Birtakım Yüksek Rütbeli Aymazlıklar

Anıl Sekitmen
Zemheri
Published in
4 min readSep 18, 2019
Photo by Ari Spada on Unsplash

Ne zaman dedi adam, ardından başını göğe kaldırdı. Gözünü alamıyordu yıldızlardan, ne de güzel sıralanmışlardı yan yana, art arda veya bir kol mesafesince belki de, yıldızların kolu olur muydu bunu da bilmiyordu gerçi daha önce herhangi bir yıldızla tanışmamıştı. Esen rüzgar dikkatini dağıttı. Şimdi gölün dalgalanmasıyla hareket eden yansımaları izliyordu. Sağa, sola sonra tekrar sağa. Yansıma dedi, “Gökteki yıldızların ve şehirdeki lambaların tek ortak noktası. Tıpkı ben ve sen gibi. Ne muazzamdır ki bir imparatorluğun gölgesinde huzur içinde yaşamak ve yine ne berbat bir şeydir ki aynı imparatorlukta aynı bedende var olamamak. Yıldızlar demiştim ya hepsinin de bir ömrü var. Zamanı gelince onlar da tıpkı insanlar gibi tıpkı biz sefil, gaddar, huysuz, zengin, fakir, rahatsız, rahatı yerinde bazen tok bazense aç ve bitap düşmüş insanlar gibi ölürler, ancak yine de çoğunun ölümü bizim sefillerimiz gibi olur çünkü gerçekte ölen ancak sefillerdir. Kime anlatıyorum ben, beni duyduğunu bile sanmıyorum oysaki.” Şimdi yine göğe çevirdi başını umarsızca, yorgun bakışlarını aya dikti. Bu sırada esen rüzgar biraz keyif de veriyordu doğrusu uzun zamandır böylesine oturmamıştı bir başına. “İnsanlar ancak kendilerinde gördükleri şeyleri anlayabilir. Bu yüzden her gün aynaya bakarlar, kendilerini görebildikleri için. Her sabah kendilerini anlamanın hazzına kapılarak başlarlar güne.” Ne kadar acınası bir davranış, diye düşündü. Gördüğü her aynayı kırardı, tabi biri hariç onu kıramamıştı. Bu hareketinden dolayı onu şikayet edenler, tabi ki onu anlamadıkları için yapmışlardı bunu size söylemiştim bir davranış sadece kendileri de yapıyorsa normaldir, onun yargılanmasını istemişlerdi. Çıkarıldığı mahkemede sanıkların kendisine çekidüzen vermesi için koyulduğu belli olan bir ayna vardı. Ayna ki ne ayna! Hani şöyle dokunsan da bir yerini çizecek olsan, onu da geçtim yanlışlıkla köşesine bir leke bile bıraksan seni idam sehpasına götürebilecek cinsten okkalı bir şey! Bak işte yine aklına geldi o an, nasıl da suratı düştü. Çevirdi başını aydan. Zaten bu gece o kadar da parlak değildi. Her gece dolunay olur, bu gece olmayası tutuyor. Sen dedi, yıldızlarla yarışabileceğini sanarak zaten çoktan sönmeyi hak ediyorsun. Biraz da uzanmak istiyordu üzerine oturduğu çimlere ama belli ki akşamdan sulanmış çimler buna izin vermeyecekti. Gecenin sessizliğini çok az şey bölüyordu. Bunlardan birisi de çalıların içinden gelen derin çekirge sesleriydi, nefret ederdi onlardan. Evet onlardan da. Onlar değil mi ki zaman zaman istilalar yapan. Şimdiyse burada ahkam kesiyor, masum ayaklarına yatıyorlardı. Bazı yüksek rütbeli memurları hatırlatıyordu ona, birkaç dairede vardı böyle tanıdıkları. Memurluk dışında pek de öyle parlak meziyetleri olmayan insanlardı bunlar. Sabah akşam demeden rüşvet, hilekarlık, düzenbazlık peşinde koşar, denetlemeye çıkınca da namuslu rolünü oynarlardı. Haklarını teslim edeyim ki pek maharetlilerdir bu rolde, öyle ki ödüle layıktırlar.

Bir yıldız parladı gökte aniden ya da o henüz fark etmişti. Daha önce onu neden göremediğini anlayamadı. Zaten bu esen rüzgar her şeyi mahvediyordu. Keyif veriyordu vermesine ama bu kadar da yorulmazdı ki insan canım. Esiyor da esiyor. Biraz daha. Yapraklar uçuyor, dallar birbirine çarpıyordu. Zaman gecenin değişmeyen renk tonu içinde sanki hiç akmıyordu. Böyle zamanlarda yapayalnız kalpler daha da yalnızlaşır, tutunacak bir dalı olanlarsa dallarını kaybederdi.

