş ki beyin cerrahları ikiye ayrılır ben ve diğerleri. Benim çok sevdiğim bir branş dediğim gibi, bu ufak tefek basit şeyler dışında pişman olduğum bir branş değil severek yaptığım bir branş, keyif alıyorum. Tecrübe kazandıkça daha çok keyif alıyorum, bu iş otomatiğe bağlandı, hep aynı şeyleri yapıyoruz değil ne kadar tecrübe kazanırsan o kadar çok keyif almaya, daha rahat hareket etmeye başlıyorsun. Belki stresiniz biraz daha azaldığı için. Şunu da belirtmek isterim ki nöroloji gibi dahili alanlarla karşılaştırıldığında beyin cerrahisini kazanırsam işin cerrahi kısmında kalırım, daha fazla araştırma yapabileceğim alan olsun diye bir şey yok. Bu yanlış bir düşünce, biz hastalık gruplarımızın temeline iniyoruz. Öğrencilerime, asistanlara nöroembriyoloji anlatırım. İyi bir embriyoloji bilen hekim, nörolojik gelişimi bildiği için sonraki dönemlerin konjenital hastalıkların özellikle de pediatrik nöroşirurji başta olmak üzere pek çok hastalığın temelini bilmemiz gerekiyor. Böylece daha iyi oluyoruz, hiç öyle kestim yaptım bitti gibi değil, bileceksiniz. Nörofizyoloji bilmen gerekiyor çünkü intrakranial basınç artışı ile gelen bir hastayı cerrahi dışı bir yöntemle tedavi etmen gerekiyorsa yine sana ait; beyin kanaması tümör vs. ventrikül basıncı arttı diyelim fizyolojisini bilmezsen fizyopatolojisini hiç bilemezsin. Doğal olarak en temel fizyolojiden başlıyorsun, mesela anevrizmalar anevrizmayı tedavi ederken ne yapıyoruz ? Endovasküler olarak tıkadın, klip koydun o kadar ama işin subaraknoid kanamasına girdiğin zaman ise olayın nörofizyolojisini bilmeye kadar gideceksin o nedenle bizim de temelimiz çok derin, hepsini bileceğiz, araştıracağız. Herkes cerrah olmak istemez, herkes dahiliyeci de olamaz, aradan geçen zaman içerisinde diyelim ki dahiliyeci olduğunuzu varsayalım akşama kadar kapıda 100 tane hasta var, bakıyorsun bakıyorsun bundan da çok mutlu oluyorsun. Ben ise ameliyathaneden buraya gelmek istemiyorum kapımda 20 hasta oluyor, 100 hasta olmuyor ama ben 20 hastayla uğraşmaktansa ameliyatta yapmayı tercih ediyorum. O pozisyona geliyorsunuz bu bir yaşam tarzı haline geliyor yani içeride olmak sana huzur veriyor, en iyi hasta uyuyan hastadır. Hastaya anestezi verirsin, uyuduktan sonra harika.

Kadınların beyin cerrahisi seçmesi konusunda şunu söyleyeyim; bugün bayan beyin cerrahlarımız var ama beyin cerrahisi çok yıpratıcı ben bayanlara o yüzden diyorum ki bakın çok yorulmaya gerek yok, seçmeyin anlamında demiyorum, önünüzü kesmek için de demiyorum kesinlikle, bayan profesör, doçentlerimiz var. Ben sadece şunu söylüyorum: yıpratıcı. Kadın doğum daha mı az yıpratıcı? Hayır. Hatta orası daha yıpratıcı onların hasta sirkülasyonları daha fazla, sezaryen vs. ayrıca şu anda savcılığa en çok şikayet edilen klinik kadın doğum.

Şikayet şu anda tüm hekimlerin özellikle cerrahların belası durumunda. Bazen hastalar baş ağrısı ile gelip beyin tümörü tanısı alabiliyorlar. Oldu ki hasta öldü; o zaman bize hasta ameliyata sağlam girdi ölü çıktı diyorlar. Bunun hiçbir şeyi yoktu, bunlar uydurdular deyip seni şikayet edebiliyorlar. Kocaman tümör vardı desen, göstersen ikna olmaz. Sağlam olsa ben neden yatırayım onu, kocaman tümörü var hem de bazal ganglionlarda, uyku uyanıklık bölgesinde. Orası zedelenirse şuur gitti; komada, yoğun bakımda bekle bekle, vefat etti. Sonra ne olacak yani bunlar bizim başımıza da geliyor hasta kötü olarak gelebilir. Örneğin bir kere beni acilden bıçaklanma var diye aradılar yanlış aradın genel cerrahiyi ara dedim. Yok kafadan bıçaklanmış abi dediler. Hadi ya? Yapma ya? İlk defa göreceğim. Gittim bıçağın sapı dışarıda, gerisi içeride. Bir film çektik, karşıdan çıkmadığı kalmış. Hastanın skoru 3, öldü ölecek, zor nefes alıyor. Hastayı ameliyata aldık bıçağı çıkardık yaralanmaları temizledik hastayı yoğun bakıma aldık. 1 saat sonra da vefat etti. 1 saat falan ancak sürdü. Hasta yakınları başasistan haber verirken kavga çıkarmış, bizim hastamızı nasıl öldürürsünüz demişler. Böyle şeyler oluyor, her yerde oluyor. Hangi klinikte olursa olsun ama cerrahi branşlar da biraz daha risk fazla, zaten bizi sigortalıyorlar. Mecburi sigortamız var. Bu sigortada bir katsayı var. Avrupa’daki, Amerika’daki ve Türkiye’deki hekimlerin durumları incelenerek çıkartılmış. Sigorta yasasına göre mesela kalp damar cerrahi ve beyin cerrahinin katsayısı 9, genel cerrahi-ortopedi 8, Çocuk cerrahi 7 ya da 6, cildiye 5 ya da 4 ,FTR 4 ya da 3.. Diyelim ki hepimiz 750 bin liraya sigorta oluyoruz bu 750 bini ödemek için sigortada Halk Sağlığı uzmanından 150 TL alıyor, bizden ise 1500 TL alıyor. Diyor ki senin ki riskli sana ödeme ihtimalim fazla.

Z: Hocam asistanlığınızı nerede yaptınız?

Ç.Ç.: Burada, Erzurumda.

Z: Asistanken karşılaştığınız zorluklar nelerdi?

