kitap kadar tatlı olan içindeki eskizlerden biri

GÖĞÜ DELEN ADAM - Pazar Pasajı

Anıl Sekitmen
Zemheri
Published in
6 min readMar 4, 2018

--

Papalagi denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama sözcüğü sözcüğüne çevrilirse “göğü delen” anlamına gelir. Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti.Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip geçmişti.

Papalagi Tanrı’yı Yoksullaştırmış

Papalagi’nin son derece kendine has ve karışık bir düşünce tarzı vardır. Nasıl yaparım da bir şeyi kendim için kullanırım ve bu kullandığımın hakkı da benim olur diye düşünür. Bütün insanların yararını değil, bir tek kişinin yararını düşünür hep. Bu tek kişi de kendisidir.

Biri kalkıp dese ki “Bu kafa benimdir, benden başka kimsenin olamaz”, doğrudur, onundur gerçekten, kimse sesini çıkaramaz. Elin sahibinden başka kimsenin o el üstünde hakkı yoktur. Buraya kadar Papalagi’ye hak veriyorum. Ama o bununla kalmayıp yalnızca kendi kulübesinin önünde yetişti diye “Bu palmiye benimdir” diyebilir. Sanki onu yetiştiren kendisiymiş gibi. Oysa palmiye kesinlikle onun değildir, asla. Onu yerden çıkartıp bize uzatan Tanrı’nın elidir. Tanrı’nın birçok eli vardır. Her ağaç, her çiçek, her ot, deniz, gökyüzü, gökyüzündeki bulutlar bütün bunlar Tanrı’nın elleridir. Onları tutabiliriz, varlığına sevinebiliriz, ama kalkıp da, “Tanrı’nın eli benim elimdir” diyemeyiz. İşte, Papalagi’nin yaptığı budur.

Bizim dilimizde “Lau” benim demektir, ama aynı zamanda da senin demektir. Oysa Papalagi’nin dilinde bu senin ve benim gibi aynı anlama gelen tek bir söz bile yoktur. Benim olan yalnızca ve tek başına bana aittir, senin olan ise yalnızca ve tek başına sana. Onun için Papalagi kulübesinin çevresindeki her şeye “benim” der. Bunlar üstünde bunlar dışında kimsenin hakkı yoktur. Bir Papalagi’nin yanında bir şey görsen, diyelim ki bir meyve, bir ağaç, su, orman ya da bir yığıncık toprak, hemen orada biri biter ve “benim onlar” der. “Benim olana dokunmayacaksın sakın!” Ama diyelim ki yine de dokundun, hemen bağırmaya başlar, sana hırsız der. Bu sözün anlamı çok kötüdür. Yalnızca birinin “benim”ine dokunduğun için olur bunlar. Arkadaşları ve büyük şefin yardımcıları başına üşüşürler, zincire vururlar ve seni *Fale pui pui’ye atarlar. Ömrün boyunca da hor görürler seni.

Birinin, kendisine ait olduğunu söylediği bir şeye bir başkasının dokunmaması için, o şeyin ona ait olup olmadığı özel yasalarla, titizlikle saptanır. Avrupa’da bu yasaların çiğnenmemesini gözetmekten başka hiçbir iş yapmayan insanlar vardır. Papalagi’nin aldığı bir şeyi kimse ondan almasın diye. Papalagi bu yolla kendini öyle bir inandırır ki, sanki o hak gerçekten kendisininmiş, sanki Tanrı bunun mülkiyetini bütün zamanlar için ona devretmiş gibi. Sanki palmiye gerçekten ona aitmiş gibi ya da ağaç, çiçek, deniz, gökyüzü, gökyüzündeki bulutlar ona aitmiş gibi.

Papalagi, bu tür yasalar yapmak, çok sayıdaki “benim”leri için koruyucular tutmak zorundadır. Böylelikle çok az “benim”i olan ya da hiç olmayanlar, onun “benim”lerinden alamazlar. Çünkü, nerede ki birileri her şeyi ele geçirir, orada elleri boş kalanlar da mutlaka olur. Herkes bilmez çok sayıda “benim”e ulaşmanın hilelerini ve gizli işaretlerini. Üstelik bir tür cesaret de gerektirir bu iş, ki bu da bizim onur dediğimiz şeyle pek bağdaşmaz. Tanrı’yı gücendirmek, onun her şeyini almak istemedikleri için ellerinde az şeyi olanlar en iyi Papalagi’lerdir muhtemelen. Ama bunlardan pek çok bulunmuyor.

