Varlığın Evi

Savinien
Zemheri
Published in
4 min readNov 13, 2019

Tarih boyunca birçok medeniyet dile ilahi bir anlam atfetti. Hristiyan mitolojisi “önce söz(logos) vardı” lafzıyla öğretisini inşa ederken, antik dinler de yazıyı ve sözü tanrısal bir meziyet olarak algılayıp bu göreve özel tanrılar tayin etti. İbranî dinlerin peygamberi İdris(Hanok) ise kalem kullanma kabiliyetine peygamberlik göreviyle birlikte sahip oldu.

Bu İdris kıssasında, gerçekle kurulan ilişki sonrası iki şey elde ediliyor: gerçeğin maddesel bir yansıması olarak, gerçeğin bilgisini taşıma durumu, elçilik ve tanrısal bir edim olarak yazmak. Bu olay “olağanüstü bir mertebe” olarak anılıyor. Mertebe sıradan olanın üstünde bir basamakta olmalı. Bu mertebe somutlaşıp yeryüzünde indiği zaman sosyal hayatta tarihsel yöneticilerle somutlaştı, gerçek de bir düzen aracı halini aldı; gerçekle olan irtibatı ve onun taşıyıcılığını krallar üstlendi.Hammurabi, kanunlarının Marduk’un buyruğu olduğunu söyledi, Japon İmparatorlarının soyu tanrılardan geldi vb.

Bilgi, iktidar için bir meşruiyet kaynağı sağlıyor, gerçekle ilişkide olana koşulsuz bir bağlılık. Bunun yanında iktidar da bu ayrıcalığı ve ayrımı koruduğu ölçüde var olma iddiasını sürdürüyor. Bir Sümer kâtibinin yazsını hatırlıyorum, bir ikazda bulunuyordu. Bilgi sahibi kişinin bilgisini insanlara yayması neticesinde yazı tanrılarına karşı günah işleyeceğini bildiriyordu.

Bilginin ayrıcalık ve nüfuz sağlayan işlevi dilde çok belirgindir: İngilizce soylu(noble) kelimesi bilmek(know) fiilinin kökünden geliyor. Arapça’da ise asalet ve asil, #asl kökünden geliyor, asıl(gerçek olan, esas) ile aynı kökten. Geç kapitalist ülkelerin üniversitelerinde bilginin kan bağıyla aktarıldığı fikri geç terk edildi. Bu geç kalmışık ve onun getirdiği yarımlıktan kaynaklanan aristokratik tortular bu ülkelerin kurumlarında göze çarpıyor. Örneğin yakın tarihlere kadar Avusturya akademilerinde çalışma şartlarından biri, kişinin babasının da önceden orada çalışmış olmasıydı.

***

Evrensel bir harmoniyi gerçekleştirircesine kalem kelimesi dünya dillerinde aynı köken ve benzer anlamsal örüntüyü paylaşıyor. Arapça #klm kökünden gelen kalem, Aramice ve Eski Yunanca kàlamos’tan gelme. Latince’ye de calamus olarak geçmiş.

Söz, akıl, yazı, kalem kavramları devamlı olarak birbirlerine yansımalar yapıyor. Kelam(söz) da kalem kelimesiyle aynı köke sahip. Fakat genel kullanımda kelam sözcüğünden sıradan bir söz anlaşılmıyor. Dinsel öğretiye ait olmuş bir kelime, “ilahi söz” anlamı üzerine genel bir kanı olduğunu varsayıyorum. Eski Yunanca Logos da söz, akıl gibi anlamlara denk geliyor. Heraklit bu kelimeyle evrenin zorunlu sebebi, varlık bilgisini tarifliyor.

Söz kelimesinin varlık,ilahi olan, hakikât kelimeleriyle olan kavramsal örtüşme ve izlekleri dilde terennüm ediliyor; binlerce yıllık geçmişten, tarihin tüm tozunu üzerinde taşıyarak ve kalın perdelerin ardından kaybolmuş, unutulmuş anlamı ışıldayarak.

