Çanakkale Savaşı‘nda Yarbay Mustafa Kemal (Çanakkale Part II)

Diamond Tema
28 min readMar 18, 2019

--

Kasım 1914'de Tasvir-i Efkar Gazetesinde yayımlanan Çanakkale’nin kuşbaşı bir çizimi. Bu olduğunda ülke savaş hazırlığındaydı. — Tasvir-i Efkâr, 22 Teşrin-i Evvel, 1330, s.1.

Merhaba bu blogdaki konuları ve daha fazlasını, yeni açtığım Youtube kanalında video olarak paylaşacağım. Dilerseniz kanalı inceleyebilir ve takip edebilirsiniz: https://www.youtube.com/c/diamondtema

18 Mart Çanakkale Zaferi’ne özel, önemli ve geniş bir yazı yazmak niyetindeydim. Bununla alakalı haftalardır, günde yaklaşık 10 saat onlarca kaynak ve arşiv belgesi karıştırmak durumunda kaldım. Fakat I. Cihan Harbi’ni ve dönemin dünyasını, dönemin devletlerini ve Osmanlı Politikası’nı anlamak için değinmem gereken tonla olay ve rapor vardı. Ortaya çıkan notlar ve açıklamalar bayağı uzun bir yazı ortaya koydular. Ben de bunu tek bir yazıda ele almaya kalksam hem çok uzun tutacağından, hem de okurların gözü korkacağından 3 yazıya bölmeye karar verdim. İlk yazıda I. Cihan Harbi’ne Doğru Osmanlı ve Dünya’yı anlatmaya çalıştım. Link aşağıdadır, mümkünse önce o yazıyı okuyup sonra bu yazıyı okumaya başlayınız. (Zaten Part I ve II diye ayırdım.) Böylece taşlar daha bir yerine oturacak ve birçok şeyi daha iyi anlayacaksınız.

Buyrunuz Part I : Çanakkale Savaşı’na Doğru Osmanlı ve Dünya (Çanakkale Part I)

Giriş esnasında özetlemek gerekirse bu 2 yazıda ele aldığım konular şunlardır:

İlk yazıda;

  • 18. ve 19.yy’da Diğer Ülkelerin Osmanlı’ya Karşı Tutumu Neydi?
  • I. Cihan Harbi’ne girmeyebilir miydik?
  • I. Cihan Harbi’ne Neden girdik?
  • I. Cihan Harbi’nde Neden Almanya ile Müttefik Olduk?

Bu yazıda;

  • Çanakkale Savaşı’nda yaşanan muharebeler ve olaylar.
  • Çanakkale’yle alakalı bilinen doğrular ve yanlışlar.
  • Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal’in rolü.
  • Çanakkale Savaşı’nın dünya açısından önemi nedir?
  • Mustafa Kemal olmasaydı Çanakkale ne olurdu?

Bütün yazılarım çeşitli belgelere ve gerçek raporlara, gerçek kaynaklara dayanır. Özellikle tarih üzerine hazırladığım bütün makalelerim arşiv belgeleri ve bütün tarihçilerce kabul gören yazarların ilk elden anlatımlarından faydalanılarak hazırlanmıştır. Dolayısıyla sizin doğru bildiğiniz yanlışları göz önüne serecek olursam isyanınızı bana değil, size tarihi yanlış öğretenlere ediniz. Bu yanlışlardan en büyüğü ise son zamanlarda popülerleşmeye başlayan “Çanakkale’de Mustafa Kemal olsa ne olur, olmasa ne olur? Biz gene kazanırdık.” safsatasıdır.

Savaş Hazırlığı

Sarıkamış seferleri yaşanırken ve İngilizler bizim topraklarımıza Mısır’dan asker çıkartmaya başlamışken Mustafa Kemal, Ataşemiliter olarak Sofya’da görev yapmaktaydı. Sofya’dan yolladığı telgraflar ve mektupları zaten bir önceki yazıda paylaştığım için burada bu faslı kısaca atlayacak ve direkt olarak savaş günlerine geleceğim. İlk yazıyı okuduysanız zaten artık birçok konuya hakim olmuşsunuzdur.

