İçimdeki İnsan Kimdir?

Gülseren Merve Yiğit
Zemheri
Published in
8 min readMay 5, 2017

Yaşamak denen bu uzun yürüyüşte yanımızdan salına salına geçenler, adımları adımlarımıza karışanlar veya kısacık bir an için göz göze geldiklerimiz bizi nasıl bilebilir? Ne kadar tanıyabilir ve hakkımızdaki hükümlerini algılarının hangi yanılgısı üzerine oturtabilirler? Bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız herkesin yansıtma gücünü, ışığını kendi idrakinden alan birer ayna görevi gördüğünü düşünürsek bu aynaların her birinde farklı suretlere bürünürüz. Kimilerinde gördüğümüz ‘kendimiz’, şimdilerde adını kimsenin bilmediği bir şairin parasızlık ve diğer bütün yoksunluklar içinde yılgın bedenini zor attığı eski bir otel odasının kir pas içindeki banyosunda çoktan kararmış bir aynada birazdan silinecek bir yüz gibi puslu, yanlış ve değeri bilinmemiştir. Kimilerinde gördüğümüz ‘kendimiz’ ise tarihin en ihtişamlı konaklarından birinin büyük salonunda gün ışığı, abartı ve zenginlikle örülmüş altın çerçeveli bir aynada yüzyıllar geçse bile varlığını sürdürecek gibi duran bir yüz gibi kusursuzdur. Başkalarının denizlerinde gördüğümüz ‘kendimiz’e ait bu akislerin nasıl bazıları bu kadar dalgalı, belli belirsiz, bulanık iken bazıları ise bu denli saydam, keskin ve kaskatı olabiliyor? Gerçekte aynalardan çıkıp toplumun –kalabalık demek daha doğru olur belki- bir parçası olmaktan, rollerimizden ve basmakalıp kimliklerimizin her türlüsünden sıyrılıp ‘kendimiz’, sadece ‘kendimiz’ olabilmek ne kadar mümkün? Biz de başkalarının kendi yansımalarını gördüğü dört yanı aynalarla kaplı mahlûklarsak ve bu aynaların hepsini sadece kendi içimize çevirirsek gerçek bir sonsuz ruha ve iyilik, tahammül ve fedakârlıkla dolu “içimdeki insan”a dönüşebilir miyiz? Titrek irademiz ve her rüzgârda oradan oraya savrulan ruhumuzla gerçek ‘kendimiz’i başkalarının tuttuğu aynalar olmadan ve illüzyonlarla kandırılmadan görmeye ve bulmaya çalışmak kabil mi?

Sabri, Sen Kimsin?

- Sabri.

- Bana mı seslendiniz efendim?

- Hayır Sabri, düşünüyorum. Seni düşünüyorum. Sabri olmayı. Gülünç olacak kadar iyi olmayı. İsminin hayatını nasıl güzel özetlediğini. Sabri. Sabreden. Dünyanın bütün kötülüğüne sabreden Sabri. Tapuda memur Sabri. Karbon kağıdı Sabri. Kılıbık Sabri. Kibar Sabri. Sapık Sabri. Şaşkın Sabri. Beceriksiz Sabri. Budala Sabri. Katil Sabri. Akakiy Akakiyeviç Sabri. Zalimliğin, sömürmenin, aşağılanmanın ve ezilmenin her türlüsüne sabreden Sabri. Sabri sen kimsin?

- Ben Sabri. Sen kimsin?

İrfan Yalçın’ın Fareyi Öldürmek adlı kitabından uyarlanan Aydın Sayman’ın yönetmenliğini yaptığı İçimdeki İnsan filmi baba zulmüne, hayatın adaletsizliğine, ezici insanlığa ve insan olmayı unutturan fikirlere rağmen iyi kalmaya çabalayan Sabri’nin hikâyesini anlatır. Film Sabri’nin tapu dairesindeki şefini öldürmesi ve kendini “ben sadece bir fareyi öldürdüm” diye savunması ile başlar. Sabri’nin cinayeti işlediği gün geçirdiği buhran filmin başında seyirciye tapu dairesine girerken gösterilen ezilen-ezen heykeli ile, yakıcı güneş ve bunaltıcı hava ile, bürokrasinin can sıkıcı daktilo sesleri ve hırsızlık yaptığı için dövülen çocukların acı dolu yüz ifadeleriyle verilmiştir.

