Çanakkale Savaşı’na Doğru Osmanlı ve Dünya (Çanakkale Part I)

Diamond Tema
22 min readMar 13, 2019

--

Özel arşivimde bulunan fotoğraflardan biri. Çanakkale savaşları sırasında çekilmiştir.

Merhaba bu blogdaki konuları ve daha fazlasını, yeni açtığım Youtube kanalında video olarak paylaşıyorum. Çanakkale Savaşı ve Osmanlı’nın son zamanlarıyla alakalı da bir iki belgesel hazırladım. İzlemek isterseniz şu linklerden ilgili videolara ulaşabilirsiniz:

“Osmanlı Neden Yıkıldı ve 1. Dünya Savaşı’na Neden Girdik” Video

“Çanakkale Savaşı Bölüm 1" Video

Belirtmeliyim ki bu yazı, 3 parçalık bir yazı seriisinin ilk bölümüdür. Yazı biraz uzun olacak, çünkü hazırlaması da bir hayli uzun sürdü. Bu yazıda size 1. Dünya Savaşı’na gelmeden önce Osmanlı’nın vaziyetini, savaşa neden dahil olduğumuzu ve Çanakkale Savaşı’nın nasıl başladığını aktarmaya çalışacağım. Fakat Çanakkale Savaşı’nda yaşanan olayları, raporları, zaiyatları ve etkilerini bu yazıda değil, sıradaki yazıda okuyacaksınız. Bu yazıları hazırlarken onlarca kaynaktan, belgeden faydalandım; bütün bu kaynakları da yazının sonundaki Kaynakça kısmında bulabilir ve daha fazla inceleme yapma şansı yakalayabilirsiniz.

Birinci Dünya Savaşı’na giriş sürecimizden ve sebeplerinden önce, bu sebeplerin nasıl ortaya çıktığını ve buna nasıl mecbur kaldığımızı aktaracağım, çünkü 1. Dünya Savaşı’na giriş bir tercih değil, mecburiyettir. Bunu anlamak çok önemlidir. Çok çetin dönemlerle geçmiş bir yüzyıldan ve çeşitli yaptırımlardan bahsediyoruz. 1877–78 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’ne yönelik politikalarını değiştirip Rusya ve İtalya ile anlaşarak Osmanlı mirasını paylaşmaya karar vermişlerdir. Bu amaçla 1908–1918 yılları arasında Osmanlı’yı parçalamaya yönelik birçok gizli anlaşma yapılmıştır.[1]

Gizli anlaşma diyince bunun bir komplo teorisi olduğu sanılmasın. Gizli diyorum, çünkü bu anlaşmalar Osmanlı’dan gizli yapılmıştır. Nitekim çok da gizli kalmamış, 1. Ve 2. Cihan Harbi’nde bunların uzantıları tekrardan bizlere kabul ettirilmeye çalışılmıştır.

Özellikle İngiliz emperyalizmi, Osmanlı petrollerini, dolayısıyla Kuzey Mezopotamya’yı, boğazları, Ortadoğu’yu ve Kafkas enerji hatlarını ele geçirmek için Osmanlı’ya saldırmaya daha çok öncesinden kararlıdır. Örnek olarak; İngilizler, Osmanlı Devleti savaşa katıldığını bildirmeden çok önce, Osmanlı’nın Mezopotamya topraklarına birliklerini çıkartmış ve harekat hazırlıklarını tamamlamıştır.

“İngilizlerin istila kuvvetleri 15 Ekim 1914’te yola çıkmış ve 25 Ekim 1914’de Bahreyn’e ulaşmıştır. Bu esnada Osmanlı Devleti henüz Dünya Savaşı’na girmiş değildir.” [2]

Bunun yanında daha Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmasından 4 ay önce, İngilizler, tamamen Osmanlı’nın zararına olacak şekilde “Ermenistan Kurma” projeleri paylaşmıştır. Halktan toplanan 7 Milyon lirayla sipariş edilen 2 savaş gemisinin gasp edilmesi, topraklarının işgal edileceğini ayan beyan belli eden askerlerin topraklarınıza çökmeye başlaması, “aynı tarafta olmak” istediğinizi söylediğinizde sizi kapı dışarı etmeleri, açık açık petrollerinize el konulacağını ve bağımsız bir Ermenistan ile Kürdistan bölgesi oluşturulup uydu bir devlet gibi yönetileceğini saklamaktan çekinmeyen bir İngiltere varken, Osmanlı’nın savaşa girmemesi imkansız bir durumdur. Buraya kadar bahsini ettiğim ve henüz etmediğim birçok konuyu ayrıntılı bir şekilde yazı ilerledikçe okuyacaksınız. Şimdilik yüzeysel bir özet geçerek sizi o döneme çekmeye çalışıyorum.

Gelin, iyice o dönemlerde ve yakın tarihinde neler olup bittiğine bakalım. Osmanlı, 1. Dünya Savaşı’na girmeseydi de, eninde sonunda borçlarından ve dışa bağımlılığından çökecek, ya da Avrupa’nın istediği şekilde oynatabildiği bir kukla haline dönüşecekti, bunu mesleğinin hakkını veren her tarihçi bilir. Osmanlı, 1800'lerin başından beri dışa o kadar borçlanmış, o kadar itibar kaybetmişti ki, Kırım Harbi ve Balkan Savaşları sonucunda artık tükenmişliği herkesçe fark edilebilen bir çöküntü haline gelmişti.

19. Yüzyılda Osmanlı’nın içine düştüğü durumu İngiliz tüccarlar şöyle ifade ediyordu: “Osmanlı Devleti, adeta memleketin zararı pahasına üç beş tefeci ve zenginleşen birkaç paşanın çıkarlarını korumak için varlığını sürdüren bir devlet konumuna düşmüştür.” [3]

Peki Osmanlı bu duruma nasıl düştü? Nasıl olur da yüzlerce yıldır tüm dünya tarafından korkulan bir İmparatorluk, daha kendi bağcığını bağlayamaz hale geldi? Okullarda pek öğretilmez fakat arşiv belgelerini incelediğinizde ve gerçekten sıkı sıkıya tarih araştırmalarına gittiğinizde göreceğiniz vaziyet şudur:

18. yüzyılda Osmanlı’da ciddi bir para sıkıntısı baş gösterdi. Öyle ki, Osmanlı devlet adamları, 1784’te Fas’tan, 1789’da da Flemenk’ten borç istediler. Bu girişimler sonuçsuz kaldı. Osmanlı, borç para bulamayınca, paradaki altın ve gümüş oranlarını azaltıp sikkenin ayarını düşürdü. Hatta paraları kırpmayı, parçalara bölmeyi bile denediler. 1808–1830 arasında altın sikkelerin biçim ve adı 35 kez, gümüş sikkelerin biçim ve adı 37 kez değişti. Bunun üzerine Osmanlı yabancı sermayeye kapılarını açtı: 1838’de Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nı imzaladı. Yabancı tüccarlar için gümrükleri %5’e düşürdü. Böylece Türk pazarları yabancı mallarla doldu taştı. Osmanlı, 1856’da Islahat Fermanı’yla yabancı sermaye yatırımlarına, 1867’de de yabancıya “toprak satışı”na izin verdi.