Çokları utanmazca Tanrı’yı soyup soğana çevirirler. Başka bir yol bilmezler. Hatta kötü bir şey yaptıklarının bile farkında değillerdir. Çünkü hepsi,düşünmeden ve utanç duymadan aynı şeyi yaparlar. Kimisi daha doğar doğmaz bütün “benim”lerini babasından alır. Ne derseniz deyin, Tanrı’nın pek bir şeyi kalmamış, insanlar her şeyini almışlar ve kendi “benim”lerini, “senin”leri haline getirmişler. Birileri çıkıp daha fazla istediği için, Tanrı, güneşini bile herkese eşit dağıtamıyor. Birçokları gölgede küskün ışınları yakalamaya çalışırken , pek azı güzel ve büyük güneşli alanlarda oturuyor. Tanrı, büyük evinde en yüce **alii sili olmadığından, Tanrı’lığının keyfini bile doğru dürüst süremez. Papalagi “her şey benim” diyerek tanımazdan geliyor onu. Gerçi her ne kadar kafasını yorsa da, o kadar derin düşünemez Papalagi. Tersine, yaptıklarının dürüst ve hakça olduğunu anlatır. Oysa Tanrı’nın önünde, bütün bunların ne dürüstlükle ne de hakça olmakla ilgisi vardır.

Doğru düşünseydi, elimizle sıkı sıkıya tutamadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da. Sonra, Tanrı’nın bu büyük evini herkes içinde kendine bir yer bulsun ve mutlu bir yaşam sürsün diye verdiğini de görebilirdi. Bu evin yeterince büyük olduğunu, herkesin payına bir lekecik de olsa güneş ışığı, bir tutam mutluluk düşeceğini; herkes için hiç yoksa küçük bir palmiye gövdesi ve tabii ayaklarını basabileceği bir yer olduğunu görebilirdi. Tanrı’nın istediği ve belirlediği şekilde Tanrı nasıl olur da çocuklarından birini unutur? Ama yine de birçokları, Tanrı’nın onlara bahşettiği topraktan küçük bir parça edinmek için didinip durur.

Papalagi, Tanrı’nın buyruklarına kulaklarını tıkayıp yerine kendi yasalarını getirdiği için Tanrı da onun mülklerinin üstüne bir sürü düşman salar. Onun “benim”ini bozsun diye yağmuru ve sıcaklığı, yaşlılığı, ufalanmayı ve çürümeyi gönderir. Hazinelerinin üstüne ateşin gücünü ve fırtınaları yollar. Ama hepsinin ötesinde, Papalagi’nin ruhuna korkuyu yerleştirir. Ele geçirdiği şeylerin korkusudur bu. Papalagi’nin uykusu hiçbir zaman derinleşemez. Gündüz topladıkları gece uçup gitmesin diye uyanık olması gerekir çünkü. Ellerinin ve duyularının, “benim”lerinin en uç sınırına kadar uzanması lazımdır. Bütün benimleri nasıl da başına bela olur, onunla alay eder ve şöyle der: “Sen beni Tanrı’dan aldığın için ben de sana eziyet ediyorum, acı çektiriyorum”

Ama Tanrı, Papalagi’ye korkudan daha beter bir ceza vermiş. Çok az “benim”i olan ya da hiç olmayanlarla, bütün “benim”leri toplayanlar arasında sürüp giden bir savaş sarmış başına. Bu savaş yıkıcıdır, çetindir ve sabah akşam durmak bilmez. Bu savaş herkese acı verir, yaşama sevincini kemirir. Sahip olanlar vermek zorundadırlar, ama hiçbir şey vermek istemezler. Sahip olmayanlar ise sahip olmak isterler, ama hiçbir şey alamazlar. Üstelik bunların da ulvi savaşçılar oldukları pek söylenemez. Ya soyguna geç kalmışlardır, ya beceriksizdirler ya da ellerine fırsat geçmemiştir. Her şeyi Tanrı’nın ellerine teslim etmeyi öneren bir çağrı hemen hemen hiç duyulmaz.