Film temelde diğer kişilerin Sabri’yi görüş biçimleri üzerine kuruludur. Daireden arkadaşları, ağabeyi, eşi, Sabri’nin yardımı dokunan insanlar teker teker Sabri’yi anlatır. Tüm bu anlatılar gösterir ki Sabri’nin yaşam yolculuğu tüm ahlak anlayışlarının üstünde bir iyilikle kendini gerçekleştirmek üzerine kurulmuştur. İnsan ne kadar zayıfsa toplumsal ahlaktan arınmış iyilik de o denli güçlüdür. Üstelik en saf haliyle iyilik kimi toplumlarda ayrıklığı, direnmeyi, toplumla çatışmayı, yalnızlığı ve pasif bir protesto olan sabrı gerektirir. İyiliğin, kendini düşünmeden feda etmenin, zarafetin aykırılık olması Sabri’nin hayatta düştüğü gülünç durumların en önemli sebebidir bu nedenle denebilir ki filmde gülünç ve üzünç iç içe geçmiş haldedir ancak Sabri’nin trajedisi filmde gerek ironiyle gerekse kaba bir alayla verilen mizahın çok önündedir.

Kalabalıklar İçinde Sabri

- Sabri.

- Bana mı seslendiniz efendim?

- Sabri, sen gördün dayak yemiş çocukların yoksulluğunu ve “Yavrucuklarım benim./Benim ekmeğim mi var,/ Senin de olacak” diyen şiirler okuyarak çocukları yaralarından öptün. Sabri sen paradan korkarsın oysa dairendeki herkes rüşvetle yolunu buldu. Senin hiç araban olmadı, hiç kooperatife girmedin, hiç tatile gitmedin. Apartman dairelerinin ışıklı balkonlarında sabah güneşine karşı şöyle bir gerinmedin. Sen yeraltında sevdiklerinin eşyaları arasında kitaplarına gömüldün. Senin yeraltında rengârenk fenerler yanardı ve hep bir şenlik havası vardı. Çocuklar çalışır, kazanır ve doyardı.

Filmde hiç de yabancısı olmadığımız ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’cı, ‘her koyun kendi bacağından asılır’cı, ‘çok okumak iyi değildir kızım’cı bir toplum resmedilmiş. Kötülüğün övüldüğü ve kanıksandığı bu toplum profilinde Sabri’nin şefini öldürmesi “bu Sabri’de vardı zaten bir şeyler” şeklinde yankı bulur. Aynı insanlar dayak yemiş çocuklar için “kim pataklamışsa iyi etmiş” gibi cümleler kurar. İnsanların muhakeme kabiliyeti öyle bir düzeyde kalmıştır ki hırsızlık eden kötülüğü hak eder, cinayet işleyen zaten baştan beri katil ruhludur, ‘biz’den olmayan yuhalanır ve linç edilir, düşük mevkideki insanlara kibar davranmak gülünç ve yersizdir, sessiz sakin insanlar ezilmeyi ve sömürülmeyi hak eder, rüşvet bir şeyin karşılığı olduğu için mubahtır. Böyle bir ahlak anlayışının hâkim olduğu toplumda her durum yalnızca sonucuyla ve çıkarı olanların neler elde ettiğiyle değerlendirilir. Bu sebeple Sabri gerçekte kimdir, nasıl biridir, adam öldürecek noktaya nasıl gelmiş/getirilmiştir kimse umursamaz. Sadece neticeler önemsenir; katiller, hırsızlar, anarşistler… Açlık, adaletsizlik, yoksulluk, sevgisizlik ve ezilme bu neticelerin en önemli sebepleri olsa da kimse tarafından pek dile getirilmez. Kalabalık olmak, kalabalığın bir parçası olmak insanı çoğu zaman yanlışa düşürür. Çünkü kalabalık birbirini kışkırtır, kalabalığın değer yargıları iyilik üzerine değil dönem koşullarına, çıkarlara göre düzenlenmiştir. Kalabalık insanı duyarsızlaştırır, eylemsizleştirir. İtiş kakışla ilerlemeye, kalabalığı yarmaya çalışan, gözleri onların değer örtüleriyle kapalı veya onların değer fenerleriyle kamaşmış, kulakları onların sözlerinden başka bir şey duyamaz olmuş insan yolunu kaybeder ve kalabalığın bir parçası olmaya mahkûm edilir. Oysa Sabri tüm aynalarını kendi içine çevirmeyi, toplumun onda yaratmaya çalıştığı körlüğe rağmen hakikati görmeyi, kavramayı başarmıştır ancak gerçeği bütünüyle bilmeye ve anlamaya çalışmak Sabri’nin yalnızlaşmasına, gülünç durumlara düşmesine, hakarete uğramasına, alaya alınmasına ve daha da önemlisi filmin üzerine kurulduğu cinayeti işlemesine sebep olmuştur. Bir nevi delilik olan hakikati kavrama mevzuu böylece Sabri’nin sonu olur.