18. yüzyıldan beri para sıkıntısı çeken Osmanlı’nın imdadına Galata bankerleri yetişti. 1848’de Galata bankerlerinden J. Allen ve T. Baltazzi, Osmanlı’ya borç vermek için, Osmanlı’nın himayesinde, İstanbul Bankası’nı (Banque de Constantiople) kurdular.

Galata bankerlerinin çok yüksek faizlerle Osmanlı’ya borç vererek çok kazandığını gören Batılı ülkeler de, Osmanlı’ya borç vermenin yollarını aramaya başladılar. 1853 Kırım Savaşı’nda, İngiltere ve Fransa, Rusya’ya karşı Osmanlı’nın yanında yer aldı. Savaş masrafları hazineyi fazla zorlayınca da Osmanlı, 1854’te Avrupa’dan 3 milyon İngiliz lirası dış borç istedi. 33 yıl vadeli, %6 faizle alınan bu borca karşılık olarak Mısır’dan alınan yıllık vergiler kaynak gösterildi. Yani Mısır da dışarıya bırakılmış oldu. [4]

Avrupa, Osmanlı’ya borç vermek için 1855’te merkezi Londra’da olan Ottoman Bank’ı kurdu. 5 Yıl içinde, 1859’da Osmanlı’nın dış borçları 13 Milyon İngiliz lirasına, vadeli ödemeleri ise 20 milyon İngiliz lirasına yükseldi.

1863’de Osmanlı, baskılar üzerine İngiliz ve Fransızlardan oluşan bir kurulun yöneteceği Osmanlı Bankası’nı kurdu. Osmanlı, yabancıların eliyle kendi kendine borçlanan ve kendi kendine faiz karşılayan bir duruma düştü. Masraflar düştüğünde Osmanlı’nın eline, aldığı borcun %60,4’ü ancak geçebiliyordu. Aldığı paranın %39,6’sı yabancılara gidiyordu. Nitekim alınan bu borçlar iyi kullanılamadı, Boğaz’da bazı gösterişli saraylar inşa edildi, gereksiz partiler düzenlendi (Tıpkı bizim 1000 odalı sarayımız gibi). Sonradan alınan bütün borçlar, ilk borçların faizlerini ödemeye harcanır oldu. Borçlarını ödemekte zorlanan Osmanlı 1875’de ödemelerini yarıya indirdi, 1876’da da tamamen iflas etti ve yine bankerlere gitmek zorunda kaldı.

“Sarraflar” olarak da bilinen bankerler, Kamondo, Korpu, Lorando, Köçeoğlu ve “Mısıroğlu” gibi Levanten, Ermeni ve Rum bankerlerdi. 19. Yüzyılda Osmanlı’yla sıkı ilişkiler kurdular, öyle ki; paşaların devletin üst kademelerine yükselebilmek için verdikleri rüşvetleri bile Galata bankerleri finanse eder oldu. Resmen bu bankerler, Osmanlı’nın para dilendiği Tefeciler durumuna yükseldiler. 1860’ta Galata’da “Komisyon Hanı” ve “Havyar Hanı” diye bilinen yerde, Osmanlı’nın ilk borsasını kurdular. Biraz parası olan herkesi, tabiri caizse borsaya ve “hava oyunlarına”, bir nevi kumara alıştırdılar. Rüşvetçi memurlar, akladıkları kara paraların kaynağı olarak bu “Hava oyunları”nı gösterir oldu. [5]

Osmanlı, Kırım Savaşı sebebiyle girdiği borçları ödemek için Galata Bankerleri’nden Baltazzi’ye ve dünyaca ünlü Rotschild (Rotsshield) Ailesi’ne sığınmak durumunda kaldı.

Galata Bankerleri, yüksek faizli alacaklarını tahsil etmek için, 93 Harbi’nden sonra çökmeye yüz tutan Osmanlı’nın bir şekilde ayakta kalmasını istiyorlardı. Bu nedenle Osmanlı’ya fahiş borçlar vermeye devam ettiler. 93 harbi sonrasında an itibarıyla Osmanlı’nın faizler dahil, Galata bankerlerine toplam 11 milyon Osmanlı lirası borcu vardı. Bunun 690.000’i doğrudan Yorgo Zarifi’nin alacağıydı. 22 Kasım 1879’da Sadrazam Said Paşa, çıkar yol olarak Banker Yorgo Zarifi ve Salamon Fernandez gibi Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası yetkilileriyle “Rüsumu Sitte” anlaşmasını imzalandı. Anlaşmaya göre Osmanlı’nın 6 kalem geliri; tuz inhisarı, tütün inhisarı, damga resmi, alkollü içki, balık avcılığı ve ipek aşarı “Rüsumu Sitte” idaresine bırakılıyordu.

Fotoğrafta, Osmanlı’yı elinde oynatan Yorgo Zarifi’yi görüyorsunuz.

Galata Bankerleri’nin bu “Rüsumu Sitte” uygulamasından etkilenen Avrupalı alacaklar da hemen harekete geçtiler. 20 Aralık 1881’de “Muharrem Kararnamesi” imzalandı. Bu kararnameyle 1881’de “Düyun-u Umumiye” İdaresi kuruldu. Rüsumu Sitte gelirleri bu idareye devredildi. Avrupalı devletlerin temsilcilerinden oluşan Düyun-u Umumiye, Osmanlı’nın temel gelir kaynaklarına el koyup alacaklarını tahsil etmeye başladı. Böylece Osmanlı, tam bağımlı hale geldi. Kaderin bir cilvesi ki, Osmanlı’nın Avrupa’ya “Tam Bağımlı” olduğu günlerde, “Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti”ni kuracak olan Atatürk doğuyordu.

Banker Zarifi’nin ağına düşen Osmanlı padişahlarından Abdülaziz, servetinin çoğunu borsada, “hava oyunları”nda kaybetmişti. Padişah, oğlu Abdülaziz’in Sarraf Zarifi’ye giderek 1 Milyon lira borç almasını istedi. Buna karşı çıkan Fuat Paşa azledildi, yerine Mahmut Nedim Paşa getirildi. O dönemde saray kadınlarının mücevherleri bile bankerlerin elinde rehindi.

Fotoğrafta, İsrail’i kurma planlarının sahibi Theodor Herzl’i görüyorsunuz.

Osmanlı paraya öyle muhtaç hale gelecekti ki, birkaç yıl sonra Dünya Siyonizm Örgütü Başkanı Theodor Herzl, rahat rahat “Şu filistin topraklarını bana verin de Yahudiler için bir ülke kuralım, size de şu kadar para vereyim.” diyebilecekti.