Ç.Ç.: Çok zorluğu vardı elbette. Mesela, belki benim dönemde, sürekli gün aşırı nöbet tutmak zorundaydın. Yani 18–19 ay gün aşırı nöbet tutmuştum, ama bunun bir avantajı vardı ben kliniği yönetmeyi çok iyi öğrenmiştim. Yorgunluk oluyor; evet, beni çok yıpratmıştı ama ben klinik yönetmeyi çok iyi öğrenmiştim. Bu bir avantaj. Ayrıca Ben çok erken başasistan olmuştum. Ama çok uzun süre başasistanlık yaptım, o yüzden daha çok vaka gördüm. Yani erken başasistan olunca, 2,5 yıllıktım baş asistan olduğumda, erkenden sorumluluk alıyorsun, bu baş belasıdır. Daha bazı şeyleri tam kavrayamadan bütün sorumluluk sendedir, ama çok daha uzun başasistanlık yaptığım için çok daha fazla vakayı tek başına yapma, karar verme, danışma vesaire bu da bir avantaj haline geliyor. Sabah çok erken gelmek zorunda kalırdık. Bizim hocamız sabah 6,5–7’ de gelirdi. 4’te kalkardım ben. 4.30 da hastaneye gelirdim, pansumanlara başlardım. 5,30’da pansuman biterdi, asistan vizitine başlardık. 6.30’da o biterdi. 6.30–7 arasında hoca gelirdi. 8’e kadar süren bir vizit olurdu ve direk ameliyata girerlerdi. Sabahın çok erken saatinde gel, akşam 6–7’lere kadar, en erken çıkabileceğin vakit. o dönem sosyal hayatın falan kalmıyor, hayatın bu. Sonra 3 güne 1 nöbete düştükten sonra böyle var ya dünyalar senin oluyor. Halbuki topu topu 4 nöbet falan değişiyor, 3 ya da 4 nöbet. 15 nöbet başlıyorsun, 11’e ya da 12’ye düşüyordun. Değişen bu kadar ama mükemmel bir şey. Başasistanlığımın sonuna doğru yani bitmek üzereyken, şöyle diyelim son 5–6 ayda 7 nöbete düştüm. Yediğimiz fırçadan bile bir şeyler öğreniyorduk. İşte bunlar hep bize bir eğitim. Diyorum ya çok meşakkatli tarafları vardı ama hep bir öğretici tarafı vardı.

Z: Hocam o süreçte nasıl sabrettiniz? Hani 2 günde 1 nöbet, 4’te kalkmak, bütün bu çalışma, geç çıkmak…

Ç.Ç.: Bilmiyorum. (gülüşmeler) Şimdi olsa zor. Tabi bu yaşta çok zor ama ne bileyim o zaman kalktık, geldik, koşturduk, elimizden geleni yaptık. Dediğim gibi… Aklıma da bırakmak gelmedi hiç. Gideceğim tekrar TUS, başka bölüm… 61 puan almışım, ne olur ki, tekrar çalışırım bir 61 daha alsam başka bir yere giderim.” 61 kazanılmayacak bir puan değildi o dönem için. Bilmiyorum devam ettim. Yaptığım işten keyif aldığımı hissediyorum. Bak şu anda da hep söylüyorum ya, ben bu mesleği seviyorum, hoşuma gidiyor. Keyif alıyorsanız vazgeçmek istemiyorsunuz. İyi yapıyorsanız vazgeçmek istemiyorsunuz. İyi yaptığınız bir şeyi keyifle yaparsınız; keyifle yaptığınız bir şeyi iyi yaparsınız zaten, yani üstüne düşerek. Sonuçta birbirini tetikleyen bir döngü. Hiç pişman olmadım, niye başladım diye. Hiçbir zaman bu ne biçim hastalık, bu nasıl kafa, bu nasıl beyin, kan revan… Mesele değildi. Başladım, hep hoşuma gitti. Hiç hastadan iğrenmedim, hastalıktan iğrenmedim, “Bu iş nasıl yapılır ” demedim. Ama zor da oldu, zorluğunu çekmedim değil. Yorgunluktan öldüğüm, uykusuzluktan öldüğüm çok zaman oldu. Bunları inkar etmiyorum. Hep söylüyorum gerçekten çok zor bir branş ama seviyordum. Hala seviyorum.

Z: Hocam, beyin cerrahi tercih etmek isteyen öğrencilere bizim üniversitemizi tavsiye eder misiniz ya da tavsiye edebileceğiniz başka üniversiteler var mı?

Ç.Ç.: Ben şunu açık ve net söylüyorum benim kendi asistanlığım döneminde, benim kendi sınıf arkadaşlarımdan ya da daha sonra tanıştığım beyin cerrahisini bitiren çok kişi var. Kendi sınıf arkadaşım şu anda Sivas’ta beyin cerrahı, o da Sivas mezunu. Biz uzman olarak da çalıştık dışarıda. Ben ortalama 8 sene uzmanlık yaptıktan sonra geldim. Geç başlayanlardanım yani üniversiteye. Tabi bu dönemde İstanbul’dan İzmir’den mezun olup buraya gelen pek çok arkadaşımla karşılaştım. Tanıştık. Sonra samimi olduk, hala görüşüyoruz da. Biz cerrahi eğitim konusunda Türkiye’de en iyi eğitim veren birkaç klinikten biriyiz. Bunu açık söylüyorum, net. Buralara uzmanlık için gelen arkadaşlarımın çoğunun bilgilerini de cerrahilerini de gördüm. Ama başka üniversitelerde vaka vermemişler. Biz cerrahi manada burada çok iyi eğitim veriyoruz.

Z: Diğer birkaç üniversite hangileridir hocam?

Ç.Ç.: Burda bir cerrahi asistanın eğitiminde iki şey önemli. Bir, ne kadar çok vaka gördüğü, yani vaka çeşitliliği anlamında söylüyorum. Doğal olarak Ankara, İzmir, İstanbul’daki hastanelerde vaka çeşitliliği çok fazla. Biz Erzurum’da bunu rahatlıkla sağlıyoruz, onlar da sağlıyorlar. İki, kaç tane vakada birinci asistan olmuş ya da bizzat kendi yapmış. Bu yönden Batı’da bütün üniversitelerde zayıf kalıyorlar. Bizden çok daha rijittir onlarda sistem, hocalar yanlarına yeni uzmanları ya da yardımcı doçentleri her zaman 1. asistan olarak alırlar. Normal asistanlık yapan kişiler hep 2- 3. sırada kalırlar ve onlar çoğu kez sadece cilt dikişi atarlar. Ama bizde kendi asistanlarımız direk karşımızda çalışıyor. Bir tarafı ben yapıyorsam, bir tarafı o yapar. Belli bir tecrübeye geldikten sonra bazı ameliyatları total bırakabiliriz, sorumluluk bizde olmak kaydıyla, birinci elden eğitim dediğimiz, hocayla karşı karşıyasın. Hocayla karşı karşıya vakayı tek başına yapmak istiyorsun. Yani hoca bir tarafını yapacak, sen bir tarafını. Ya da sen yapacaksın, hoca seyredecek. Ya da hoca yapacak, sen direkt asiste edeceksin, elini süreceksin. Bu biraz zor oralarda.