Mustafa Kemal’in Enver Paşa tarafından nasıl geri planda bırakılmak istendiği ve maaşlarının bile kasıtlı olarak ödenmediğini artık biliyorsunuz. Savaşa katılmak için elinden geleni yaptığını ve ciddiye alınmadığını, bu durumda gerekirse istifa ederek Er olarak devam edeceğini belirttikten sonra nihayet Harbiye Nazır Vekili İsmail Hakkı imzalı bir telgraf gelir,

“19. Tümen kumandanlığına tayin edildiniz, derhal geliniz”.

Mustafa Kemal aceleyle yola çıkar fakat bir sürprizle karşılaşır. 19. Tümen diye bir tümenin varlığından kimsenin haberi yoktur. İstanbul’a tayin için geldiğinde kimsenin bu konuda bilgisinin olmadığını, hatta öyle bir tümenin henüz var olmadığını öğrenir.

Bütün bunlar o kadar hızlı yaşanır ki, Mustafa Kemal’in alel acele Sofya’dan İstanbul’a, sonra Tekirdağ’a gitmesi gerekmiştir. Dostlarına haber verecek vakit bile bulamamıştır. Zaten o günlerde Sarıkamış yaşanmış olduğu için ülke karışık durumdadır. [1]

Tek problem Sarıkamış değildi tabi. İngilizler çoktan iki kere savaş gemileriyle Boğazlar’dan geçmeye çalışmışlardı bile. Alınan bütün istihbaratlar, Gelibolu’ya çıkarma yapmak için Mısır’da büyük bir ordu hazırlandığını gösteriyordu. Bu duruma karşı koyabilmek için de bölge Alman komutan Liman von Sanders’e verilmişti. Hakkı Paşa’nın tavsiyesiyle de Mustafa Kemal bölgeye çağırıldı ve ona Gelibolu yarımadasının güney kesimindeki birliklerin kumandası verildi.

Mustafa Kemal, Alman askerlerinin yeteneksiz olduğundan yakınıyor ve ülkenin neredeyse bütün birliklerinin alman askerlerinin emrine bırakılmasına karşı çıkıyordu. Zaten bir iki ay sonra gelecek olan bazı Alman subaylarının ne kadar işe yaramaz tipler olduklarını birazdan okuyacaksınız. “Bizim, çok yetenekli, orduyu tanıyan askerlerimiz varken, neden Enver’in başarısız politikaları için Alman’lardan bizi yönetmelerini istiyoruz?” [2]

İngiliz’ler Çanakkale’ye doğru geliyorlardı. Niyetleri belliydi, önce Çanakkale Boğazı’nı ele geçirerek, sonra da oradan İstanbul’a çıkacaklardı. Anlaşmaya göre İstanbul Rusya’ya bırakılacaktı. Ruslar da İngilizler çıkarma yaptıktan sonra takviye birlik göndereceklerine söz vermişlerdi. Sanders, Çanakkale bölgesindeki orduların komutanıydı ve çözümü çok zor bir sorunla karşı karşıyaydı…

Gelibolu yarımadasının kıyı şeridi yaklaşık 85 kilometre uzunluğundadır. Arazi dağlıktır ve çevrede, tüm mevkiye hakim çok sayıda tepe vardır. İngilizler 80 bin askerini bu kıyıların herhangi birine çıkarıp, herhangi bir tepeye kurulabilir ve rahatlıkla bölgeye yayılabilirlerdi. Böylece Türkleri bölgeden sürebilir ve rahatlıkla İstanbul’a doğru yola koyulabilirlerdi. Nitekim amaçları da buydu, planlarına göre Çanakkale savaşı olsa olsa 2–3 hafta sürecekti. Sanders’in 60 bin askeri vardı. Bunları 20 bin’lik üç gruba ayırdı ve her bir grubu yarımada boyunca yaydı. Artık oturup beklemekten başka çare yoktu. Hangi grup düşman askerleri tarafından saldırıya uğrarsa, diğer birlikler yetişip ona yardım edene kadar 2–3 gün bekleyecek, dayanmaya çalışacaklardı.