İşte böyle borç içinde, saygınlığını yitirerek geçmiş olan yıllar, zamanla askerlerin daha fazla sabredemeyeceği bir eziklik hissi yaratmıştı. Devletin gidişatını beğenmediği zaman rahat rahat darbe yapmaya kalkışan Yeniçeri’ler gibi, Harp Akademisi mezunu subaylar ve hatta henüz mezun olmamış subay adayları bile “bu böyle olmayacak, darbe yapmak lazım” fikrine kaydılar. Bu “Darbe” fikri öyle rahatlıktan, can sıkıntısından doğmamıştı. Mustafa Kemal’in henüz 18 19 yaşındayken not defterinde kaleme aldığı olaylar bile, devletin ne güçlüklerle boğuştuğundan, nasıl bir yokluk yaşandığından açık açık bahsetmektedir. Örnek olarak sizlerle bir tanesini paylaşayım:

Nöbete gönderilmek istenen bir asker artık dayanamayıp subayların yanına gelir ve şu acınası isyanı eder:

“Af buyurun efendim, sırtımda çamaşır yoktur, paltomun altındaki setreye bakın parça parça. Öldürmek isterseniz gideyim.” [6]

“Öldürmek isterseniz gideyim.”… Başka söze gerek var mı? Kaldı ki bu durum değişmemiştir. Memurların maaşları bazen aylarca ödenememiş, insanlar açlıktan birbirlerine saldırır hale gelmiştir. İnsanlar bir kurtuluş aramış, örgütlenmeye başlamış, bu teşebbüslerin sonucunda da 1908 yılına gelindiğinde Meşrutiyet ilan edilmiş, Padişah tahttan indirilmiş ve yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem, yani İttihat ve Terakki dönemi başlangıçta çok ümitlendirici, çok parlak görünmüş fakat zamanla imparatorluğu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokmuş ve çöküşü hızlandırmıştır.

Fakat imparatorluğun sonunun gelmesi İttihat ve Terakki’ye mal edilmemelidir. Diplomasi alanında yeterli olamadığımız, savaşlardan başımızı kaldıramadığımız için gençlerin çok erken büyüdüğü, 20'li yaşlarındaki insanların Ordu Komutanlığı mertebesine yükseldiği dönemlerden bahsediyoruz. O sert şartlar altında, sert mizaçla yetişen bir neslin, İngiliz’lerin alengirli oyunlarına ayak uydurması zaten pek de mümkün değildi.

Kabul, daha iyi tercihler yapılıp, daha iyi sonuçlar alınabilirdi ama Tarih üzerine varsayımlar yaparak burada alternatif bir tarih ya da komplo teorileri üretmeyeceğimiz için biz yaşanmış olaylardan ilerleyerek sebep-sonuç’ları inceleyeceğiz.

Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Cihan Harbi’nde neden Almanya-Avusturya blokunu tercih ettiği hâlâ tartışılan bir konudur. Osmanlı, önce İngiliz-Fransız blokuna başvurmuş, ancak ittifakı Türkleri iyi tanıyan Almanya ve Avusturya ile kurmuştu, daha doğrusu kendini bu konuda zorunlu hissetmişti.

Birinci Cihan Harbi’ne girdiğimiz zaman Avrupa’nın manzarası şöyleydi:

“Britanya İmparatorluğu’nun yeryüzünde bütün kıtalarda dominyonları, kolonileri vardı. Bu imparatorluk, dünyanın en kalabalık ülkesiydi. Çünkü başta Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Nepal ve Seylan’ı içeren bir coğrafyaydı. Yine Hindiçini’de de belirli bölgeler Britanya’nın elindeydi. Çin’i ise Hong Kong üzerinden kontrol edebilmekteydi. Hong Kong, bölgesel anlamda parazit, yani toplayıcı ve dağıtıcı bir şehirdi, kıtayı sömürürdü. Avusturalya ve Yeni Zelanda gibi Pasifik Okyanusu’na açılan bölgeler de onun elindeydi. Hint Okyanusu dediğimiz sadece Hindistan değil, yarı yarıya Rusya’yla işgal altında bulundurduğu İran ve ayrıca Doğu Afrika kıyısındaki kolonilerle yine Afrika’nın en verimli ve insanların en kabiliyetli olduğu bölgelerin denetimi elindeydi.” [7]

Kırım Harbi’nden beri Osmanlı’ya ilgi kalmamış, aksine anti-Türk politika zühur etmişti. Yukarıda da aktardığım üzere Avrupa, Osmanlı’yı nasıl sömürsem, nasıl bir toprağını ele geçirsem ya da ne tür yaptırımlar uygulasam diye fırsat kollamaktaydı, dolayısıyla Osmanlı ile müttefik olmaya hiç yanaşmıyordu. Elinde olsa bir kaşık suda boğacaktı. Hiç kimsenin kapılarını açmadığı Osmanlı İmparatorluğu için Almanya kaçınılmaz, hiç değilse gösterişte elde tutulması gereken bir müttefikti.

20.yy ile dünya tam anlamıyla yeni bir döneme geçmekteydi. 1914 Temmuz-Ağustos ayları, Avrupa’yı barut fıçısına çevirdi. Saraybosna’daki bir tetkik ve teftiş gezisi sırasında karısıyla birlikte bir suikasta kurban giden Franz Ferdinand, Avusturya İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki iştahını ve Bosna Hersek’in idaresindeki zaafını ortaya koymuştu. Sırbistan, suikastçıyı cezalandıracak ve yargılayacaktı ama Viyana, “Biz buna güvenemeyiz. Siz, adaleti gerçekleştirebilecek kapasitede bir devlet düzenine sahip değilsiniz. Zaten kendiniz teröristsiniz.” Diyordu. Sırbistan’a bu müdahale, çok açık ki bir taaruz bahanesiydi. Bu durumda Rusya hemen küçük kardeşi Sırbistan’ın hükümranlığını korumak yolunu seçti. [8]

Ağustos başında Sırbistan’a savaş ilan eden Avusturya-Macaristan’ı önlemek ve Sırp kardeşlerini korumak için Rusya da Avusturya’ya savaş ilan etti. Bu savaşa Rusya’nın katılması vahim bir hataydı. Rus Genelkurmayı’nda “Noel’de evlerimize zaferle döneceğiz!” çığlıklarını sadece akıllı maliye nazırı Kont Sergey Vitte, “Bu savaş büyüyecek, ortada ne taht, ne taç ne de ahlak ve düzen kalacak.” sözleriyle beyhude bir çabayla önleme çalıştı. Nitekim Almanya da müttefiki Avusturya-Macaristan’ın yanında durmak için Rusya’ya savaş ilan etti. Fakat İtalya savaşa hazır değildi, ittifak antlaşması yaptığı Almanya ve Avusturya’yı yüzüstü bırakıp bir kenara çekildi. Fransa, Rusya’nın yanında yer alarak Almanya’ya savaş ilan etti ve Almanlar Fransızlar’ı ezmek için Belçika’yı işgal edince, Belçika’nın ebedi müttefiki Büyük Britanya da harbe girdi.