Z:Hocam yurt dışı eğitimi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ç:Ç.: Yurt dışında gittiğiniz yere bağlı. Yani her yurt dışı merkezde çok iyi eğitim alacağınızı düşünmüyorum. Avusturya’da iyi bir eğitim görürsünüz ama diyelim ki Macaristan’da göremezsiniz.

Z: Almaya hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ç:Ç.: Almanya iyi bir tıp eğitiminin verilebileceği bir nokta. Orda çok şey öğrenebilirsiniz, görebilirsiniz. Tavsiye ederim.

Z: 8 yıl uzmanlık yaptım demiştiniz, peki akademiye geçişiniz nasıl oldu?

Ç.Ç.: Aslında ben asistanken akademiye girecektim. O zaman biraz terslik oldu. Ayrıntıya girmeyeyim. Problemlerden dolayı giremedim. Uzmanlığa çıktıktan sonra da ilk zamanlarda da fırsatım olmadı. Nereye gitsem, ne yapsam, Atatürk Üniversitesi dışında başka bir üniversite olur mu? Düşünürken bir sürü zaman geçti. Sonra Düzce Üniversitesi’nden, ilk ciddi teklifim oradan geldi… Pardon ondan önce Çanakkale Üniversitesi’nden gelmişti ama hastanesi yoktu o zaman. Daha yeni kuruluyor, bina yok, hastane yok, ameliyathane yok. Gidip kurulması aşamasında yaklaşık 1 yıl sürer, bir yılın sonunda da ameliyatlara başlarsın. 1 yıl ameliyat yapmamak öldürücü bir süre. Çok uzun. Gitsem mi gitmesem mi? Çanakkale güzel şehir, yeni kuruluyor. Ne yapsam, ne etsem? Yok, dedim. İstemiyorum. Sonra Düzce Üniversitesi’nden gel buraya diye çağırdılar. Oraya gittim ben ilk. Yardımcı doçentliğe orada başladım. Düzce Üniversitesi’nde çok da iyi bir trendim olmuştu. Çok güzel bir ortamım vardı. Oradan ailevi sebeplerle, çocukların eğitimi amacıyla ayrıldık. Oradaki doktor arkadaşların hepsi, çocuklarını ortaokuldan itibaren Ankara ya da İstanbul’da okutuyor. Anneler orda, bunlar hafta sonu geliş gidiş yapıyorlar. Bizim böyle bir imkânımız da yoktu. Ne yapsak ne etsek? Düzce’deki okula verdik, geri kaldı falan. O arada bizim kendi üniversitemizdeki arkadaşlarla konuşurken “sen tekrar buraya gel” deyince ve kadro açınca döndük.

Z: Prosedür nasıl oluyor hocam, üniversiteden davet mi alınıyor?

Ç.Ç.: Şöyle üniversiteler ihtiyacı olduğunda yardımcı doçent kadrosu açar. Normal yasal prosedür şudur: Bir üniversitenin yardımcı doçente ihtiyacı varsa kadro açar, der ki “Benim yardımcı doçente ihtiyacım var, 1 tane beyin cerrahı.” kadro sayısını da belirtir. 1’dir ya da 2’dir 3’tür neyse, ne kadar ihtiyacı varsa. Yanına spesifik bir özellik eklenebilir en fazla. Ondan sonra da üniversiteye geçmek isteyen; bilgi birikimine, becerisine güvenen, yayın yapma kabiliyetine güvenen, eğitim verme kabiliyetine güvenen kişiler müracaat ederler. Çoklu müracaat durumunda “Getirin bakayım sizin daha önceki çalışmalarınızı, neler yaptınız deyip” eski çalışmalarına bakılır. Bunun içerisinde uluslar arası, ulusal yayınlar, sözlü makaleler, bildiriler, eğitim çalışmalarına katılımlar vardır, bunlar puanlandırılır. En iyi puanı alan kişinin girme hakkı vardır.

Türkiye’de uygulanan ise her zaman şöyledir: Bir üniversitenin yardımcı doçent ihtiyacı olduğunda önce kimi alayım diye araştırmaya başlar. Bu konuda birkaç tavsiye edilen kişi olur ve o kişilere “gelmeyi düşünür müsünüz” diye haber gönderilir. Eğer söz konusu sizin yetiştirdiğiniz elemanlar ise onlara bölüme katılmak isteyip istemedikleri sorulur ve isterlerse o zamana kadarki çalışmaları öğrenilir ve başvuru şartlarına o çalışmaları yapmış olmak şeklinde bir madde eklenir. Tarif edilir kişi bir anlamda.

Z: Siz yurtdışında veya ülkemizde eğitimlere katıldınız mı?

Ç.Ç.: Evet, Avusturya ve Almanya’da endoskopik transsfenoidal hipofiz cerrahisi ve endoskopik spinal cerrahi alanlarında eğitim aldım. Yurtiçinde de yine endoskopik spinal cerrahi ve endoskopik hipofiz cerrahisi ile alakalı eğitimler aldım.

Z: Bu eğitimlerin başvurusu ve kabulü nasıl gerçekleşiyor?

Ç.Ç.: Örneğin bir kurs açılıyor ve dünyanın dört bir yanındaki beyin cerrahlarına kursa katılmak isteyenler için mesajlar, mailler geliyor. Bunlara müracaat edip kaydınızı yaptırarak gidebiliyorsunuz.

Z: Buradaki işinizi bırakıp gidebiliyor musunuz?

Ç.Ç.: Hayır, burayı bırakmıyorsunuz. Rektörlüğe kursun yeri, içeriği, süresi ve bu kursa katılmak istediğinize dair bir yazı yazıyorsunuz. Bu; kurs değil de sadece sizin başvurduğunuz ve kabul aldığınız bir kurum da olabilir. Bu sefer de oradan kabul aldığınıza dair bir belgeyi rektörlüğe gönderip rektörlükten buradaki işlerin aksamaması şartıyla onay aldıktan sonra gidebilirsiniz. Örneğin bizim bölümümüzde 8 tane beyin cerrahımız var, bunların bir veya ikisinin eğitime gitmesi buradaki işleri aksatmaz, biraz daha fazla çalışarak bu tempoyu yürütebiliriz. Biz burada 11 il’e, pasifleri de sayarsak 19 il’e hasta bakıyoruz.