Ah kardeşlerim, bir Samoa köyünü içine alacak kadar kulübesi olup da bir yolcuya tek geceliğine bile çatısının altında yer vermeyen adam hakkında ne düşünürsünüz? Elinde koca bir hevenk muz olan, ama karşısında açlık çekip yakaran birine bir tane bile muz vermeyen adam hakkında ne düşünürsünüz? Gözlerinizdeki kızgınlığı, dudaklarınızdaki aşağılamayı görüyorum. Papalagi her saat bunu yapar. Yüzlerce döşeği olsa döşeksiz birine bir tanesini bile vermez. Üstüne üstlük bir de döşeği olmadığı için karşısındakini suçlar, sitem eder. Kulübesi, çatısının en yüksek noktasına kadar yiyeceklerle dolu olabilir, ***aiga’sına yıllarca yetip de artacak kadar; ama çıkıp yiyeceği olmayan solgun ve aç birini aramaz. Oysa aç ve solgun olan bir dolu Papalagi vardır.

Palmiye olgunlaşınca yapraklarını ve meyvelerini döker. Papalagi ise, yapraklarını ve meyvelerini dökmek istemeyen bir palmiye gibi yaşar. “Bunlar benim siz yiyemezsiniz!” Peki, o zaman palmiye yeni meyveleri nasıl taşıyacak? Palmiyenin bilgeliği Papalagi’ninkinden kat kat yüksektir.

Bizim aramızda da daha çok şeyi olanlar vardır. Birçok döşeği ve domuzu olan kabile şefine saygı gösteririz. Ama saygımız yalnızca şefin kendisinedir, döşeklerine ve domuzlarına değil. Zaten onları ****alofa olarak veren bizleriz; sevgimizi göstermek, yiğitliğini ve aklını övmek için. Ama Papalagi, kardeşlerinin döşeklerine ve domuzlarına saygı gösterir, yoksa onların yiğitliğiyle, aklıyla ilgilendiği yoktur. Döşeği ve domuzu olmayan kardeşin saygınlığı ya hiç yoktur ya da yok denecek kadar azdır.

Döşekler ve domuzlar yoksullara ve açlara kendi başlarına gidemediklerinden, Papalagi de onları kardeşlerine götürme gereği duymaz. Çünkü saygı gösterdiği kardeşi değil döşeği ve domuzudur, böyle olunca da onları kendine saklamayı yeğler. Kardeşlerini sevip saygı gösterseydi, onlarla “benim”-”senin” kavgasına girmeseydi, ona döşek verir, büyük “benim”ini paylaşırdı. Onu gecenin karanlığında dışarıda bırakmaktansa, kendi döşeğini paylaşırdı.

Ama Papalagi, Tanrı’nın palmiyeyi, muzu, leziz leziz kulkas köklerini, ormanın bütün kuşlarını, denizin bütün balıklarını hepimiz sevinelimi mutlu olalım diye verdiğini bilmiyor. Diğerleri açlık ve yokluk çekerken sadece birkaçımız yararlanalım diye vermediğini bilmiyor. Tanrı birine fazla meyve vermişse, o kişi meyveler elinde çürümemesi için ondan kardeşlerine vermelidir. Tanrı, bütün insanlara ellerini uzatır, O, birinin diğerinden daha fazla şeye sahip olmasını ya da birinin “Ben güneşte yatacağım, ama senin yerin gölge” demesini istemez. Hepimizin yeri güneşin altıdır.

Tanrı’nın her şeyi kendi adaletli elinde tuttuğu yerde ne kavga olur ne de yokluk. Hilekar Papalagi, hiçbir şeyin Tanrı’ya ait olmadığı mavalını bize yutturmaya çalışır. “Elinde tuttuğun her şey senindir!” Bu tür saçma sözlere kulaklarınızı tıkayın ve vicdanınıza sıkı sıkıya sarılın. Her şey Tanrı’nındır!

*Cezaevi - **Egemen - ***Aile - ****Armağan

Bu pasaj Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Göğü Delen Adam kitabından alınmıştır.

Barış Özcanın kitapla ilgili bir videosu.

--

--