Rusya, Fransa ve İngiltere ile ittifak içindeydi. Reval görüşmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması bile gündeme gelmişti –Ki, Osmanlı henüz bir ülkeyle ittifak bile değildi. İşte bu tehlike, biran önce birileriyle ittifak olma gayesi doğurdu ve orduda ikilik oluştu. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Kazım Karabekir gibi subaylar sakince savaşı izlemek ve ona göre pozisyon almak fikrini savunurken, Enver ve Talat panikle Almanya’ya yanaşmaya çalıştılar. Hem Türklerin daha önce İngiltere’den sipariş ettiği iki zırhlı gelmemişti ve paralarına el koyulmuştu. Çok belliydi ki bu savaş, yıllardır biriken bir Türk düşmanlığının hırsıyla ciddi boyutlara varacaktı.

Son 2 paragrafta kimin kime savaş açtığını, ne olup bittiğini anlamak için belki de iki kere okumanız gerekmiştir. Benim, elimden geldiğince basit ve özet şekilde anlatmaya çalıştığım bu olaylar, tabiri caizse Arap Saçı gibi bir dönemi aktarmaktadır. Savaş kaçınılmazdı, bunu herkes anlayabilirdi. Bu savaşta uğrayacağınız zararı elinizden geldiğince aza indirmek ve sabırlı olmanız gerekirdi, bizim hatamız bunu başaramamış olmamızdı. 1. Cihan Harbi’nde ısrarla kendimize müttefik aradık. Bunu bugünkü Avrupa Birliği çabasına benzetebiliriz. “Bu harpte müttefiklerle birlikte olmazsak bizi parçalayacaklar. Biz parçalanmayan Avrupa’nın içine girmeliyiz ki paçayı kurtaralım!” zihniyeti hakimdi. Fakat Avrupa hiç de bizim çıkarımıza çalışmaya niyetli değildi, hiçbir zaman da olmamıştı, hiçbir zaman da olmayacaktır.

Yukarıda, gasp edilen iki Osmanlı zırhlısına değinmiştim. Şimdi onlarla alakalı biraz daha bilgi vereceğim. Sadece şu olay bile, Avrupa’nın açık açık bize karşı bir hazırlık içinde olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Osmanlı’nın İngiltere’ye önceki yıllarda siparişini verdiği Sultan Osman I ve Sultan Reşad Dretnotlarının(savaş zırhlısı) inşası bitmişti ve Rauf Bey başkanlığında bir heyet ve mürettebat İngiltere’ye bu gemileri teslim almaya gitmişti. Bu gemiler, 7milyon’a yaptırılmış ve parası halktan bağışla toplanmıştı. Kısacası bütün halkın emeği vardı o gemilerde. İngiliz Hükümeti, parasını aldığı ve teslim etmesi gereken bu iki gemiye el koyduklarını ve Almanya’ya karşı savaşta kullanacaklarını açıklayarak siparişi teslim etmedi. İngiltere’nin, parası ödenmiş bu gemilere el koyması duyulur duyulmaz Osmanlı’da İngiltere aleyhine gösteriler düzenlendi. Ancak Osmanlı halen savaşa girmiş değildi. [9]

Almanya, Osmanlı’nın bu durumunu fark edince İngiltere’nin vermediği gemiler yerine Osmanlı’ya iki gemi hediye edebileceğini söyleyerek zeytin dalı uzattı ve Göben ile Breslau zırhlıları Osmanlı’ya verildi.

İngiltere, sanki Osmanlı’ya karşı çok tarafsız bir politika izliyormuş gibi bu iki zırhlının Osmanlı’ya gelmesini protesto etti. “Sen tarafsızsın, Almanya’yla iş birliği içine mi giriyorsun?”

Buna karşılık olarak Osmanlı Hükümeti, “Biz o gemileri 80 milyon mark’a aldık” şeklinde bir yalan söylemek zorunda kaldı. 16 Ağustos’ta yapılan törenle gemiler resmen Osmanlı’nın oldular ve bu gemilere Yavuz ve Midilli isimleri verildi. Almanya, nihayet Liman von Sanders gibi akıllı subayların ve Türklere karşı yakınlık hisseden elçilerin etkisiyle Osmanlı ile müttefik olmayı kabul etti. [10]

Gemilerin sahiplenilmesine karşılık olarak Churchill’in baskısıyla 1 Eylül 1914 tarihinde, bir savaş durumunda Osmanlı İmparatorluğu’na saldırı planı hazırlanması için İngiliz Savaş Bakanlığı ile Deniz Kuvvetleri Bakanlığı arasında görüşmeler başladı. Churchill, ertesi gün, Yavuz ve Midilli zırhlıları eşliğinde Çanakkale Boğazı’ndan çıkacak olan gemilerin batırılması emrini verdi. [11]

Durumlar gittikçe kızıştı. Avrupa’nın Türk karşıtlığı zaten bilinen bir şeydi ve 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı istese de istemese de eninde sonunda sıkıştırılacaktı. Osmanlı İmparatorluğu, 8 Eylül 1914’de tek yanlı bir kararla tüm kapitülasyonları kaldırdığını ilan etti. İngiltere, Osmanlı’nın Yavuz ve Midilli zırhlarını satın almasının hukuken geçersiz olduğunu belirterek, Çanakkale Boğazı’nı ablukaya aldı. Osmanlı da, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle Çanakkale Boğazı’nı tüm ülkelerin giriş çıkışına kapattı.

Amiral Souchon, Enver Paşa’nın emriyle 27 Ekim’de Yavuz ve Midilli zırhlılarını alarak Karadeniz’e çıktı. 11 Parçalık bir donanmayla 29–30 Ekim gecesi Odessa, Sivastopol ve Novorossisk limanlarını bombaladı. Bazı Kruvazörleri ve 15 Nakliye gemisini batırdı. Enver Paşa, Amiral Souchon ile “Önce Ruslar saldırdı, biz de kendimizi savunduk diyeceksin.” şeklinde bir açıklama yapacağına anlaşmıştı fakat Souchon bunu yapmadı. Rusya, Osmanlı’ya sert bir nota verdi ve İngiltere de Osmanlı’daki bütün Alman askerlerinin derhal sınır dışı edilmesini istedi. Enver Paşa, Rusya’dan özür dilemekle yetindi fakat aynı zamanda “bizi siz kışkırttınız” dedi. Rusya suçlamaları kabul etmedi ve 2 Kasım 1914’de Osmanlı’ya savaş ilan etti. Ruslar, Kafkas sınırından gelmeye başladılar ve 5 Kasım 1914’de de İngiltere ve Fransa hükümetleri, Osmanlı’ya resmen savaş ilan ettiler. Buna karşılık Enver Paşa da İtilaf Devletlerine karşı savaş açtığını ilan etti ve bu, 11 Kasım 1914’de meclisin onayından geçti.