Güneş görünmüş, rüzgar ortadan kaybolmuştu. Bir kedi bir fareyi, bulutlarsa birbirini kovalıyordu. Kısacası bir gün ne kadar olağan olabilirse o kadar olağandı. Memurlar rüşvet yiyor, çocuklar okula gidiyor, katiller cinayet işliyor, manavlar sebze satıyordu. Gün tüm parlaklığıyla ulu orta serpilmişti. Adam uyuyakaldığı çimenlikte açtı gözlerini. Karnı acıkmıştı. Elini cebinde şöyle bir gezdirdi, her zaman biraz bozukluk bulundururdu yanında ne olur ne olmaz diye. Ama yoktular, yok canım şu kadarcık paraya tamah etmezdi buranın hırsızları, düşürmüş olacak herhalde. Üzerindeki otları temizleyip meydana doğru yürüdü. Belki birisi bu adama acır da bir kap çorba verirdi. Bunun komik bir düşünce olduğunun farkındaydı, bu her zaman komik bir düşüncedir ama bununla keyifleniyordu işte. Biraz daha yürüdü. Çorbacının önüne geldiğinde, dükkanın sahip olduğu eski döşemelerin sivri hatlarına bayılırdı, içeriye bir bakış attı. Sahibini tanıyordu ne de olsa, istese bir değil beş kap çorba dahi içebilirdi. Gülümsemekle ve döşemelere attığı kaçamak bakışlarla yetindi. Şu zamanda böylesi zevkli şeylere kaç kişi ilgi duyardı ki, seviyordu bu adamı. Ne yapacağını bilemez halde ilerledi. Bir çeşmeden kana kana su içti. Midesi bulanırdı birazdan en iyisi serin bir ağaç gölgesinde biraz daha kestirmekti, biraz daha. Onu belki de çeşmeye gelene kadar mübalağa etmiyorum altmış üç kişi falan görmüştür. Birisi de selam verip neyin var dememişti. İçerledi biraz. Bu uykuya dalmasını da kolaylaştırıyordu.

Böylesi zamanlarda yalnızlar yapayalnız kalır, peki ya zaten yapayalnız olanlar? Bu bozuk düzen içinde yaşamak bir manada düzeni meşrulaştırırdı ancak yine de umut her zaman vardır, kimin için mi, doğuştan soylular ve sonradan yüksek rütbeliler için.

Adam uyandı tekrar. Birkaç gün geçmişti bu döngü içinde. Yine rüzgar çıkmıştı. Kafası zaten bulanıkken işini hiç de kolaylaştırmıyordu. Sanıyorum akşam vaktiydi yine, evet güneş pek bir gizliyordu kendini. Hanımeli çiçeğinin kokusunu alıyordu oturduğu gölün kıyısında. Umutsuzdu. Umut onun için değildi ne de olsa aksi düşünülemezdi yani. Hem bazı fena işlere de kalkışmıştı. Onu yine mahkemeye çıkarmışlar, aynı aynanın önüne oturtmuşlardı. Dayanamamıştı bu sefer, bunun dokunduğu son ayna olacağını bile bile yaptı hamlesini. Pat. Onlarca parça. Yerde. Tuzla buz. Yüksek rütbeli memurlar ve bazı emir erleri onu tutamadan çıkmıştı oradan. Bu gölün kıyısına sığınmıştı. Çok geçmeden bulurlardı onu, bozuk düzeni işleten bu sözde namuslu memurlar. İşleri buydu. Gelip ona o çok sevdikleri rolü oynayacaklardı. Çok pahalı bir aynayı kırmak suçundan idam edilecekti. Dışarıda onca büyük ve affedilemez suç işlenirken, onlar görmezden gelinecek ve ölenler her zaman sefiller olacaktı. Doğanın değişmez yazgısı olan seçilim namuslu(!) eller tarafından işletilecekti. Gönlümüz rahat olsundu.

Birazdan birkaç adam koşarak gelip ellerini kaldırmasını ve kıpırdamamasını söyleyen buyruklar savurdu. Ellerinde silahları üzerlerindeyse düzgün görünmesine dikkat ettikleri çok belli olan üniformaları vardı. Adam koyu karanlıkta başını kaldırdı ve ne zaman, dedi. Beni ne zaman asacaksınız?

--

--