Pazar Pasajı: Karamazov Kardeşler - Fyodor Dostoyevski (Büyük Engizisyoncu)

Savinien
Zemheri
Published in
6 min readNov 26, 2017

(Sevilla’da engizisyonun tahakkümünü son derece arttırdığı, her gün onlarca kişinin dini sapkınlık nedeniyle meydanlarda yakıldığı bir zamandı. Güneyden esen rüzgarların taşıdığı kırmızı toz bulutlarıyla karışmış havadaki ağır ceset kokusu insanların ciğerlerini tırmalıyordu. Çarmıhın O’nun zayıf bedenini ezdiği gibi; hayat da her gün umutsuz ve çaresizleri daha da aşağılıyor, altında eziyordu.

İsa Mesih böyle bir günde yeryüzüne döner. Herkes sanki onu ilk teşekkül anından bu yana tanıyormuşçasına yanında toplanmış, etrafında ince bir hat oluşturuyor. Gözleri görmeyen yaşlı bir adam, “Bana şifa ver ki seni görebileyim.” dedikten sonra gözlerindeki perde kalkar; o sırada daha cesedi henüz katılaşmış bir çocuk tabutta yatmaktadır. Mesih onu diriltiyor, çocuğun annesi O’na “Evet, sen O’sun” diyor ayaklarına kapanıyor. O sırada Büyük Engizitör, Kardinal mağrur gözlerle O’nu izlemektedir. Daha dün gece bir sürü ayrıksı insanı yaktırdı. Bunu hatırlayarak kendine olan inancını tazeliyor. Küçük kızın ayaklandığını uzaktan gören Kardinalin şakaklarındaki kır saçları titreşiyor, muhafızlara bir el işaretiyle yakalama emrini veriyor. Zaten itiraz alışkanlığını çoktan yitirmiş halk, buna da ses çıkaramıyor. Derin bir sükût içinde muhafızlara onu tutuklamaları için yol veriyorlar.

Zindana atılan Mesih’in akşam saatlerinde yanına Büyük Engizisyoncu Kardinal geliyor ve O’na konuşma hakkı tanımadan uzun bir konuşma başlatıyor:

“Demek sensin! Sensin, öyle mi?” diyor. Karşılık almayınca aceleyle, “Cevap versene, bir şey söyle!” diye ekliyor. “Ama ne söyleyebilirsin, söyleyeceklerini çok iyi biliyorum. Zaten bundan önce söylediklerine başka bir şey katmaya hakkın yok. Neden bize engel olmak istiyorsun? Bize engel olmak için geldiğini kendin de biliyorsun. Ama yarın ne olacağını biliyor musun? Senin kim olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyorum. O musun, yoksa sadece O’nun benzeri misin? Kim olursan ol, hemen yarın hüküm giydirip en azılı zındık olmak suçuyla yakacağım seni. Bugün ayaklarını öpen halk, yarın bir göz işaretimle atılacağın ateşe odun taşımaya koşacak, bunu biliyor musun?.. Gerçekten O musun?..” Bakışını mahpustan ayırmadan derin düşünceye dalıyor. Sonra gözlerini O’ndan ayırmadan, “Evet, belki sen de biliyorsun bunları,” diye ekliyor.

Korkunç akıllı bir Ruh, yok etmeye ve yok olmaya kadir bir Ruh çölde seninle konuşmuş.[84] Kitaplarımıza göre, Seni doğru yoldan çıkarmaya çalışmış. Aslı var mı bunun? Kabul etmediğin ve Kitapların ‘doğru yoldan çıkarma’ diye adlandırdığı o üç sorudan daha özlü ne olabilir? Aslında dünyayı kökünden sarsacak, gerçek mucize o gün, o üç kandırıcı sorunun sorulduğu gün olmuştu: mucize, bu soruların ortaya atılmasındaydı! (…)

Birinci soruyu hatırla. Tam değilse bile, anlamı aşağı yukarı şöyleydi. ‘İnsanlar âlemine gitmek istiyorsun ve eli boş gidiyorsun. Onlar basitlikleri ve doğuştan gelme savruklukları yüzünden bunu kavrayamayacak, hatta korkacaklar verdiğin sözden… Çünkü insanoğlunun, insan toplumunun ezelden beri, özgürlükten çok yadırgadığı şey olmamıştır! Şu çıplak, kızgın çöl taşlarını görüyor musun? Onları ekmek yap, insanlar minnetle, uysal bir sürü halinde hem peşinden koşacak, hem nimetlerini geri alırsın diye korkudan titriyeceklerdir.’ Ama Sen insanları özgürlükten yoksun etmek istemedin, bu teklifi geri çevirdin; ekmek pahasına satın alınan itaatin değersiz olduğunu düşündün. ‘Yalnız ekmekle yaşanmaz’ diye karşılık verdin. Ama bir gün Toprak Ruhu, ölümlü dünyanın, yeryüzünün ekmeği sebebiyle Senin üstüne yürüyecek, dövüşüp Seni yenecektir. İnsanlar da, ‘Bu hayvanın benzeri yok, bize gökten, ateş indirdi!’ diye bağırıp onun peşinden koşacaklar; biliyor musun bunu? Yüzyıllar geçecek, insanlar akıl ve bilim ağzıyla suçu ve tabii günahı da bir yana koyarak ayakta kalanın yalnız açlık olduğunu haykıracaklar; bunu da biliyor musun? Sana karşı isyan bayrağı çekip tapınağını yıkanlar o bayrağa, ‘Karınlarımızı doyur, sonra bizden erdem iste!’ diye yazacaklar.