Esasen Almanya; Rusya ve Fransa’ya açtığı savaşta başta çok iyi gidiyordu fakat zamanla gerilemeye başladılar. Geleceği büyük bir risk içine girince Almanya da mecburi olarak kendine ittifak seçmeye başladı ve Osmanlı’yı kullanmayı denediler. Yukarıda da söylediğim üzere, Liman von Sanders gibi Türk’lerle yakınlık kurmuş subaylar-elçiler sayesinde de Osmanlı ve Almanya artık müttefik oldular.

Başta birtakım alman diplomatlar (Büyükelçi Wangenheim gibi) ve ordu mensubu da Türkiye’nin merkezi ittifaka dahil edilmesine karşıydılar. “Balkan Savaşı da gösterdi ki, Türklerde savaşçılık kalmamış, eski menkıbelere bakmayın. Bunlarla ittifak yapılmaz.”

“Harbte, beceriksiz ve zayıf bir müttefik, düşmandan daha büyük bir yüktür, yani felakettir.” diyorlardı.

Karadeniz olayından sonra dikkati çeken hedef Osmanlı olduğu için de, Almanya ikili planlar yapmaya başladı. Olur da savaşı kazanırsak, Osmanlı, Almanya’ya çok şey borçlu olacağı için Almanya gene çeşitli yaptırımlar ve izinlerle Osmanlı’dan istifade edecekti, olur da savaşı kaybedersek de en azından Almanya’nın çöküşünü geciktirmiş olacak, fırsat kazandıracaktık. Fakat olur da Almanya ileri cephelerdeki savaşlarını kazanırsa çok güçlenecek, ileride de Osmanlı’ya ihtiyacı kalmadığı zaman bizi güzelce işgal edebilecekti.

Osmanlı karışmaya başladı. Ruslar, savaş ilanından sonra Doğu Anadolu’da ileri harekata geçtiler. Zivin, Doğu Beyazıt ve Diyadin Rusların eline geçti. Bölgede bulunan 3’ncü Ordu birlikleriyle yapılan köprü savaşları sonucunda Ruslar geri çekildiler. Enver Paşa bununla yetinmedi, fetih politikası izlemeye kalktı. Aralık ayı başında Ruslara karşı hücum emretti. 22 Aralık 1914’de Ruslara karşı harekat başladı. Enver Paşa iyi bir asker olsa da, büyük bir strateji uzmanı, büyük bir kumandan, imparatorluk ordularını yönetecek bir Mareşal değildi. Kaldı ki rütbesi de o mertebede değildir. Evet, Trablusgarp’ta savaşmış, başarılı olmuş, Edirne’yi istirdâd etmiş, Makedonya’da komitacı kovalamıştı. Sicili başarıyla doluydu. Fakat bu, bir imparatorluk ordusunu, hem de Osmanlı tarihinin gördüğü en kalabalık orduyu başarıyla yönetebileceği anlamına gelmiyordu.

Ordunun iaşesi sağlanamadı, konaklamayı düzenlemek konusunda beceriksiz kalındı. Ülke genelinde bir milyon askere uygun organizasyon, kışla, sevk edecek demir yolu yoktu ve bu orduyla harbe girip, kışta da bu askerleri Sarıkamış’a sevk etmek zorunda kalındı. Dona dona gittiler, kışlık kıyafet bile hazırlanamadı. Yazlık kıyafetlerle karda, soğukta intikal ettirildiler. Bu hususta “hepsi dondu” diye uyduruk bir tarih yazımı da var –ki amatörler abartmayı severler. Elbette orada bütün ordu donmuş değildir. Aksi taktirde 18–19bin kadar Ruslara kayıp verdiremezdik. Fakat çok sayıda askerimizin telef olduğu da doğrudur. İlber Ortaylı’nın da deyimiyle “General Kış” galip gelmiştir.

Bununla beraber yanlış taktikler ve hatalar neticesinde Sarıkamış bir felaketle sonuçlandı. Birçok asker donarak öldü, aylar sonra karların erimesiyle cesetler ortaya çıktığındaysa bölge bir ölüm vadisine dönmüştü. Bu olay da tarihimize bir leke olarak eklenmiş oldu. [12]

Osmanlı, dört bir cephede savaşmak zorundaydı. Zaten 2–3 yıl önce Balkan Harbi yaşanmıştı, ülke milyonlarca göç almış, insanlar sefil vaziyette yaşayacak yer bulmak derdindeydi. Kendi vatanında mülteci durumunda kalan bu sürgün çoğunluğu, yine mecburi olarak başka savaşlara girmek zorunda kaldılar. Bir yandan Balkanlardaki baskı, bir yandan Çanakkale tehdidi, bir yandan Doğu bölgesindeki muharebeler…

Bu olaylar yaşanırken Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Dördüncü Ordu Komutanlığı’na atandı. Amaç, Mezopotamya’da halen Osmanlı’ya destek olabilecek azınlıklarla birleşip İngilizleri engellemekti. 14 Ocak 1915’te Süveyş Kanalı harekâtına başlayan Osmanlı Ordusu’nun bu teşebbüsü de başarısızlıkla sonuçlandı. Bölgede ne demiryolu ulaşımı vardı, ne de su-yiyecek ikmali yapılabiliyordu. Her ne kadar imkansızlıklar içinde denenmiş olsa da Mısır bölgesini korumak ve Kut’ül Amare’yi gerçekleştirmek zorunda olduğumuz da bir gerçekti. Yoksa İngilizler, doğu’ya varıp Ruslarla birleşecekti ve Osmanlı için son kaçınılmaz olacaktı. Bu bağlamda Kut’ül Amare muharebeleri de son derece şanlı ve şerefli muharebelerdir, zaten kitabımda buna yer vereceğim fakat vakit bulabilirsem bununla alakalı da blog için ayrı bir yazı hazırlamak niyetindeyim.

Bu fotoğraf, Mustafa Kemal’in Sofya’da Ataşemiliter olarak görev yaptığı sıralarda katıldığı bir kostüm balosunda çekilmiştir. Bulgaristan Kralı’nın ve önemli bürokratların katıldığı bu baloda özellikle Yeniçeri kostümü giymesi, Osmanlı’nın varlığını hatırlatır bir harekettir.

Derken Çanakkale Harbi’nin sırası gelmekteydi. Mustafa Kemal, bütün bu olaylar patlak verirken Sofya’da Ataşemiliter olarak görev yapıyor ve Bulgarların savaşta ne tarafta yer alacağını kestirip Osmanlı’ya raporlar veriyordu. Tabii ki bu onu tatmin edemezdi, o birinci sınıf bir asker olduğu için ve bütün arkadaşları cephelerde çarpıştığı için bu savaşa dahil olmak zorundaydı. Defalarca kez telgraf gönderdi, hem Enver Paşa’ya, hem diğer nazırlara “Beni savaşta bir cepheye atayın, bırakın hizmet edeyim!” mesajları yolluyordu.