Mustafa Kemal, Maydos’a atandı. Emrine askerlikten bihaber birkaç düzensiz Arap birliği verildi ve onları hazırlaması istendi. [3]

Taciz Saldırıları

Kasım 1914’te İngilizler, Çanakkale’yi bombalamaya başladılar. Bu, halka duyuruldu ve Çanakkale’nin kuşbakışı bir manzarası çizildi, Tasvir-i Efkar gazetesinde yayımlandı. (Yazının başındaki çizim) [4]

***

Henüz büyük savaş başlamamıştı fakat bu taciz saldırıları “Bekleyin, hazır olunca üstünüze çökeceğiz!” mesajını gayet yerinde vermişti. 13 Kasım’da İslam Halifesi ve Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat, Cihat ilan etmek durumunda kaldı. Savaş kapıdaydı.

Kıyı tahribatları sürerken, Çanakkale’ye sürekli gelmekte olan İtilaf Devletleri’nin destek birlikleri elbette ki Arap Yarımadası bölgesinden gelmekteydi. İngilizlere büyük bir istekle yardım eden kalabalık bir Arap güruhun olduğunu sanırım hepiniz bilirsiniz. Şeyh Senûsi ile açık açık anlaşmalar yapılmış, beraber hareket edilmiştir. Arapçası çok iyi olan Lord Kitchener, Mekke şerifiyle gerekli konuşmaları yapmış, hatta asker yardımı bile almıştır. 1914 Kasım ayında yapılan anlaşmalar ve imzalar arşivlerde durmaktadır. [5]

İngiliz Savaş Konseyi birçok plan yapmıştır, Churchill, Kitchener, Carden gibi üst düzey yetkililerin projeleri gözden geçirilmiş ve 13 Ocak 1915’de Amiral Carden’in 3 Aşamalı savaş planı kabul edilmiştir. [6]

-Planları bir önceki yazıda aktardığım için buraya da ekleme gereği görmedim.

Şubat ayında gelindiğinde işler iyice kızıştı. 19 Şubat’ta İngiliz gemileri 11.000, hatta 14.000 metreden isabetli atışlar yapabiliyorlardı ve Kumkale ve Ertuğrul tabyaları gibi birçok bölgeyi Türklerin menziline girmeden rahatça hırpaladılar. Bu saldırılar 8 saate yakın sürdü. [7]

23 Şubat 1915’de Kitchener, Maxwell’e bir telgraf çekti.

“Çanakkale Boğazı’nı zorlayarak ulaşılmak istenen maksat, Marmara Denizi girişini elde etmek, sonra İstanbul Boğazı’nı zorlamak ve İstanbul’u zapt etmektir. Harekât, esas itibarıyla filo ile yapılacaktır. Bu başarılırsa büyük ihtimalle Gelibolu Yarımadası’nı savunan birlikler ricat edecektir.”

Çanakkale’ye saldırının büyük tasarımcılarından olan meşhur Savaş Lordu Kitchener, 1 yıl sonra Rusya’yla bir görüşme yapmak için geri dönerken gemisinin çarpacağı bir Alman mayını vesilesiyle 5 Haziran 1916’da boğularak ölecekti. Onca başarıya imza atmış bir asker olarak bu kadar umulmadık bir şekilde ölmek hayatın acı şakalarından biri ve Çanakkale Şehitleri’nin ödeşme şekli olsa gerek.[8]

Savaş birlikleri Boğaz’ı doldurmaya başladılar. Ruslar Karadeniz’den bir birlik yollayacakları sözünü vermişlerdi fakat sadece çıkar ilişkisine dayanan bir müttefiklik kurdukları İngiltere’nin Çanakkale’yi aldıktan sonra ne yapacağını kestiremediklerinden, eninde sonunda Çanakkale için karşı karşıya geleceklerini düşünerek, Alman baskısını ve Polonya’daki çatışmaları bahane ettiler ve yardım birliklerini geri çektiler. [9]