Tapınağının yerini yeni bir yapı, korkunç yeni bir Babil Kulesi alacak. Hoş o da öteki gibi yarıda kalacak, ama yeni kulenin yapılmasına meydan vermemek Senin elindeydi hiç değilse insanlığı bin yıl uğraşıp didindikten sonra insanları bin yıllık ıstıraptan kurtarabilirdin. Çünkü kuleyle bin yıl uğraşıp didindikten sonra insanlar nasıl olsa bize gelecekler. Bizi gene yeraltı mağaralarımızda bulacaklar (çünkü tekrar tekrar baskı ve eziyet göreceğiz). Bizi bulunca, “Doyurun bizi,” diye yalvaracaklar. “Bize gökten ateş indirmeyi vaat edenler sözlerini tutmadılar.” O zaman kulenin yapısını biz tamamlayacağız. Çünkü ancak onları doyuran yapacak bunu. Bu işi biz, hem Senin adını yalandan kullanarak yapacağız. Biz olmasak bunlar kendilerini asla, asla doyuramazlar! İnsanlar özgür kaldıkça dünyanın bütün bilgileri ekmek sağlamaz onlara. Sonunda özgürlüğü ayaklarımızın dibine sererek, “Köleliğe razıyız, tek doyurun bizi!” diyecekler, özgürlükle doyasıya dünya nimetinin bir arada olamayacağını anlayacaklar ve bunu aralarında paylaşmaya asla yanaşmayacaklar. Ondan başka ahlaksız, değersiz, isyancı oldukları için asla özgür olamayacaklarına kanaat getirecekler. Sen onlara gökteki nimeti vaat etmişsin, ama tekrar söylüyorum, zayıf, içi daima bozuk, ezelden soyluluktan yoksun insanoğulları gökteki nimetleri yeryüzündekine üstün tutar mı hiç? Binlerce, on binlerce kişi göğün ekmeği uğruna Senin ardından gitse bile, ölümlü dünyanın nimetlerinden geçemeyen milyonlarca, milyonlarca insan ne olacak? Yoksa Sence, ancak büyük, güçlü olan on binlerin değeri var da, denizde kum misali çok aciz, ama gene de Seni sevenleri, ötekilere malzeme olarak mı bırakırsın? Yo, biz zayıf ve acizlerin değerini biliriz! Kusurlu, isyancıdırlar, ama sonunda onlar da yola gelir. Bize hayran olacaklar, başlarına geçip onları ürküten özgürlükten kurtarmaya razı olduğumuz için bize Tanrı gözüyle bakacaklardır; özgür kalmaktan bu derece korkar bunlar! Biz de Senin sözünle, Senin adına hüküm sürdüğümüzü söyleyeceğiz. Yani tekrar aldatacağız onları, çünkü Seni bir daha yanımıza yaklaştırmayacağız. Yalan söylemek zorunda olduğumuz için ıstırap duyacağız. İşte Sana çölde sorulan birinci sorunun anlamı ve her şeye üstün tuttuğun özgürlük uğruna çiğnediğin şey buydu. Oysa bu soruda dünyanın en büyük sırrı gizliydi. Yeryüzü nimetlerini kabul etmekle gerek tek tek, gerekse toplu olarak bütün insanların ezeli bir derdini halletmiş olurdun. Başı boş kaldıkça hemen tapınacağı bir Tanrı bulmak insanoğlunun en büyük kaygısıdır. Ama önünde dize gelecekleri tanrının değerinin su katılmadık cinsten olmasını da yüzde yüz isterler, tanrının büyüklüğünü herkes kabul etmiş olmalı… Çünkü bu zavallı yaratıkların tasası yalnız senin benim için tapınacağımız bir varlık bulmak değil, herkesin ve ille hep birlikte, imanla baş tacı edecekleri birini bulmaktır. İşte bu ortaklaşa tapınma ihtiyacı hem tek tek, hem toplu olarak bütün insanların ta ilk yüzyıllardan beri başlıca ıstırap konusu olmuştur. Toplu tapınma yüzünden birbirlerinin kanına girerlerdi. Kendilerine birtakım tanrılar icat ederler, birbirlerine, ‘Tanrılarınızdan vazgeçin, bizimkileri kabul edin; yoksa sizi de, Tanrılarınızı da yok ederiz!’ diye haber salarlardı. Bu kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir. Dünyadaki tanrıları tüketince, bu sefer de putlara tapınmaya başlayacaklardır. İnsan doğasının bu temel sırrını biliyordun, bilmemen mümkün değildi, ama insanların Sana kayıtsız şartsız tapınmasını sağlayacak biricik gerçeği bu dünyanın nimetlerini temsil eden bayrağı, göklerin ekmeği uğruna reddettin. Daha sonra yaptıkların da caba…