Fakat birkaç yıl önce İttihat ve Terakki’ye “Asker’in politikaya atılması hatadır, yanılıyorsunuz. Derhal kendinize çekidüzen veriniz!” şeklindeki ithamlarda bulunması yüzünden dışarıda bırakılmak istenen bir insan durumuna gelmişti. Özellikle Enver Paşa, Şam’dan beri onu sevmez, yükselmesini istemezdi. Bir asker olarak kendisine elbette saygı duyardı, neticede Mustafa Kemal’in yeteneği inkar edilemezdi fakat ondaki potansiyel Enver Paşa’nın gözünü korkutuyordu.

Gerek Çanakkale Muharebeleri’nde özellikle Mustafa Kemal’in başarılarını örtpas etmesi, gazetelerden resmini kaldırtması, gerekse alması gereken terfiileri çok geç verdirtmesi buna kanıttır. Sofya’da görevine devam ederken bile ona sıkıntı yaşatmak için uğraşılıyordu. Örnek olarak sizinle Mustafa Kemal’in bakanlığa çektiği şu telgrafı paylaşıyorum:

9 Şubat 1914

Bakanlığınızın 7 Şubat 1914 tarihli telgrafıyla Aralık maaşımın donanma yardımı olarak kesildiği ve memuriyet ödeneğimin yarısı olan 2,500 kuruş miktarında bir meblağın sıkıntı çekmemem için postayla gönderileceği emirle bildiriliyor.

Donanma yardımı olarak kesilen para Aralık’a ait maaşım olduğuna göre, söz konusu diğer aya ait memuriyet ödeneğimin tamamen gönderilmesi lazım gelir iken, Ocak sonunda olduğumuz halde aralık ödeneğimin yalnız yarısının gönderilmesi, ilgili makamca bir yanlışlık yapıldığı sanısını vermiştir. Sofya’ya geldiğim günden bugüne ödeneklerin düzensiz verilmesi yüzünden her bakımdan zorluklar içinde kaldım ve birbiri üzerine yığılan ikamet, beslenme vesaire masaflarını 2,500 kuruşla kapatmak imkanı yoktur. Bir de bu konudaki telgraf açık ve Türkçe olarak yazılmıştır ki, içindekiler sıkıntıda olduğumu gayet açığa çıkarıyor. Sofya gibi küçük ve Türkçe bilenleri çok olan bir şehirde böyle bir telgraf metninin derhal yayılabileceği ve bu durumun buradaki memuriyet vaziyetime kötü tesir yapabileceği yüce bakanlığınızın malumu olduğundan, bu gibi hususların yazıyla veya şifreli telgrafla yazılması gerektiği arz olunur.” [*]

Bu esnada arkadaşlarına da harp ile ve Osmanlı’nın izlemesi gereken politikalarla alakalı düşüncelerini söylemekten geri durmuyordu, sadece şu mektuba bakarak bile onun dönemi ne kadar iyi analiz ettiğini ve birkaç ay sonra yaşanacak olayları nasıl bir bir bildiğini görebilirsiniz:

Enver, bir iki yıldır yükselmesini engellemek için Mustafa Kemal’i dış görevlerle oyalamayı başarmıştı fakat artık ülke ipin ucundaydı. Önemli cephelere, önemli askerler lazımdı. “Arkadaşlarım şehit olurken bana Bulgaristan’da bilgi toplamak haramdır. Gerekirse istifa eder, er olarak savaşa katılırım, ama yine de katılırım!” diyen Mustafa Kemal nihayet komutanlığa atandı.

Bundan sonrasını gelin kendi ağzından okuyalım:

“Ben, gerekirse istifa edip er rütbesinde de olsa o savaşa katılacaktım. Bavulu çoktan hazırlamıştım. Yola koyulacağım vakitte göreve çağırılma telgrafım geldi. O vakitte Enver Paşa, Sarıkamış muharebesini yapıyordu. Ben İstanbul’a ulaştığım vakit o da seferden dönmüş bulunuyordu. Makamına gittim. Biraz konuştuk. Yorgun görünüyordu. Sözü uzatmadım. Görev yerime gitmek için gerekli işleri halletmeye koyuldum. Öğrendim ki, beni 19. Fırka Kumandanlığına bizzat kendisi atamış fakat öyle bir fırkanın varlığından kimsenin haberi yoktur. Kime gidip de “ben 19. Fırka Kumandanı Mustafa Kemal” desem şaşkın şaşkın yüzüme bakıyorlardı. Adetâ sahtekar vaziyette idim.”[13]

Kısacası Mustafa Kemal’in savaşa katılmak için gönderdiği mektuplar nihayet sonuç verir ve Harbiye Nazır Vekili İsmail Hakkı imzalı bir telgraf gelir, “19. Tümen kumandanlığına tayin edildiniz, derhal geliniz”. Mustafa Kemal aceleyle yola çıkar fakat 19. Tümen diye bir tümenin varlığından kimsenin haberi yoktur. Mustafa Kemal, adeta var olmayan bir birliğin başına atanmıştır. [14]

Enver Paşa Kafkasya cephesine giderken yerine vekaleten Topal Hakkı Paşa’yı bırakmıştı. Enver’in Mustafa Kemal’le çekişmeleri onu ilgilendirmiyordu. Ordunun en iyi subaylara, hem de hemen ihtiyacı vardı. İngilizler çoktan iki kere savaş gemileriyle Boğazlar’dan geçmeye çalışmışlardı bile. Alınan bütün istihbaratlar, Gelibolu’ya çıkarma yapmak için Mısır’da büyük bir ordu hazırlandığını gösteriyordu. Bu durumda karşı koyabilmek için de bölge Alman komutan Liman von Sanders’e verildi. Hakkı Paşa’nın tavsiyesiyle Mustafa Kemal de bölgeye çağırıldı ve ona Gelibolu yarımadasından güney kesimindeki birliklerin kumandası verildi.

Gizli saklı bir durum değildir, İttihat Terakki döneminde Osmanlı Ordusu resmen Almanlar tarafından yönetilirdi. En üst rütbeli kumandanlar, mareşaller hep Alman subaylarıydılar. Tabiri caizse vatanımız Almanlara emanettir. Bu durumdan rahatsız pek çok subay vardır çünkü Almanlar hem Türk askerlerini pek tanımaz, hem de pek önemsemezdi. İsterseniz bu konuyla alakalı düşünceleri bizzat Mustafa Kemal’in hatıratından okuyalım:

“Ben harbin müttefiklerimiz için iyi netice vereceğine inanmıyordum. Fakat emrivakiden sonra bulunduğum cephelerde harbi muvaffakiyete uğraştırmaya çalıştım. Başka cephelerde ise sanki aksine müsabaka vardı. Enver Paşa her hareketinde bir orduyu mahvediyordu. Bu bakımdan Almanları ve Alman askerlerini tenkit etmek istemem. Asıl tenkit edilecek olanlar bilhassa devlet adamlarımızdır. Türk ordusunun aciz ve kabiliyetsiz olduğu kanaatı ile, o heyeti ayaklarına kadar giderek ve rica ederek memleketimize davet eden onlardı. Alman heyetine adeta gelip bizi adam etmeleri teklif edilmiştir.”[15]

Ayrıca dünya savaşına katılma politikasıyla alakalı Mustafa Kemal, vaktiyle Hafız Hakkı Paşa ile bir münakaşa etmiştir. Mustafa Kemal’in savaşa girmeme konusundaki uyarıları ve askerin politikaya karışmaması gerektiği yönündeki fikirlerine karşılık olarak Hakkı Paşa şunları söylemiştir:

“Kemal, Kemal! Bizi rahat bırak, sonra vicdanen mes’ul olursun. Biz öyle şeyler yapacağız ki, sen de memnun olacaksın, dünya da hayrette kalacaktır.”