Z: Periferde yapılan ameliyatların sizin yaptığınız ameliyatlara göre daha az riske sahip olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ç.Ç.: İyi yetişmiş bir beyin cerrahı, hastanenin şartlarına da bağlı olarak istediği ameliyatı yapabilir. Perifere örnek olarak Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ni verirsek orada iyi yetişmiş bir cerrah her ameliyatı yapar. Hiç kimse “neden burada bu ameliyatı yaptın?” demez. Ancak Horasan Devlet Hastanesi’ne giderseniz orada şartlar itibariyle yapamayacağınız birçok ameliyat olacaktır. Bir beyin cerrahı yetiştikten sonra, kendine de güveniyorsa iyi bir hastanede her ameliyatı yapabilir.

Z: Hocam Kars’ta yaşayan ve intervertabral disk hernisi ameliyatı gibi nispeten basit bir ameliyatı Kars Devlet Hastanesi’nde olmak istemeyen, daha donanımlı merkezlere gitmeyi düşünen bir hasta ile karşılaşmıştım.

Ç.Ç.: İkisi farklı durumlar. İlk durumda örneğin Ilıca Devlet Hastanesi’nde şartlar sebebiyle köşe tümörü ameliyatı yapılamazken Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde bu ameliyatın rahatlıkla yapılabileceğini söyleyebiliriz. Örneğin Horasan’da anevrizma ameliyatı yapamazsınız hatta imkanınız yoksa intervertebral disk hernisi ameliyatı bile yapamazsınız. İkinci durumda yani senin bahsettiğinde ise sorun şu: periferdeki bir hastanede sen yapmak istesen bile vatandaş orada ameliyat olmayı kabul eder mi? Bana yıllar evvel “sizi tavsiye ettiler, özellikle size geldim” diyerek başka bir il’den bir hasta geldi. Hastanın disk hernisi vardı yani yapılması gereken basit bir operasyondu ancak hasta oradaki doktor ile ilgili, doktorun ameliyatı yapmak istediğini ancak kendisinin kabul etmediğini, oradaki doktor ile buradaki doktorun bir olmayacağını söyledi. Şimdi asıl cümle o arkadaşımıza değil hastane şartlarına güvenmiyorum olmalıydı ama o bilmeden veya farkında olmayarak doktorları karşılaştırıyordu. Ancak bahsettiği doktor şimdi Doçent. Burada hastaların inanışı başka, senin inanışın başka. Sen ne kadar biliyorsan hasta için elinden geleni yaparsın. Bayburt’ta Gümüşhane’de, Iğdır’da çalışan pek çok doktor biliyorum. Kimi İstanbul’dan, kocaman bir hastaneden köy gibi bir yere gelmiş ve ben burada hiçbir şey yapmam diyerek geleni sevk ediyor. Bir süre sonra hastalar da ona güvenmez hale geliyorlar. 3–5 tane hastanın sevk edildiğini gören hastane personeli de hem doktora güvenmiyor hem de hastalara o doktoru önermiyor. Öyle arkadaşlar da var ki yapılmayan ameliyatları yapmaya başladılar. Personel de Karslı’ya, Iğdırlı’ya, Bayburtlu’ya o doktoru öneriyor. İçlerinden güvenmeyen varsa yine de başka yolları deniyor. Sana güvenirlerse ameliyatlarını yapıyor, hasta takip ediyor, tedaviye yanıtlarını, memnuniyetlerini görüyorsun. Komplikasyon her yerde çıkar, burada da çıkmayacak diye bir şey yok. Tüm bunlar biraz da senin iletişimin, cesaretin ile alakalı.

Z: Peki bu riski siz periferde iken göze alabildiniz mi? Mesela bir sıkıntılı bir bölgede beyin tümörü olan bir hasta geliyor. Ameliyatını yapabileceğinizi düşünüyorsunuz ama yine de tereddüt ettiğiniz oldu mu?

Ç.Ç.: Ben yaparım dedim her zaman ama hastanın istemediği olmuştur. Hasta “başka bir merkeze mi gitsek” diye sorduğunda hiçbir zaman hastaya “gitmene ne gerek var, biz yaparız” diye ısrarlarda bulunmamak gerekir. “Kafandaki bütün soru işaretlerini giderene kadar sor, kime güveniyorsan ona git” demek çok daha doğrudur. Bu bizim hastanemiz de olur, Erzurum’daki başka bir hastane de olur veya Ankara, İstanbul, İzmir hatta yurtdışındaki merkezler de olabilir. Ama hastanın gittiği yerdeki doktora güvenmesi ve son kararının o olduğundan emin olması gerekir. Problem çıktığında da pişmanlık duymayacağı bir karar vermesi gerekir. Hasta Ankara’ya gitti ve ameliyata Gazi Yaşargil girdi, hasta ameliyattan sakat çıktı. Niye buraya geldim demek yerine o kararın kendisinin olduğunu kabul edip ameliyatı diğer merkezlerde olsaydı farklı olacağı ihtimalini düşünmediği bir tavır içinde olmalı. Bu şekilde bir tavır içinde olmaya hastayı ikna edebilirsek, hasta da bize güveniyorsa ben ameliyattan kaçmam, kolay kolay da sevk etmem. Ben geçmişte devlet hastanesinde köşe tümörü ameliyatı, hipofiz cerrahisi, başka büyük ameliyatlar yaptım.

Z: Hasta Ankara’da öldüyse hasta yakınları yapılacak daha fazla bir şey yoktu gibi bir yaklaşım içindeyken Kars’ta öldüyse durum başka oluyor.

Ç.Ç.: Evet, biz de farkındayız bu durumların. Ama bu cerrah olarak senin kendine güvenin ve hastalarla iletişimin ile alakalı. Tabii ki uzmanlığımın ilk yıllında tüm hastalar bana koşup “Çağatay hocam seni tercih ettim” demiyordu. Örneğin çok basit ameliyatlar için; disk, enstrümantasyon veya kırık ameliyatları için gelen ve Yeni uzman olduğum dönemde dahi korkmadan rahatlıkla yaptığım ameliyatlardı, ama bir bakardım benden 10–15 yıl daha tecrübeli diye başka bir meslektaşıma gitmiş. Bir gün bir disk hastası geldi, yatışını verdim ve daha sonra servis hemşiresine o hastayı sorduğumda başka bir doktora yattığını öğrendim. İnsan üzülüyor tabii ama bu iş böyle, başlangıçta hemen olmuyor. Ama zaman geçiyor, bir zamanlar benim başıma gelenler şimdi başkalarının başına geliyor. Şimdi bizim hastalarımızın yüzde doksanı bu şekilde. Belim ağrıdı, başım ağrıdı diye ilk bize gelen hastadan çok, “hocam bana bel fıtığı, beyin tümörü, dar kanal vs. dediler de, ben seni tercih ettim veya bana seni önerdiler” diye gelir. Ama bunun için 15–20 seneyi göze aldım. Emek sarf ediyorsunuz, hastayla ilgileniyorsunuz, ameliyattan kaçmıyorsunuz, özen göstermişsiniz. Sonuçta başarınız ne kadar çoğalmışsa siz de ondan keyif alıyorsunuz, hastalar da sizin hekimliğinizi beğeniyor.