Büyük çekişmeleri, kan dolu savaşları, sosyal belirlenimleri, dünyaya yönelik algımızı ve sahip olduğumuz ahlakı özünde saklıyor. Wittgenstein, “dil bir koleksiyonun adıdır.” diyor. Bireyin asırlar öncesiyle kurduğu en güvenilir bağ kendi dilidir. İnsan kendi toplumunun deneyimlerine dilde ortak olur. Bu en fazla sahip olunabilen ve etkili bir şekilde kullanılabilen miras. Belli coğrafyalara özgü çiçekler, tohumların rüzgarla taşınması gibi, toplumun diliyle kıtaları aşar; bazen dil türkü olup bir acıyı her daim canlı tutar. Dilde kültürün özü saklıdır.

18. yüzyılda Avrupa’da, insanın doğayı yönetme ve kendisinin tanrı olma iddialarına karşı ortaya çıkan Romantizm akımı, kültür de ve insan doğasında unutulmuş bir özü bulma arzusu taşıyordu. Alman milliyetçiliği de Romantizm kabuğu içerisinde, düşünürlerin ve şairlerin toplumun potansiyellerini, köklerini ve dilini arama teşebbüsleri arasında yeşerdi. Grimm Kardeşler Alman toplumunun masal ve hikayelerini bu dönemde derledi. Alman romantikleri kendi ulusal varlıklarını dilde buldu.

***

İnsan evrenle ilişkiler kuruyor ve bunun sonucunda deneyimler elde ediyor. Yeterli deneyimler daha sonra insan zihninde kavramlar oluşturuyor. Daha sonra kavramlarla düşünmeye başlıyor.Kavramlar aracılığıyla kişi hiç deneyimlemediği şeylerin bilgisine ulaşabilir. Örneğin hayatında hiç aslan görmemiş biri aslana dair bilgiye sahip olabilir. Bu kavramlar bize dil aracılığıyla aktarılır.

Fakat düşünsel olanda bu kavramlar, varlığın özü hakkında ne kadar doğru bilgi verebilir? Kavramlarla düşünüyoruz fakat miras aldığımız kavramlar ne kadar evrensel bir akılla ve geniş perspektifle kurulmuştur? İnsan kavramların belirleyiciliği altında düşünür. Bir yerde kavramlar geçmişte belirli topluluklarda, belirli koşullarda tarihsel olarak oluşur. İnsan kendisine sunulan dünya ve kavramlar dolayınca aklının sınırlarına ulaşabilir. Dil, düşünmenin sınırlarını belirler. Dilin serüveni anlamı erozyona uğratabilir. Bu aktarımla, çeviriyle, yanlış yorumlamayla gerçekleşir.

Heidegger’e göre “varlığın anlamı” unutulmuştur ve “dil varlığın evidir”. Batı geleneği varlığı bir nesne, bir yakıştırma gibi algılamış; onu doğrudan olduğu gibi düşünmeyi unutmuştur. Bu algı yanlış çeviri ve algılardan kaynaklanır. Oysa anlam, her metnin dilsel deneyiminde kendini açar. Dilsel deneyim çeviride kaybolur. Varlığın her dilde ayrı bir deneyimi vardır; aktarılan ve çevrilen dilde bu anlam ve deneyim kaybı kaçınılmazdır. Heidegger çalışmalarında eski Yunan düşünürlerini etimolojik olarak incelemiş, hayatının son dönemlerinde de inzivaya çekilip Alman romantik şiirlerini incelemiş, kayıp anlamı aramıştır.

Kimileri anlamın şiirsel veya kapalı ifadesini eleştiriyor. Fakat anlatılma çabası içinde olanın devamlı olarak deneyimlediğimiz, tarifleyebildiğimiz deneyimlerden farkı vardır. Bu herkes için deneyimlenemeyen, anlaşılamayan bir şeydir, deneyimsel olarak elimiz boştur. Deneyim eksikliği problemi için bazı düşünürler bilginin çapasını, tutarlı olarak, dingin sulara atmıştır. Deneyimden yoksun saf aklın varlığı düşünmesinin imkansızlığı dile gelmiş; Wittgenstein, “üzerine konuşulamayan şey hakkında susmalı” diyerek varlığı geldiği müphem karanlığa göndermiştir. Bilginin varlığı düşünce ve deneyim ile tutarlı olarak vardır. Dil sınırlarımızı çizer.

Bazı şair ve düşünürlerin dili genişletme ve esnetme çabası, düşünme ve dili aşma çabasıdır. Bu eylem, sınıra dayanma, aynı elmanın peşine düşme ve dilin egemenlik sınırları ötesindeki sonsuz ufka bir anlık bakma iradesinden öte bir şey değildir.

--

--