Buna cevap olarak Mustafa Kemal’in söyledikleri, sonradan bir bir yaşanacak gerçeklerden ibaretti:

“Evet, çok şeyler yapacaksınız. Fakat yapacağınız şeyler korkarım ki memleketi çıkılmaz bir girdaba sokmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Eğer ben ve benim gibi düşünenler hayatta bulunursak, sizin bu günkü sözlerinizi takdirle yad etmeyeceğiz. İnşallah bizi içinden çıkılamayacak bir durumda bırakıp gitmezsiniz.” [16]

Nitekim ülke işgal edildi, İttihatçılar da ülkeden kaçıp baştan beri bu savaşa girmemek gerektiğini savunan askerleri sırtlarında taşıması zor bir yükle geride bıraktılar. Fakat başarısız oldukları için her şeyi onlara yüklemek, onlara hain muamelesi yapmak da doğru değildir. Bu durumu da vicdanlı bir şekilde ele almak gerekir. Kaçtıkları yerlerde de halen bir çare peşinde, bir mücadele içindedirler. İttihatçılar da vatanını seven, vatanını kurtarmak için canını dişine takan insanlardı. Sadece yeterince ileriyi görememiş ve yanlış bir politika izlemiş, tarihe başarısızlıkla kaydolmuşlardı.

Enver Paşa da, Talat Paşa da vatanı terk ettikten sonra yurtdışındaki topraklarda vurulup şehit olmuş değerli, vatanperver insanlardır. İmkanını bulsalar geri döner, memleketlerinde çalışmaya devam ederlerdi. Nitekim Kurtuluş Mücadelesi sırasında Enver Paşa ülkeye geri dönmek için elinden geleni yapmıştır fakat bu sefer de Mustafa Kemal ona izin vermemiş, iki başlılık çıkar düşüncesiyle engel olmuştur. Neyse, biz savaşın eşiğine dönelim.

13 Kasım 1914'de İslam Halifesi ve Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat, Cihat ilan etti. İngiltere de savaş planlarını tekrardan gözden geçirmeye ve hazırlanmaya başladı. İngiltere Birinci Deniz Lordu olan Amiral Fisher, Hankey’in raporuna dayanarak Osmanlı’ya ortak bir harekat yapılmasını önerdi. O’na göre bir çok etken birlikte düşünülerek aynı anda ama hızlı bir şekilde bir harekat gerçekleştirilmeliydi. Lord Fisher’in önerisinin gerçekleştirilmesi zordu. 6 Ocak 1915’te Churchill, Amiral Carden’dan Çanakkale Boğazı’nı geçmek için yapılması gereken harekatın ayrıntılı raporunu istedi. Amiral Carden, Doğu Akdeniz Filosu’nun Akdeniz’den Marmara’ya geçişini içeren planlarını 11 Ocak 1915’te Savaş Konseyi’ne sundu. Planda; 12 Zırhlı, 3 Kruvazör, 3 Hafif Kruvazör, 12 Destroyer, 6 Deniz Uçağı, 12 Mayın Tarayıcı Gemi ve daha birçok yardımcı gemi kullanılması gerektiği yer alıyordu.

Amiral Carden’in planı 3 aşamalı idi. Birinci aşamada; uzun mesafeden yapılacak atışlarla Boğaz’ın giriş kısmındaki tabyalar bombalanacaktı. İkinci aşamada; Boğaz’ın Anadolu yakasındaki Orhaniye ve Kumkale, Gelibolu yakasında bulunan Ertuğrul ve Seddülbahir tabyaları susturulacak ve Boğaz’ın iç kısımlarına girilecek, Kepez ve Kilitbahir’e kadar olan merkez savunma sistemindeki tabya ve bataryalar tahrip edilecekti. Üçüncü aşamada ise, Çanakkale ile Nara arasındaki savunma ateş altına alınarak etkisiz hale getirilecek ve Marmara’ya geçilerek İstanbul’a ulaşılacaktı.

Carden’in planı 13 Ocak 1915’te kabul edildi. Yunanistan, İtilaf Devletleri yanında savaşa girmemişti. Yine de gelişmeler üzerine işgal ettiği Limni adasından çekildi. Aynı gün İngilizler bu adayı işgal etti. 25 Şubat 1915’de Tümamiral Rosslyn Wemyss, kıdemli deniz subayı olarak Mondros Valisi atandı. Fransızlar da bölgeye General Albert D’Amade komutasında “Doğu Sefer Gücü” adıyla bir deniz tümeni yola çıkardılar.

Rusya’nın doğudan destek vermesi, İngiltere’nin Doğu Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Hint Okyanusu hattındaki imparatorluk yolunun açılması, Almanya’nın ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Rusya, Romanya, Sırbistan, İtalya ve Fransa üzerinden bir yay şeklinde güneyden kuşatılması ve saf dışı bırakılması planlanmıştı. Bütün bu amaçlardan daha önemlisi, Çanakkale Boğazı’nın alınmasıydı. O zaman her şey yerli yerine oturacaktı. Bu plan, “Büyük Gösteri” diye de anılıyordu. Çanakkale savaşlarının olsa olsa birkaç hafta süreceği, kolaylıkla kazanılacağı düşünülmüştü fakat 8 ay sürecek olan bu çarpışmalar ve yetenekli Türk kumandanları, bütün planları bozacaktı.

Ian Hamilton’a göre Çanakkale’ye 250bin asker, Savaş Lordu Kitchener’a göre ise 75bin askerle gitmek yeterliydi. Duruma göre asker sayısı 500bine kadar çıkarılacaktı. Tabii ki bu askerlerin hepsi İngiliz değildi, aralarında Cezayirli, Senegalli, Hintli birçok asker vardı. Çanakkale savaşında Osmanlı’ya karşı savaşan askerlerin arasında Müslüman askerlerin sayısı çoktur. [17]

Henüz Çanakkale Savaşı’na girmeyeceğiz, orada yaşananlara, belgelere ve tarihe damga vuran olaylara sıradaki yazıyı ayırdığımı söylemiştim. Çünkü konu, yazının başında da dediğim gibi etraflıca ele alınması gereken, ciddi bir dönemi içeriyor. Ben de hakkıyla size doğru düzgün bilgiler sunmaya çalıştığım için elimden geldiğince çeşitli ve “doğru” kaynaklardan beslenerek, elimden geldiğince basite indirgeyerek ve özetleyerek size yaşananları aktarmaya çalışıyorum. Buraya kadar zannederim Çanakkale Harbi’nin başlangıcına kadar geçmiş ve yaşanmış olayları eksiksiz aktarmışımdır. Bu yazı, devam olarak yazacağım “Çanakkale Savaşı” başlıklı yazım için bir zemin niteliğindedir. Artık sözü daha fazla uzatmadan, bir iki alıntı yaparak yazıyı sonlandıracak ve Çanakkale yazısının son rütuşlarıyla ilgilenmeye döneceğim.