Yunanistan henüz İtilaf Devletleri yanında savaşa girmemişti. Türkiye’den toprak kapmaya çok hevesliydi, o yüzden önce Türklerin hırpalanmasını bekledi. Yine de gelişmeler üzerine işgal ettiği Limni adasından çekildi. Aynı gün İngilizler bu adayı işgal etti. 25 Şubat 1915’de Tümamiral Rosslyn Wemyss, kıdemli deniz subayı olarak Mondros Valisi atandı. Fransızlar da bölgeye General Albert D’Amade komutasında “Doğu Sefer Gücü” adıyla bir deniz tümeni yola çıkardılar.

Savaş Başlangıcı ve İngilizler’in Çıkarma Girişimi

Çanakkale tabyaları enkaza çevirildi. 25 Şubat saldırısına 12 savaş gemisi katıldı. Sabah saatlerinde Amiral Robeck’in sancak gemisi Vengeance ve Cornwallis’in bombardımanıyla başlayan saldırı aralıksız 17:30’a kadar sürdü. [10]

İngilizler, 4 Mart 1915’te, beş zırhlı ve yedi torpido desteğinde üç büyük sandalla Seddülbahir İskelesi’ne gelerek karaya 60 asker çıkarttı. Bölgeyi korumakla görevlendirilmiş olan Mustafa oğlu Bigalı Mehmet Çavuş komutasındaki 30 asker, Seddülbahir kalesine yerleştiler. Yaklaşık 3 saat çarpıştılar ve Mehmet Çavuş’un askerlerini sürekli yer değiştirterek saldırtmak gibi akıllıca fikri üzerine Osmanlı Ordusu’nun kalabalık olduğunu düşünen İngilizler, sayıları azaldıktan sonra geri çekilmek zorunda kaldılar. Mehmet Çavuş, elindeki tüfek parçalandıktan sonra taşla saldırmaya devam etmiş ve bu esnada başından ve göğsünün sağ tarafından yaralanmıştı. Daha sonra Mustafa Kemal yaralıları gezerken bu askeri fark edecek ve askerlere moral olsun diye ona ödül verdirip şöhret kazandıracaktı. Mehmet Çavuş ismi epeyce bir gazetelerde yer aldı. Çatışma günü süngü dövüşünü kaybeden düşman teknelere binip kaçmıştı.[11]

Bu muharebelerle alakalı 7 Mart günü Atatürk’ün çektiği telgrafın yeni Türkçe’ye çevrilmiş versiyonu aşağıdadır. Rahat okuyabilesiniz diye büyütüp atıyorum: [12]

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s,210

İngiliz’ler saldırılarına devam etmiş ve birtakım çıkarma teşebbüslerine girişmişlerdir. Bu olaylarda 10 Mart’a kadar geçen süre içerisinde düşmanın 4 zırhlısı ve 1150 askeri telef edilmiştir. [13]

Saldırılar artık ciddi boyutlara varmaya başladı. İngilizler Kıyı şeridine çıkabilmek için boğazdan ellerinden geldiğince top atışı yapıyor ve bir açık yaratmaya çalışıyorlardı. 18 Mart günü 11:30 civarlarında sıkı bir bombardımana başladılar. Buna karşılık olarak Türk orduları varını yoğunu ortaya koydu. Saat 14:00’te Anadolu Hamidiye Tabyası’ndan ateş altına alınan Bouvet gemisine bir top atışı isabet etti. Üç dakika içinde de battı. Gemide mahsur kalan Albay Rageot ve mürettebattan 609 denizci boğularak öldüler.

Saat 16:14’te İngiliz Irresistible ve İnflexible gemileri de mayına çarpıp geri çekildiler. Çarpışma sonunda Osmanlı Kuvvetlerinden 4 subay, 22 er şehit oldu ve 1 subay, 52 er yaralandı. Destek grubumuz olan Almanlardan da 3 er öldü, 1 subay ve 14 er yaralandı. Toplam zayiatımız düşmanın beşte biri kadardı.