Z: Peki bu sizi periferde köreltiyor muydu?

Ç.Ç.: öncelikle sen cesaretli olacaksın, çalıştığın hastanenin imkanlarını bileceksin, bu şartlar altında olabilecek en iyi şekilde çalışacak, ameliyatlarını yapacaksın. Seçilmiş, daha az sayıda ameliyat yapılan bir yerde çalışmak, Sürekli orada kaldığında bazı ameliyatları hiç yapmamak tabi ki seni köreltiyor. Bir süre sonra da seni korkutmaya başlıyor. Ben şu ameliyatı bir yıldır yapmadım, bir tane hasta gelmiş sen yap diyor ben bunu yapsam ne yapmasam ne? Ağrısız başımı ağrıtsam mı, ağrıtmasam mı demeye başlıyorsun.

Z: Öyle yapmanız gereken bir durum oldu mu?

Ç.Ç.: Yok, ben öyle hiç düşünmedim yani. Ama şunu açık ve net de söylerim; bazı hastalıklar vardır gerçekten çok çok çok nadirdir mesela geçenlerde öyle büyük bir glomus jugulare tümörü geldi ki ben zaten onu çok az gördüm. Asistanlığımda 2 kere falan gördüm, uzmanken de bir kere yaptım, toplamda 3 kere, ama çok nadir bir tümördür. Şimdi de devasa büyüklükte bir tane gelmiş, o kadar büyüğünü hiç görmüş değilim. Ve ben bunu hastaya söyledim ben girerim, yaparım yapmam demiyorum ama benim bu konuda tecrübem az, bunu söylerim.

Z: Kendinizi mesleki olarak nasıl tatmin ediyorsunuz diyelim ki çok yorucu bir gün geçirdiniz, kendinizi nasıl motive ediyorsunuz?

Ç.Ç.: Asistanlarım telefon açıyor bana diyorlar ki abi hastalarda bir sorun yok, hepsi iyi, işte o zaman bitiyor. Çok yorgunsam bile rahatlıyorum? Bu en önemli mesleki tatmindir. Dinlenmek rahatlamak açısından ise, zaman zaman gezerek tozarak, kimi zaman bir günlük boşluk olduğunda atla arabaya 500–1000 kilometre yap gel, aynı günde 1000 kilometre yaptığımı bilirim. Bazen bu tür şeylere ihtiyaç duyuyorsun. Ama motivasyon konusunu merak etme, hele hele beyin cerrahıysan o seni spontan motive ediyor, etmek zorunda, motive olmak zorunda kalıyorsun. Çünkü motive olmadığında böyle alelade ameliyata girdiğinde başına neler geleceğini biliyorsun.

Z:Peki aile hayatı hakkında ne düşünüyorsunuz hocam?

Ç.Ç.: O da zor, hem senin için zor hem onlar için zor. Yani düşünsene benim çocuğum daha küçük, ben de asistanım, başasistanlık dönemim ve hastaneye sürekli gidip gelmek zorundayım. Başasistanlık da nöbet sayısının önemi yoktur her gün oradasın. Bir gün çocuğumla oyun oynuyoruz, oyuncak araba falan bir telefon geldi. Hangi vaka olduğunu hatırlamıyorum ama gitmem gerekiyor. Ameliyata alın geliyorum dedim, bir an önce çıkmam lazım evden. Oğluma da diyorum ki ‘’bak benim gitmem gerek, bir tane hasta gelmiş, düşmüş kafasını vurmuş, çocukmuş hem de.’’ diyorum, babası çok ağlamış diyorum. Bırakmıyor kolumu, tutmuş oynayacağız oynayacağız diyor. Sonra bana ‘’Bırak baba ölsün ölsün bırak.’’ diyor. Yani bunu bir çocuk söyleyebiliyorsa eğer, senden çok mahrum kalmıştır. Yani az vakit ayırıyorsun, akşama misafir planı yapıyorsun, bir telefon geliyor aniden gidiyorsun. Her zaman olmuyor bu tabii, şu anda daha rahat. Asistanlarım var sen olmasan, yada arkadaşların var bir tanesi yapsın diyebilirsin. Ama eskiden öyle değildi, devlette çalışırken tek sorumlusun. Tek sorumlu olduğun dönemde ihmal oluyor. Benim iki çocuğum var büyük olanı hiç doktor olmak istemedi, küçüğü doktor olsam da beyin cerrahi düşünmüyorum dedi.

Z: Eşiniz ne düşünüyor bu konuda?

Ç.Ç.: O Halk Sağlığı uzmanı ve ona da onu ben yazdırdım zaten. O kadın doğumcu olmayı düşünüyordu. Kadın doğumu çok seviyordu. Aman dedim bir de sen kadın doğumcu olursan öldük bittik yani. Ne çoluk ne çocukla ilgilenebiliriz, ne eğitebiliriz ne büyütebiliriz. Seni özlemeleri ayrı dert, beni özlemeleri ayrı dert. Aynı sıkıntılar onun için de geçerli, aile hayatı bir bütün. Yeni evli olduğum dönemlerde günaşırı nöbetteyim, düşünsene yeni evlisin; gezmesi, tozması, muhabbeti, sohbeti hepi topu 2 saat vakit ayırıyorsun sonra uyuyakalıyorsun. Sabahın dördünde kalk gel, bir sonraki günün akşamına kadar yine yoksun ve yeni evlisin, karı koca birbirinden soğur, ‘’ben senden boşanacağım.’’ der. Yani bu dönemleri yaşıyorsun. Sonra diyelim ki yavaş yavaş rahatlamaya başladığın dönemler, bu sefer çocuklar büyüyor yine aynısın senden yardım alacağı zaman yine alamıyor. Ama dediğim gibi bu zor olan kısımları. Bu, günün her saati her dakikası böyle değil, bazen sakin oluyor ameliyattan çıkmışsın günün iyi geçmiş hastan iyi, o gün nöbetçi değilsin, geziyorsun tozuyorsun. Hadi bu hafta sonu deniz kenarına gidelim, gidiyorsun; Kars’a gidelim gidiyorsun, kayağa gidelim gidiyorsun. Bunları da yaşıyorsun tabii. Ömrün çile ile geçmiyor. O kadar da değil.