Yine de şu kadarını söyleyebilirim:

Savaş tarihinde bütün ülkelerin bir Çanakkale’si yoktur. Fransızların Marne ve Verdun’u vardır. Rusların bilhassa 2. Cihan Harbi’nde Minsk Cephesi, Odessa, Sivastopol’ları vardır. Bunlar o vatanın savunulduğunu, o halkın vatanları için öldüğünü gösteren ve asırlarca iftiharla sahiplenilecek ve düşman unsurların ibretle değerlendirmesi gereken anıtlardır. Çanakkale de bu anıtlardan biridir. Çanakkale, çok büyük kayıplara yol açmış, etkisini en az 30 yıl daha hissettirmiş fakat tarihteki en şerefli, en namuslu savunmalardan biridir. Pekâla bu savaşta yüzlerce kahraman vardır, ama aralarındaki en önemli şahsiyet çok açık ki Mustafa Kemal Atatürk’dür. Nedenlerini sıradaki yazıda kronolojik olarak ortaya koyacağımdan şüpheniz olmasın.

Savaş 28 Temmuz 1914’de başlamıştır. Biz, 3 ay sonra, 29 Ekim 1914’te katıldık. İtalya Mayıs 1915, Yunanistan 1917’de savaşa girdi. Bizim savaşa aceleyle erkenden dahil olmamız başlı başına bir hatadır fakat neticede bu böyle yaşanmıştır. Çanakkale, Devlet ve dönemin hükümeti açısından bir utanç, halk ve asker açısındansa bir övünç sebebidir. Şimdi sözünü ettiğim bir iki alıntıyı da ekleyerek yazıyı sonlandırıyorum.

  • Atatürk’ün 1. Dünya Savaşı’na girmekle alakalı yorumu: “Türkiye, I. Dünya Savaşı’na girmeye mecburdu ve mevcut dünya dengesine göre bu giriş şekli de olandan ve görünenden başka türlü olamazdı. Belki savaşa giriş zamanı, belki kuvvetleri kullanma tarzları, özetle bir sürü ayrıntı eleştirilebilir. Fakat esasa diyecek yoktur. Türkiye savaşa girerdi ve böyle girerdi.” [18]
  • İlber Ortaylı’nın bu konudaki fikirleri: “Mustafa Kemal’de kendisine verilen vazifenin ötesinde bazı atılımlar ve fedakarlıkla örülen bir kişilik görülür. Mesela Trablusgarp savaşındaki gönüllülüğü ortadadır. Yahut istese Birinci Dünya Savaşı’nı Sofya’da Ataşemiliter olarak tamamlayabilir, hiç hayatını riske atmayabilirdi. Mustafa Kemal ise ısrarla savaşa katılmak istiyor, “arkadaşlarım savaşırken burada kalmam doğru değildir” diyordu.” [19]
  • Atatürk’ün 17 Eylül 1914 tarihli mektubu: “Pekâlâ bilirsiniz ki, benim bütün hayatımda, bu ana kadar takip ettiğim gaye hiçbir vakit şahsi olmamıştır. Her ne düşünmüş ve her ne teşebbüs etmiş isem, daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve menfaatine olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın öne çıkmasını ve sivrilmeyi dikkate almamışımdır. Eğer o yaratılışta olsa idim, yazık ki maceracılığa pek müsait olan muhit ve vaziyetlerde fırsatlar eksik değildi. Bugün de, çizgim geçmiştekinin aynıdır. Gayesi vatan ve milletin kurtuluşu ve ordunun ıslahı noktasına yönelik olan ve bu gayeyi nezih ve her türlü şahsi hislerden arınmış olarak takip edenlerle beraber çalışmak, bence pek keyifli bir iş olur. Bu şartın olmaması halinde memlekete zararlı olmaktan Allah beni esirgesin.” [20]
Anlaşıldığı üzere tayin belgesi. — Cumhuriyet Arşivlerinden alınmıştır. Belge numarası sol üsttedir.

Umarım bu yazı yeterince açık ve anlaşılır olmuştur. Sürekli raporlardan ve politikalardan bahsedildiği için çoğunuzu sıkmış olabilir fakat tarih böyle bir şeydir. Hazırlaması onlarca güne ve onlarca kitaba mal olan 3 partlık Çanakkale serisinin ilk versiyonu buydu. Sıradaki yazıda görüşmek üzere.

https://www.facebook.com/diamondtemaofficial/notifications/

Yazının devamı bu linktedir: Çanakkale Part II

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım tamamen bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden ve benden izin almadan herhangi bir makalemi elektronik ya da matbuu mecrada kullanmanız halinde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

Kaynakça

[1] Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 5. Baskı, İnkılap Yayınevi, s,37.

[2]Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi, 2. Baskı, 1991, s,13.

[3] Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, İnkılap Yayınevi, İstanbul-2018, s,13.

[4] Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, İnkılap Yayınevi, İstanbul-2018, s,14–15.

[5] Haydar Kazgan, Galata Bankerleri, s.57

[6] Atatürk’ün Not Defterleri, Ali Mithat İnan, Gündoğan Yayınları, 3. Baskı, 1998, s,29.

[7] İlber Ortaylı, İmparatorluğun Son Nefesi, Timaş Yayınları, 2017, 6. Baskı, s,153–55.

[8] İlber Ortaylı, İmparatorluğun Son Nefesi, Timaş Yayınları, 2017, 6. Baskı, s,109

[9] Serhat Güvenç, Osmanlıların Dretnot Düşleri, İş Bankası Yayınları, 2009.

[10] Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, s,14.

[11] Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, s, 15.

[12] Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, s, 18

[13] Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Hatıraları, 1914–1919, İş Bankası Yayınları, 1965, s, 3–4.

[14] Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü, Bir Dostluğun Öyküsü, Milliyet Yayınları, 2. Baskı, s,51–52.

[15] Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Hatıraları, 1914–1919, İş Bankası Yayınları, 1965. s,10.

[16] Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Hatıraları, 1914–1919, İş Bankası Yayınları, 1965. s,11.

[*] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s,181.

[17] Ian Hamilton, Gelibolu Hatıraları, 1915, Örgün Yayınevi, 2005, s14.

[18] — Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1984, s.145,

[19] İlber Ortaylı, İmparatorluğun Son Nefesi, Timaş Yayınları, 2017, 6. Baskı, s,120

[20] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s, 200,201

--

--

Diamond Tema

Din, Bilim ve Tarih üzerine yazılar yazmaktayım. Ayrıca Youtube adresimiz: https://www.youtube.com/c/diamondtema