Utku Anıtı

Sabri Fikir Emperyalizmine Karşı

- Sabri.

- Bana mı seslendiniz efendim?

- Sabri sen hangisisin? Yerde sürünen, yenilmiş, düşmüş adam mı yoksa göğsü öfkeyle, hınçla yükselmiş, bir eli yumruk yapılmış diğeri birazdan düşmanın başını ezmek üzere bir pençe halini almış yerde sürünenin üstüne karanlığıyla çökmüş adam mı? Bir kez olsun tapu dairesinin penceresinden baktın mı o heykele, bakıp da kim olduğunu düşündün mü?

- Ben Sabri. Sen kimsin?

Filmin birçok sahnesinde kullanılan heykelin adı Utku Anıtı’dır. Heykel, biri halk gücünü diğeri ise emperyalizmi ve sömürgeciliği temsil eden iki çıplak erkek figüründen oluşmaktadır. Heykelin tarihi arka planına baktığımızda kentin Yunan işgalinden kurtarılmasını, emperyalist gücün halkın gücü karşısında eriyip yok olmasını tasvir etmek amaçlı yapıldığını görüyoruz. Filmde ise bu anıt, birey-toplum düzleminde sembolik bir önem kazanıyor. Heykelde bir güç savaşı olduğu açık. Ezen ve ezilen, yenen ve yenilen, başı göğe eren ve yerlerde sürünen, kazanan ve kaybeden olduğu da açık fakat film boyunca Sabri’nin hayatı üzerinden verilen birey-toplum çatışmasının kazananı müphem. Yerlerde sürünen adam figürü ömrü boyunca dünyayı sırtında taşımış, hayattaki yüklerinin ağırlığından beli bükülmüş Sabri mi yoksa onun bütün zihnini, ruhunu işgal etmekte hiçbir mahsur görmemiş üstelik bunu en tabi haklarından saymış, bireyin kimliğini bir nevi fikir emperyalizmi ile kuşatmaya, kemirmeye çalışan fakat sonunda Sabri’nin eyleme geçmesi ile yenilen fareler/toplum mu?

Sabır Taşı, Çatlak Sabri

- Sabri

- Bana mı seslendiniz efendim?

- Sabri çatlaklar açılıyor duvarlarda. Yavaş yavaş ilerliyor çatlaklar, ilerledikçe genişliyor. Çatlaklardan karanlıklar sızıyor. Sen çatlakları kapatıyorsun, onlar tekrar açılıyor, sen onarıyorsun, tekrar. Sen karanlığı temizliyorsun, sonra her şey yine kararıyor.

Filmin çeşitli sahnelerinde yer alan, Sabri’nin gözlerini dikip seyrettiği çatlaklar izleyiciye ilk kez Sabri’nin çocukluğunun anlatıldığı geriye dönüşlerde gösterilir. Babası tarafından daima bir fazlalıkmış gibi muamele gören Sabri ağabeyinin okutulabilmesi için okuldan alınmasına rağmen evde kendi kendine okuyup yazmaya devam eder. Sabri masada çalışırken ağabeyin okula gitmek için evden çıktığı sahnede ilk kez gösterilen çatlaklar Sabri’nin yaşadığı haksızlığın onun zihninde, kalbinde ve iyilik anlayışında yarattığı izleri imgeleştirir. Çocuğunu, kısa bir zaman sonra da sevdiği kadını kaybeden Sabri şimdi başka bir evde başka bir duvarda yine benzer çatlaklara gözlerini dikmiş haldedir. İnsan belki öfkelendiği şeyin sebebini bulabilirse o şeyi biraz olsun yumuşatabilir ve kendinde yaratacağı yıkımı bu yolla azaltabilir ama başına gelenleri bir sebebe bağlayamayan ve “gizli bir örgütün kendiyle uğraştığını” düşünen insanlar Sabri gibi sabır taşı olsa bile çatlar ve bu çatlaklardan ruhunun iyiliği, sabrı yavaş yavaş dışarı sızmaya başlar.

Farelerin İstilası

- Sabri.

- Bana mı seslendiniz efendim?