24 Saat içinde İtilaf Devletleri’nin üç önemli gemisi Bouvet, Ocean ve Irresistible battı. Dört gemisi Inflexible, Gaulois, Suffren ve Agammemnon da savaş dışı kaldı. 800’den fazla insan kaybı verdiler.

O gün Ocean’ı batıran kişi ise meşhur Seyit Onbaşı idi. Birçok kişi Seyit Onbaşı’nın hikayesinin doğru olmadığını, uydurulduğunu düşünür... Meşhurdur, yanındaki bütün arkadaşları şehit düşer, kendisi de baygınlık geçirir. Bir uyanır ki herkes ölmüştür, bir tek kendisi vardır. Karşısından ise düşman gemileri gelmektedir. Tek başına 275kg(215 okka) ağırlığındaki mermileri sırtına yüklenir ve ilk iki atışı isabet ettiremez, fakat 3. Atışında Ocean’ı batırır. Bunun üstüne diğer gemiler de geri çekilmeye başlar ve düşmanın teşebbüsü engellenir.

Savaştan sonra Seyit Onbaşı tekrardan çağırılmış ve aynı ağırlıktaki bir mermiyi kaldırması istenmişti, fakat başaramamıştı. Bunun sonucunda iki görüş ortaya çıktı. Birincisi yukarıda bahsettiğim “Yalandır, nasıl kaldırsın. Bunlar savaş hikayeleri.” görüşüdür, ikincisi ise “Savaş halidir, bir insan o can havliyle her şeyi yapabilir.” şeklindedir.

Ben ikinci görüşün doğru olduğuna inanıyorum. Zira spor salonunda iki kadın görünce testosteron hormonunun etkisiyle hayvanlıktan 200 kg Deadlift, Squat yapan gençler varken, savaş meydanında sırtına 275 kg mermiyi sırtlanıp can havliyle bir şeylere imza atmış olmak çok da imkansızmış gibi gelmiyor. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz kişi Seyit Onbaşı’dır. Sırtında duran mermi eskiden okullarda “Gerçek mermi” olarak anlatılırdı fakat artık biz bu merminin temsili olarak hazırlanmış bir maket olduğunu biliyoruz. [14]

Seyit Onbaşı, temsili olarak hazırlanmış maket mermiyi sırtlanırken.

Maalesef zamanında Çanakkale ve Sakarya Savaşı’yla alakalı birçok yalan bilgi, okullarda gerçek tarih diye okutulmuştur. “Savaşı daha da yüceltmiş oluruz, daha da efsanevîleştirmiş oluruz.” mantığıyla kuru sıkı birçok hikaye uydurulmuştur. Bu, aslında “İnönü savaşları da savaş mı canım, 200 kişi dövüşmüşler alt tarafı. Zaten Mustafa Kemal de Çanakkale’de hiçbir işe yaramadı.” diyerek savaşları küçültmek için iftira atan nankörlerin yaptığından farksızdır. Bir olayı, bir kişiyi yüceltmek için yalan söylemekle, küçültmek için yalan söylemek eşit derecede sahtekarlıktır.

Bazı İnkılap tarihçileri bazen o kadar çok abartmalara başvurmuşlardır ki böylece birçok gerçeği de gölgelemiş, itibarsızlaştırmışlardır. Örneğin eskiden Atatürk’ün Bandırma’ya binip Samsun’a gidişi iyice romanlaştırılarak anlatılırdı. “Küçücük bir sandalla, ufacık bir kayıkla fırtına içine 4–5 kişi gizli gizli Samsun’a gittiler.” deniliyordu. Halbuki Bandırma’nın kaç metre olduğu, o gemide kaç kişi olduğu, Mustafa Kemal’in öyle gizli gizli değil de direkt olarak hükümet emriyle gittiği artık bilinen bir gerçektir.