Z: Hocam asistanken aynı zamanda okuyup kendimizi geliştirmemiz gerekiyor ya hem ameliyata gidiyoruz hem hasta bakıyoruz, o zamanı nasıl yaratıyorsunuz?

Ç.Ç.: Çok zor, kendinden feragat edeceksin. Başka çare yok ben çömezlik dönemimde çok az okuyabildim zaten. O da öyle bir okudum ki nasıl oluyor biliyor musun, hiç anlamadığım bazı konular oluyordu 2 dakika bakıvereyim diyordum. Özet el kitapları var, onlardan biraz bakıveriyorsun tamam, biraz aklına bir şey girince yeter fazlasına gerek yok. Ara kıdemlilik dönemimden sonra okuyabildim, en iyi okumayı da başasistanlık döneminde yaptım. Artık iyice kıdemlendik, hastalıkları iyice tanır hale geldik. O arada da geçmiş dönemdeki okumalarımız iyice yerleşti kafamıza. Daha geniş okuyacak vaktimizi bulduk. Çünkü artık çömezleri çalıştırıyorsun, sen daha geniş bir vakte sahipsin. Mesela bizde başasistanlık dönüşümlü yapılırdı. Bir ay ben, bir ay bir arkadaş. Ben başasistanlığı ona devrettikten sonraki ayın poliklinik ve acil sorumlusuyumdur. Poliklinik ve acil sorumluluğu diğeri kadar ağır değildi her gün olmasa da 2 gün 3 günde bir konuyu okuyacak vakti bulurdum.

Z: Asistanlık uzmanlık yardımcı doçentlik profesörlük şeklinde yükselirken maddi olarak gidişat nasıl?

Ç.Ç.: Giderek kötüleşiyor onu bir kere söyleyeyim. Asistanlığımda çok borcum vardı, çoluk çocuk masraf çoktu. Ne para biriktirme ne bir şey. Uzman olduktan sonra ilk defa biraz para kazanmaya başladık. O zaman bir de bu döner sermaye sistemi ilk defa gelmişti ve çok net söylüyorum ilk çıktığındaki performans sistemi ile şu anki performans sistemi arasında dağlar kadar fark var. O zamanki çıkış amacı performansının karşılığını ödeyecek şekildeydi. Ne kadar güzel, ne kadar çok çalışırsan emeğinin karşılığını alabiliyordun. Paramız da kıymetliydi. Dolayısıyla ben ilk defa o zaman para kazandım. Sonra o kazandığımız parayla ilk defa bir ev aldık. Arabamızı değiştirebildik. Çocuklar için daha rahat oldu, borçlarımızı ödedik falan. 5–6 yıllık uzmanlıktan sonra özel hastaneye geçtim, bir buçuk yıl da özel hastanede çalıştım. Ve benim ömrümün o bir buçuk senesi en iyi kazandığım dönemdir. Hem Erzurum’da Doğu Anadolu’da tanınmıştım insanlar benim cerrahimin nasıl olduğunu biliyorlardı. Özellikle bana gelmek isteyen çok hasta vardı. Bunun avantajını da yaşadım. Sonra akademiye girince yeniden düz bir standarda iniyorsun. Ve şu anda geldiğimiz nokta, ben 2003'te uzman oldum, 2004’te döner sermaye uygulaması çıktığında aldığım döner sermaye neyse şu anda 2020’de de aldığım döner sermaye aynı. Yani doların yükselmesi enflasyonun yükselmesi derken aldığımız miktar giderek eridi.

Eskiden önce senin emeğini ödüyorlardı. Şimdi diyorlar ki: önce borçlar ödenecek, sonra döner sermayeden çalışan personelin parası ödenecek, daha sonra SGK’nın ödemediği hastaların masrafları ödenecek, kalan parayla da senin emeğin ödenecek noktasına geldi. O yüzden de düşe düşe düşe, şu anda çok iyi pozisyonda değil. Çok şükür elbette, ama Bu iş devlette giderek kötüye gidiyor. Doların yükselmesi enflasyon farkını göz önüne alırsak ben şimdi eskinin 10 katını kazanmam gerekiyor ama nerede aynısını alabilirsek şükrediyoruz. Mesela İstanbul’da özel hastanede çalışsam, çok iyi biliyorum ki en basit bir bel fıtığı ameliyatından bile ortalama 15 bin lira para kazanırım. Ama biz bu ameliyatı üniversite hastanesinde ücretsiz yapıyoruz. Eğer hasta bize gelip ben şimdi hemen ameliyat olmak istiyorum, parasıyla dese bile bu hastadan 1300 lira ücret alınıyor, biz cerrahlara sadece 300 lirası kalıyor.

Z:Peki hocam bütün bunlar varken özel hastaneye geçmeyi hiç düşünmediniz mi?

Ç.Ç: Düşünmüyor değilim düşünüyorum tabii ki. Şimdi devletin politikalarının zamanla değişmesiyle özel hastanelerin politikaları da değişti. Vaktiyle devletten iyi döner sermaye aldığımız dönemlerde doktorlar devletten özele kolay kolay geçmek istemiyorlardı. Şu anda ben biliyorum ki İstanbul’da hastanelerde 500 lira döner sermaye ücreti alan doktorlar var ve 5000 lira da maaşı olsa, 5.500 lira aylık ücreti olduğunu varsayalım. Özel hastane de bu kişiye diyor ki senin aldığın ücret zaten 5.500 lira ben sana 6 bin lira vereyim. Yani devletle hemen hemen aynı ücreti veriyor ve de bunu aylık olarak düzenli yatıran güvenilir hastanelerin sayısı giderek azalıyor. Bu güvenilir hastaneler de şu anda çoğunlukla sadece maaşını ödüyor. Herhangi bir prim ödemek istemiyorlar. Şu anda yeni trend özel bir hastanenin ameliyathanesi ile anlaşıp muayenehane açmak oldu. Böylece hasta muayenehaneye geldiğinde sen ameliyat için istediğin ücreti söylüyorsun ve hastadan ayrıca ameliyathanenin kira bedelini talep ediyorsun.

Z: Peki hocam günlük sosyal hayatınızda problemler yaşadığınız zamanlarda bu durumlar ameliyathaneye yansıyor mu?