Bunlar da hep özgürlük uğrunaydı. Dedim ya sana, zavallı bir yaratık olan insanoğlunun baş derdi, kendilerine doğuştan bağışlanan özgürlükten sıyrılıp bunu bir an önce başkalarına devredebilmektir. Özgürlüklerini, vicdanlarını huzura kavuşturana pekâlâ teslim edebilirler. Ekmek Senin elinde emin bir zafer bayrağı olurdu, vereceğin ekmek uğruna insanlar önünde eğilirdi. Gerçekten, ekmek kaygısından daha önemli bir dava düşünülemez. Yalnız bir başkası ekmek verdiğin kişinin vicdanını çelerse, o zaman bu kimse uzattığın ekmeğe sırt çevirip vicdanını çelenin peşinden gidecektir; bunda Sen haklıydın. Zira, insanların var olmasının sırrı yalnız yaşamakta değil, yaşamalarının nedenindendir. Ne için yaşadığını kesin olarak bilmeden insan yaşamayı kabul etmez, hatta dünya nimetlerine boğulsa bile kendini yok etme yoluna gider. Bu böyleyken ne oldu: Sen insanların özgürlüklerini ellerinden alacak yerde bunu daha da artırdın. İnsanların iyiyle kötüyü diledikleri gibi seçme hakkına pek değer vermediklerini; rahatı, hatta ölümü yeğlediklerini unuttun mu? İnsan için vicdan özgürlüğü kadar çekici, ama o kadar da azap verici şey yoktur. Oysa Sen vicdan huzuruna güvenilir bir temel sağlayacak yerde, en olmayacak, kararsız, karanlık, insan gücünün üstünde birtakım şeyler peşine düştün. Bununla insanları sevmezmiş gibi hareket ettin. Hem de kim yaptı bunu; hayatını onların yoluna vermek için dünyaya gelen Sen! İnsan özgürlüğünü ele geçirecek yerde artırdın, insanların iç âlemine sonsuzluğa kadar sürecek çeşitli acılar kattın. Hiçbir baskının etkisinde kalmamış insan sevgisini arzuluyordun. Seni içten severek çekici gücüne bağlanarak, kendiliklerinden, peşinden gelmelerini istedin. Eski, sert yasalardan insan artık özgürlükle, gözlerinde yalnız Senin hayalinle kendi başına karar verecekti. Fakat seçme özgürlüğü gibi ağır bir yük altında ezilenlerin, Senin hayalini de, verdiğin gerçeği de iteleyip, hatta Seni bile inkâra varacaklarını düşünmedin mi hiç?

[84] * İncil’e göre İsa vaftizinden sonra çölde kırk gün kırk gece oruç tutup ibadet etmiş. Açlık hissettiği bir anda Şeytan gelip ona, “Tanrı oğlu isen, buradaki taşları ekmek haline getir, karnını doyur,” demiş. İsa, “Kitaplarda, Yalnız ekmekle yaşanmaz yazılıdır,” cevabını vermiş. Bunun üzerine Şeytan, İsa’yı kutsal şehre götürüp bir kilisenin en yüksek kulesine çıkarmış. “Tanrı oğlu isen, kendini aşağı at,” demiş. “Çünkü Kitaplar, böyle bir şey olunca meleklerin kollarını uzatarak Seni tutacaklarını yazıyor.” İsa, “Tanrını denemeye kalkışma” sözleriyle Şeytanın ikinci iğvasını da reddetmiş. Şeytan bu defa onu yüksek bir dağa götürmüş. Yukarıdan, aşağıda serilmiş dünyayı göstererek, “Bana secde edersen hepsi Senin olur!” demiş, İsa, ancak Tanrının önünde secde edildiğini söyleyerek Şeytana onu rahat bırakmasını emretmiş, ibadetine devam etmiş.

Fyodor Dostoyevski, Karamazov Kardeşler. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009.

--

--