Benim çocukluğumda dahi bayram günleri yaklaşırken Atatürk’le alakalı izletilen belgesellerde Atatürk’ün sesi dublajlı verilirdi. Biz, yetişkinlik çağına gelene kadar Atatürk’ü çok kalın sesli biri olarak tanıyorduk. Halbuki onun yüceliğini idrak ettirmek için böyle küçük oyunlar yapmaya hiç mi hiç gerek yoktur. Aynı şekilde Seyit Onbaşı’nın hikayesi de doğru olsun-olmasın, Çanakkale onlarca kahramana gebe bir anıt’dır.

Malesef zamanında İnkılap tarihçilerimiz, “Ah senin sarı saçların, mavi gözlerin…” tarzı şiirler bağırmaktan başka bir şey yapmamış, üstlerine düşen vazifeyi yapmaktansa gerçekler üstüne hikaye uydurup para kazanmakla uğraşmıştır. Birçok tarihi olay bu şekilde tahrife uğratılmış, yanlış aktarılmıştır. Neyse ki zamanla belgeleri kurcalayan ve işini hakkıyla yapan Sinan Meydan gibi, İlber Ortaylı gibi, Halil İnalcık gibi tarihçiler sayesinde günümüzde birçok şey açığa çıkmıştır. Bunda araştırmacı gazetecilerin de büyük payı vardır, özellikle hanedanla alakalı yaptırımlar ve Samsun’a gidiş konusunda Murat Bardakçı’nın hakkı büyüktür.

İnkılap tarihçilerinin yarattığı bu açıktan istifade ederek Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı olan birçok tarih amatörü, birçok Yalan Tarihçiliği yapan yazar, bir bu kadar da iftira uydurmuştur. Öncesinde ve şimdi gerçek tarihçilerin görevi bu gibi olayları açıklığa kavuşturmak ve yalanları bertaraf etmektir. Ben -ki tarihçi değilim- bile bu konuda elimden geleni yapmaya ve size naçizane bir şeyler göstermeye çalışıyorum. Neyse, temennileri bırakıp konumuza dönelim.

24 Mart’a gelindiğinde Rusya, politikalarındaki değişimlerle alakalı birtakım demeçler vermeye başladı. İngiltere, gözünü adalara da dikmişti. Sağlam bir Rus taraftarı olan Mösyö Tekeyunasko, İngiltere’nin sözünü tutup tutmayacağını bilmediği için, en azından boğazları eşit şekilde bölüşebilmek temennisiyle Berliner Tidend gazetesi’nde şunları yazdı:

“Boğazların hakimiyetimizde kalmasına taraftarım. Olur da kalmazsa, eşit şekilde paylaştırılacağını ümit ederim.”[15]

29 Mart’a kadar yaşanan süreçte İngiltere açısından neler olup bittiğini, kaç gemi zaiyatı verdiklerini şu küçük şemada birleştirdim. Bu rapor esasen iki sayfa olup, resmi gazetelerde de yayımlanarak moral olması amacıyla halka gösterilmiştir. [16]

29 Mart 1915 Tasvir-i Efkar, s.3

Burada böyle basitçe anlatıyoruz fakat yaşanan ortam iç karartıcıdır. Yarın ölüp ölmeyeceğiniz, bir bombardıman atışıyla yok olmayacağınızın garantisi yoktur. O güne kadar Mustafa Kemal’in ne yaptığını, nelerle meşgul olduğunuysa Madam Corinne’e yazdığı 30 Mart 1915 tarihli mektuptan anlayabiliriz:

Çanakkale, 30 Mart 1915, Maydos Karargâhı,

… Aziz dostum, Tekirdağ’da Tümen’in oluşturulmasıla meşgul oldum. Oluşturduğum tümenle Maydos’a gitmek ve orada bulunan bütün kuvvetlerin kumandasını üstlenmek emrini aldım. Bu kuvvetler, Çanakkale Boğazı’nı müdafaa eden iki topçu tümeniydi. Bir aydır buradayım ve Çanakkale Boğazı’nı müttefiklerin çıkarma teşebbüsünde bulunan donanmalarına karşı müdafaa ediyorum. Bu ana kadar, hep başarılı oldum ve aynı yerde kalırsam inanıyorum ki daima başarılı olacağım.

