Avrupa’da Üçüncü Kez Bir Hayalet Dolaşıyor

Savinien
Zemheri
Published in
3 min readJun 29, 2017

Popülizm hayaleti. Son birkaç yıla kadar derin bir uykuda olan popülizm hayaleti Ortadoğu ve Afrika’dan gelen göç dalgası ve artan terör olaylarına müteakip yaklaşık bir sene önce Britanya’da hortladı.

Her şeyden önce Popülizm bir ideoloji değil. Dilimizde her ne kadar “Halkçılık” ile örtüşse de derin farklılıkları var. Laclau ve Mouffe gibi politik kuramcılar popülizmi “merkez-sağ ve merkez-sol partiler tarafından dışlanmış grupların kimliğini, çıkarlarını ve ihtiyaçlarını açıkça ifade ettiği bir politik oluş” olarak tanımlıyor. Bu oluşu ortaya koyan şey belli bir zümrenin veya kişinin kararı değil tamamen zamanın ruhu(zeitgeist). Bu zamanın ruhunu belirleyen, popülizmi tetikleyen birbirine eklemlenmiş birçok global parametre bulunuyor.

Küreselleşme, göç alan ülkelerdeki entegrasyon sorunu, oyun dışı kalan beyaz işçi sınıfı, göçün getirdiği çok renkli yapıya karşı kültürel muhafazakârlık, entegrasyon sorunuyla birlikte doğan gettolaşma ve suç oranındaki artış popülizmi kızıştıran sacın ayaklarını oluşturuyor ve kimlik siyasetine başvuran önderler birer kara sinek gibi bu açık yaralara konmayı ihmal etmiyor.

Sovyetler Birliği yıkılıp Soğuk Savaş sona erdiğinde serbest piyasa ekonomisi de galibiyetini ve tartışılmazlığını ilan etmişti. Savaşın bitimi yüksek nüfuslu Uzak Doğu’nun kapılarını açmış, ekonomik sınırları düşük gümrük vergileri ile adeta şeffaf bir duruma getirmişti. Bu nedenlerle küresel devlerin fabrikalarını Uzak Doğu ülkelerine taşıması hem Hong Kong hem de Singapur ve Tayvan gibi ülkeleri finans merkezlerinin yeni adresi yaparken şirketlerin yarattığı istihdam ile Çin gibi ülkelerde işçi sınıfının da refahı artmaktaydı. Peki ne oldu da bazı şeyler yolunda gitmedi? Bu ekonomik hakikatler ne oldu da çatlak vermeye başladı?

Aslında hikaye çok daha eskiye dayanıyor. Sanayi Devrimini erken tamamlamış İngiltere’nin perifer şehirlerinde 20. yüzyılın ortasına kadar beyaz işçi sınıfı pastadan hatrı sayılır bir pay alıyordu. 1913 yılında Manchester kenti dünya pamuklu ürün imalatının %63'ünü sağlıyor; Sheffield, Blackpool gibi kentlerde ağır sanayi ürünleri üretiliyor ve demir-çelik fabrikaları bu kentlerde barınıyordu. Yüzölçümü bazında Iğdır büyüklüğünde olan Sheffield kentinde bugün 25 milyon ağaç bulunuyor. Bu ekolojik örnek bile aslında şehrin ekonomik dönüşümü için açık bir emsal.

Fabrika ve şirketlerin Uzak Doğu pazarına kaymasının akabinde Avrupa’daki sanayi kentler istihdam sorunu ile karşı karşıya kaldı. Manchester kenti kültürel, hizmet ve eğitim yönünden gelişmiş bir kent olmasıyla açıkta kalan işçilerini hizmet sektörüne kaydırabildi fakat diğer kentler için bu tarife geçerli olmadı. Bu kentlerdeki işsizlik, düşük gelir seviyesi ve ülkedeki diğer metropollerle ilişkisinin kalmaması onları kapalı bir toplum olmaya itti ve sosyokültürel olarak eksik kaldılar.

Soğuk Savaş’ın bitiminin ekonomik kabulleri ortaya koymasının yanında politik, insani ve toplumsal kabulleri de beraberinde getirdi ve böylece Avrupa Birliği kurulmuş oldu.

İngiliz sosyolog Anthony Giddens 90'ların başında dünyanın seyrine binaen Üçüncü Yol adını verdiği politik kuramı ileriye sürdü. Buna göre artık dünyada sağ ve sol adında iki ayrı yönelim olmayacaktı, bu kuram liberal sağ ekonomi politikalarını içinde eritirken solun adalet ve insan hakları yanını kapsayacaktı. İngiliz aydınları asıl gayenin “tek ulus politikası” yaratmak olduğunu ve “hem otoritesiz hem de temsili bir demokrasi” olduğunu söylediler. Öyle ki kim temsili bir demokrasiyle seçilirse seçilsin içinde bulunduğu Avrupa Birliği’nin ekonomik kararlarına ve Kopenhag Kriterleri’ne uymak zorundaydı. Böylece seçimlerin çok bir esprisi kalmıyordu. Avrupa’nın orta ve üst sınıfı, etnik azınlıklar ve inanç grupları farklı kültürleriyle hep birlikte bir ütopya kıtasında yaşıyorlardı. Fakat her masalda birileri mutsuz olmak zorundaydı.

Bu noktada uygun ortamı bulunca türeyen mantar misali popülist liderler baş gösterdi. Fakat vaat edebilecekleri bir ekonomik, sosyal model yoktu. Zaten kurulu düzen olgular üzerine inşa edilmişti. Böylece siyasilerin elinde körükleyebilecekleri “irrasyonel bir nefret” kaldı. Siyasiler kitleleri etnik gruplara karşı politize etmek için kimlik siyasetini kullandı. Göçmenleri hayatlarını, işlerini ellerinden almaya gelen yabancılar gibi gösterdiler. Hollanda’da son seçimi kaybeden Geert Wilders Hollanda’yı Hollandalılara geri vereceğini ve Faslıları ülkeden kovacağını söylemişti.

Ülkelerini yönetenlere ve Avrupa Birliğine karşı ise “bu elitler bizi işsiz bıraktı! Brüksel’deki bürokratlar bizim hayatımıza müdahale edemez!” gibi retorikler üzerinden siyaset yürütüldü. En son işler Brexit’e (Britanya’nın Avrupa Birliği’nden ayrılma referandumu) kadar gittiğinde “ayrılma” yönünde oy kullananların birçoğu bu demeçlere inanıyordu. Bir de inanmadığı halde Londra’daki beyaz yakalılara tokat atma niyetinde olan insanlar vardı. Bu insanlar yıllar önce Sheffield, Blackpool ve Sunderland kentlerindeki insanlardı. Bu kentlerde “ayrılalım” oyu önde çıktı; hem geçmiş kuşağın hem de çocukları için intikam almış oldular. Bu bir zafer mi? Bence değil, olsa olsa buna “Pirus Zaferi” demek daha uygun.

NYT, Sunderland’da, referandum akşamı, bir işçi sınıfı pub’ını anlatıyor. Sunderland de bu ekonomik olarak göçen kentler arasında. Televizyon sonuçları veriyor: Borsa düşüyor vb. Yaşlı bir işçi, tezgâhı yumrukluyor, “Benim hissem yok! Bankada param da yok! Olanlar düşünsün!” diye bağırıyor. Bütün pub ahalisi onaylıyor.

Mustafa Cem Cemaligil

--

--