Ç.Ç.: Yansıtmamaya gayret etmek lazım ama yansıdığı da oluyor. Bir cerrahın şunu sağlaması gerekiyor. Ameliyathane de dünya ile bağını koparacaksın. Ben annemi ameliyat ederken bana dediler ki “Yahu olur mu insanın annesi bu, ya elin titrerse, annen bu şimdi, sen orada kökünü, sinirini kesersen ne olacak? Elin titriyor falan… Sen girme boşver başkası yapsın. Bir an dedim ki gerçekten olabilir. Anneme bunu dedim. Annem dedi ki; ‘’Oğlum sen yapmayacaksan o zaman ameliyat olmuyorum.’’İyi tamam yapıyoruz dedim, girdim yaptım ve vakanın sonuna kadar benim için hastaydı sadece o kadar, annem değildi. Orada laminası olan, pedikülü olan, sinir kökü olan bir hasta. Bitti, uyandı, hakikaten ayağını da acıtarak çizdim ilk etapta, uyanmasını beklemedim ki ayağını çekiyor mu çekmiyor mu diye. Bunu sağlaman gerekiyor. Ameliyathaneye girdiğinde en azından şu var: Hastanın başına geçtiğin zaman dünyayı unutman lazım. Ne olursa olsun. Eğer kafan dertle doluysa olmaz, mutlaka hata yapıyorsun. Buna rastladım çünkü.

Z:Peki diyelim ki bir hata yani bir sıkıntı başımıza geldi. Bizi nasıl bir süreç bekliyor?

Ç.Ç.: Çok ağır süreçler bekliyor. Öncelikle bu bir komplikasyonsa komplikasyon yönetimini iyi yapmanız gerekiyor. Eğer komplikasyon yönetimini iyi yapmış olmanıza rağmen hastada sakatlık ya da ölüm meydana gelmişse sorun yok. Bu iyi sonuçlanır, yani sen bunu bilerek, kasten yapmadın. Bu bir komplikasyondu ve komplikasyonun ortaya çıktığını erken fark ettin, gördün, müdahale ettin. Elinden gelenleri yapıp yapmadığın inceleniyor çünkü ve yapılması gereken her şeyi yapmışsan sorun yok ama bu bir komplikasyon değilse eğitim eksikliği, bilgi ve beceri eksikliğiyse ağır ceza var. Eğer bu bir komplikasyon olmasına rağmen sen bunu iyi yönetememişsen işte o zaman çok kötü.

Mesela bir bel fıtığı ameliyatı yaptın, hasta çıktı, şiddetli ağrıları var, karnı ağrıyor, distandü falan… ‘’Ya işte geçer geçer bir şey olmaz. Ben polikliniğe gidiyorum arkadaşlar.’’ Sonra oradaki hemşireye: ‘’Bir sorun var mı?’’ O da ‘’Yok hocam yok.’’ Akşam bir telefon gelir ’’Hocam hasta kötüleşti, soluk! Hemogram baktık, 2–3’e düşmüş. ‘’Ne olmuş buna kanamış, kalp damarı çağırın!’’ Kalp damarcı apar topar evden geldi. Eee hasta öldü. İntraabdominal kanama, büyük arter yaralanması. Sen diskini yaparken oradaki damarı yaraladın ama fark etmedin, umursamadın, ilgilenmedin, başında durmadın, geç fark ettin, işte o zaman çok ağır ceza. Bak mesele hata yapmak değildir, hata sonrasındaki yönetim. Her doktor hata yapacaktır çünkü hatasız kimse yok bunu minimize etmek için elinden geleni yapıyorsun. Sonra da hastayı iyi takip ediyorsun. Bir problem ortaya çıktığında problemin çözülmesi için yapılması gereken prosedürlerini iyi takip ediyorsun, sorun yok o zaman. Sen elinden geleni yaptın tamam olabilir böyle şeyler. Ama ihmal etmişsen, prosedürü takip etmemişsen, bakmamışsan, gerekenleri yapmamışsan o zaman hatalısın. O zaman yanlış ameliyat yaptın diye değil o komplikasyon ortaya çıktı diye değil iyi yönetemedin diye hatalısın.

Z:Bu ceza ne kadardır?

Ç.Ç.: Değişiyor tabi. 500 bin lira, 1 milyon lira, 1 buçuk milyon lira, hapis cezası, meslekten mene kadar gider.

Z:Bu paranın hepsini bizim mi ödememiz gerekiyor peki?

Ç.Ç.: Sigortalandığımızı söylemiştim.750 bin liralık, 1 milyonluk sigortalarımız var. Ama sigortalar bunu ödememek için türlü türlü şartlar koşar. Ben sana bu parayı ödemek için senin dosyanın inceleyeceğim, dosyada eksik bulursam ödemem. Hemoglobini bile bakmamış olsan: Niye bakmadın buna bakmadın ödemiyorum, diyebilir. Kaskoda şu vardır, bir trafik kazası yaparsın hatalı da olsan kasko öder. Sen primini öyle yapmışsın, yüzde yüz hatalı da olsam ödeyeceksiniz. En fazla ne olur: bir sonra senin indirimini yapmaz mesela. Bunlar öyle değil: bunlar yaparken diyor ki: ‘’Sende bir problem olursa bu problemini 750 bin liraya kadar öderim. Ama bunu ödemek için de dosyayı incelerim. Dosyada bir hata olmaması gerekir.’’

Z:O zaman komplikasyon olmuş olmuyor mu, malpraktisten ziyade?

Ç.Ç.: Öyle demeyelim o ayrı bir şey. Komplikasyon ve malpraktis farklı şeyler. Mesela gerçekten hastanın hastalığı öyle basit olabilir ki normalde hemogram bile bakmaya gerek yoktur. Yani neredeyse hiç kanamaması lazım, tahmin etmezsin ama çok kanar. Buna rağmen genellikle bir şey olmaz. İntraabdominal yaralanma olmadığı sürece bel fıtığı kanamasından ölen yoktur. Ama abdominal bölgedeki arter, ven yaralanması hariç. Bunun olduğunu varsayalım. Hasta ameliyattan çıktı, sen çıkışındaki durumunun kötüleştiğini gördün, biraz da geç gördün varsayalım. Sen hemen hemoglobin istedin ama girişte hemoglobin istememişsin. Unutmuşsun. Aslında her şeyi doğru yaptın, sigorta şirketi ona bakmıyor. Sigorta şirketi ‘’Nereden bu adama bu parayı ödemem.’’ diye bakıyor. Davayı değerlendirirken sen ameliyattan sonra hemoglobinine bakmışsın, kalp damarcılar gelmişler, belki 1–2 saat gecikme olmuş olabilir ama o bile gözardı edilebilir. Hekim haklıdır denilebilir ama sigorta şirketi der ki ‘’Yok kardeşim buna bakmamışsın ödemiyorum ya da yarısını ödemiyorum. O başka şey…

Z:Sizin böyle bir dava süreciniz oldu mu?