- Sabri, atalarının yıllarca evvel daha geniş cephelerde verdiği savaşların aynısını sen tapu dairesinde verdin. Ataların savaş meydanlarında düşmanların emperyalizmine karşı at koşturdu, kılıç salladı, kelle uçurdu. Sen bir metrekarelik masanda başucunda sefertasın, elinde kalemle ve senin zihnin gibi muhtelif yerlerinden yırtılıp yırtılıp tekrar yapıştırılmış kitaplarınla geçmişin ve şimdinin insanlığını kemiren emperyalizmine karşı durdun. Farelerin istilasını durdurmaya çalıştın, kapanlar kurdun. Atalarının uzak ülkelerden denizler aşa aşa gelen düşmanları vardı. Senin düşmanların bambaşkaydı. Hepsi birer fareyi andırırdı. Sen onlardan bile nefret edemedin ancak korkabildin.

Fareler film boyunca Sabri ve Deli Naci için bir korku unsuru olarak karşımıza çıkar. Filmdeki geriye dönüşlerle Sabri için bu korkunun kaynağını çocukluktan aldığını görürüz. Ağabeyin karyolada, Sabri’ninse yerde yattığı odada Sabri bir gece fare görür ve ondan sonraki bütün geceler de fareleri görmeye ve kemirici seslerini işitmeye devam eder. Fareler aslında yoksulluk, haksızlık, önce baba sonra da toplum tarafından uygulanan ezme, bastırma ve sindirmenin yarattığı korkunun seyirciye verilmesi için kullanılan imgelerdir. Filmin başında şefini öldüren Sabri bir insanı değil bir fareyi öldürdüğünü söyleyip durur. Bu cinayet Sabri’nin hayatı boyunca başına gelenlere ilk kez isyan edişidir. “Her yer fare doluydu. Dairede bir ben bir de fareler.” repliği Sabri’nin fareler/toplum tarafından itildiği yalnızlığı ve yabancılığı anlatmaya yeter. Fareler aynı zamanda Sabri’nin karşılaştığı bütün adaletsizlikler ve kötülüklerin farkına varma durumunu anlatmak için de kullanılmıştır. Öyle ki hakikati görmenin delilikle özdeşleştirildiği filmde fareleri bir tek Deli Naci ve Sabri görmektedir. Sabri’nin hikâyesinin peşinden giden gazeteci eski arkadaş rolündeki Nuri de Sabri’nin hayatını kavrayıp Sabri’yi anladıktan sonra kaldığı otel odasında fare sesleri duymaya başlar. Sabri’nin bu dünyadaki sıkışmışlığı, yalnızlığı ve yabancılığını görebilen herkes onun yaşadığı korkuları ve çektiği acıları içselleştirir ve farelerin insan zihnini kemiren seslerinin ve insanı ürküten ilerleyişlerinin ne anlama geldiğini bulabilir. Sabri’nin gerçekte kim olduğunu bilmek ve hayatına vâkıf olmak lüks bir otel odasında fare sesleri duymak kadar ürkütücü, tedirgin edici ve şaşırtıcıdır. Deli Naci fareleri oldukça çarpıcı bir şekilde anlatır: “Fareler, sen bilmezsin, 50 yıl önce benim düşüme girdiler. Yüzlerce, binlerce. Denize atladılar, yüzerek geldiler, her yeri işgal ettiler. Kolay olmadı, uzun zaman aldı. Sabri’yle ben biliyorduk.” Bu replikle fareler insanlığa karşı savaş açmış düşmanlar gibi tasvir edilir. Fareler kötülüğün, yanlışlığın yegâne sorumlularıdır. Farelerin dairedeki insanlarla özdeşleştirilmesi de seyirciye bu kötülüklerin kaynağını ‘kalabalıktan’ aldığını düşündürür. Dünyada her zaman bir fazlalık gibi varlığını sürdürmüş Sabri’nin tek sığındığı yer, evinin altındaki kilerdir. Sabri orada kendini umutlandıracak, insanlığa inancını artıracak kitaplar okur ve birkaç seneliğine mutlu olduğu geçmişte yaşar. Bu karanlık, bu daracık yer Sabri’nin ütopyasıdır çünkü bu yerde hiç fare yoktur, insan ötekileştirme ve sömürülme ile mücadele etmek zorunda kalmaz, her anlamda hürdür, korkunun ve baskının yönetmediği bir yaşam sürebilir.

- Sabri.

- Bana mı seslendiniz efendim?

- Sabri, papaz kaçtı oyununun biricik kaybedeni. Yenmeyi yanlışlık sayan Sabri. İnsanlara bahar güneşi gibi bakan Sabri. Herkesten özür dilercesine yaşayan Sabri. İyiliği budalalık sayan insanların anlamadığı, yalnız Sabri. Sabri, sen kimsin?

- Ben Sabri. Sen kimsin?

--

--