Ç.Ç.: Çok şükür hiç ceza almadım. Ama dava sürecimiz var tabi. Herkesin olmuştur.

Z: Son olarak özel tavsiyeleriniz var mı bize?

Ç.Ç.: Arkadaşlar mutlu olacağınız bölümü seçin. Seçtiğiniz bölümde de mutlu olun. Gerçekten bir bölümü severek girerseniz orada iyi iş çıkarırsınız. İyi iş çıkarttıkça daha çok seversiniz. Bunlar oldukça mesleği en azından incelikleriyle öğrenirsiniz. Bir de mesela sonradan pişman oldum demenin aslında karşılığı şudur: İşi kötü yapmaya başladıysan pişman oluyorsun. Ne kadar iyi yaparsan, inceliğini öğrenirsen, ne kadar mükemmelliyetçiysen o kadar da mutlu oluyorsun. Bir ikincisi de para kazanmak tabi. Sonuçta herkesin ekmeği, evi geçindirecek. bir iş yapıyorum, mükemmel yapıyorum ama para kazanamıyorum. Bir süre sonra o da mutsuz etmeye başlıyor. Ama uzun vade de tıbbın hangi bölümü çok mutlu eder, çok para kazandırır şuan onu da bilemiyorum. Bir dönem kadın doğumcular çok iyi para kazandılar, şimdi beklentinin altına kaldı. Bir de zor branş. Dermatologlar belki en rahat bölümde. Plastik cerrahlar özelde şartları oldukça iyi. Ben İstanbul’da yaşıyor olsaydım kesinlikle devlette çalışmıyor olurdum. İstanbul’u da hiç düşünmedim ama İstanbul’da çalışsaydım belki de çok zengin olacaktım. Gerek var mı ona da, gerek yok diye düşünüyorum. Evim var mı, var; arabam var mı, var; çocuklarım büyümüş mü, okutmuş muyum, bir noktaya getirmiş miyim; önemli olan bu.

Z:Kadın asistanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Çok yoğun…

Ç.Ç.:Ben aslında bayanlar için her zaman şunu tavsiye ederim: tıbbın belli bölümleri çok yıpratıcıdır. Daha hafif bölümleri seçin, kendinizi yıpratmayın. Yani bayansınız, narinsiniz, eşiniz var, çocuklarınız olacak. Ne gerek var bi de o kadar yıpranmaya diye düşünürüm. Ama bunu asla ve asla baskı unsuru olarak düşünmeyin. Beğendiğiniz, hoşunuza giden, gönlünüzden geçen branş neyse ona gidin tabi. Cerrahi olabilir bu tabi niye olmasın. iki türlü düşünmek lazım ömrümün sonuna kadar mesleğime adayacağım, cerrahiye adayacağım, mükemmel işler çıkaracağım, beyin cerrahı olacağım mesela, stresine de katlanacağım ama evlenmeyecek misin evleneceksin. Eşin var, yarın çocukların olacak, çocuklar küçük olacak, bunlar yavaş yavaş büyüyecekler, anneden bir şeyler bekleyecekler. Eşin senden bir şeyler bekleyecek, sen eşinden bir şeyler bekleyeceksin. Doğal olarak da bir süre sonra aşırı yıpranmışlık seni yoracak. Daha hafif bölüm mü olsaydı demeye başlayacaksın. Bunu belki de mesleği sevmediğin için değil bu yorgunluğun, yıpranmışlığın karşılığı olarak düşüneceksin. Yoksa kesinlikle kadın-erkek fark etmez, tıbba girdin hangi bölümü istiyorsan hangisinden keyif alacaksan sonuna kadar da gitmeni tavsiye ederim çünkü o branşa girdikten sonra en keyif aldığın branş, en yapmak istediğin branştır. Girdim, yapıyorum, asistanlık zor; “Olsun ne fark eder ya, ben keyif alıyorum!”. Ömrünün sonuna kadar da keyif alacaksın bu işten. Para bunun karşılığı olmayabilir.

Z: Bir de biz stajları gezerken işte o ortam, hocalarımızın bize davranışları, asistan abi ve ablalarımızın davranışları bizi çok etkiliyor. Sanki o alanı sevmişiz gibi bir izlenim bırakıyor bizde. Ama işte o izlenimle çıkıp başka bir yere gittiğimizde, o ortam olmadığı zaman pişman olma ihtimalimiz de bizi açıkçası korkutuyor.

Ç.Ç.: Her branşta var bu. çalışmaya başladığında güllük gülistanlık bir sürü mükemmel insan, “Ooo canım kardeşim, gel seni bir kucaklayayım…” demiyor. Gittiğin ister özel hastane olsun, ister devlet hastanesi olsun, rakipsin.’’Mesela bir kişi daha geldi, benim poliklinik sayım haftada 3’tü 2’ye düşecek. Bu ne demek döner sermaye azalacak, ne demek muayenehaneme gelen hasta sayısı azalacak. Ya benden iyi çıkarsa, ya cerrahi ya da dahili bilgisi çok iyiyse, dur bakalım nasıl birisi, ya uyumsuzsa; ya da nöbet yazacağım “Ben istemiyorum, kardeşim!” diyecek, belki kavga çıkaracak birisin. Dolayısıyla da rakiptir. Hiçbir zaman uzmanlıklarını alanlar gittikleri yerde aslında burası çok güzel, mükemmel demez. Hep bir kavga, dövüş, gerilim vardır. Öyledir. Yani gittiğiniz yerde hep gerileceksiniz. aile hekimi olarak bile gittiğinizi varsayalım. Sağlık ocağına seni verdiler, “ buranın kadrosu üçtü, sen dördüncü kişi niye geldin buraya? ‘’ Bu ne demek onun aile sayısı 3500’ken 3000’ne 2500’e düşecek belki de. Sana belirli sayıda ailenin bağlanması lazım. ona bağlı aile 3500’den 2500’e düşmesi, onun toplam maaşının düşmesi anlamına gelir. Niye düşsün diyecek. Huzur nerede var biliyor musun. Asistanlıkta bütün asistanlar aynı çileyi çektikleri için hani arada da çok uyumsuz birisi yoksa onlar birbirlerini severler. Yoksa her yerde rakipsin.

Z: Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Yayına Hazırlayanlar

Zehra Efe / İbrahim Barikan / Yusuf Onur Alptürk / Burak Hukkamlı / Gülseren Merve Yiğit / Özgecan Keleş

--

--