Burada benim ismimin duyulmamasına şaşmamalı, çünkü ben, mühim bir muharebenin kahramanı olarak Mehmet Çavuş’a şeref kazandırmayı tercih ettim. Tabii takdir edersiniz ki, Mehmet Çavuş’u bulan da, muharebeyi idare eden de bendim… Geçmiş ve geçmiş zamanın hatıraları ebedi bir hayata sahiptir. Beni unutmayınız Corinne, bu harpte ölsem bile.

19. Tümen Komutanı, Kemal.” [17]

Yukarıda okuduğunuz “Bu harpte adımın duyulmamasına şaşmamalı” konusuna dikkat ediniz. Bunun sebeplerinden biri de, Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’le alakalı her haberi sansürletmesi ve fotoğraflarını gazetelerden kaldırtmasıdır. Bunu yapabildiği yere kadar yapacaktır fakat artık savaş alanındaki başarıylarıyla adı “Anafartalar Kahramanı” olduğu zaman Mustafa Kemal’i arka planda bırakabilmek imkansız hale gelecektir. Zamanla oralara da geleceğiz.

Sizinle Nisan ayına ait ikinci bir mektup daha paylaşmak istiyorum. Burada Mustafa Kemal o güne kadar Türk askerinin içinde bulunduğu durumu izah ediyor. Fazla belge göz çıkartmaz:

“Karargahımın katiplerinden Hulki Efendi’nin İstanbul’a seyahatinden faydalanarak size bu mektubu yazıyorum. Burada hayat o kadar sakin değil. Gece gündüz, her gün çeşitli toplardan atılan şarapneller ve diğer mermiler başlarımızın üstünde patlıyor. Kurşunlar vızıldıyor ve bomba gürültüleri toplarınkine karışıyor. Gerçekten bir cehennem hayatı yaşıyoruz. Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler.

Bundan başka hususi inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semâvi netice mümkün: Ya gazi, ya da şehit olmak!

-M. Kemal, 19. Fırka Kumandanı, Arıburnu, Maydos.”[18]

Nitekim Maydos dönemi sona erer. Enver Paşa, Mustafa Kemal’in daha geride bir yerlere gönderilmesini emretmiştir. 18 Nisan 1915 günü Mustafa Kemal komutasındaki 19. Tümen, 5. Ordu’nun yedeğini oluşturmak üzere Bigalı’ya gönderilir. Gelen emire göre olası bir taaruzda bölgeyi savunmak için yedekte bekleyecektir. Ayrıca o bölgelerden çıkarılacak düşman sayısının oldukça az olacağı düşünüldüğü için Mustafa Kemal pek bir şan-şöhret alamayacaktır.[19]

Fakat bu bile onu sindirmeye yetmeyecektir. Çok yakında, sadece 1 hafta sonra o meşhur Conkbayırı Muharebeleri yaşanacaktır.

25 Nisan 1914, Conkbayırı Muharebeleri

25 Nisan 1914 günü, sabah 05:30 civarında Arıburnu sahillerine ayak basan düşman çıkarma birliklerini ilk olarak o bölgeyi savunmakla görevli 27. Alay karşıladı. Onun yardımına, sabah 9:45–10:00 civarında 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in komutasındaki 57. Alay yetişti. Aslında “Yedek Tümen Komutanı” olan Atatürk’ün böyle bir yetkisi yoktu. Üstlerinin emirlerine karşı gelerek, kendi insiyatifiyle oraya gitmişti. Bir asker olarak emirlere karşı gelmek ve kendi bildiğini okumak ne tehlikeli bir şeydir, bunu ancak hakkıyla askerlik yapmış olanlar bilir. Burada işi kendime çekme niyetinde değilim fakat Şırnak’ta askerlik yapan birisi olarak emir-komuta zincirinin ehemmiyetinden gayet iyi haberdarım.

Mustafa Kemal’in emirlere karşı gelerek o bölgeye hareket ettiğini söyledim. Çünkü çıkarmanın oradan yapılacağını düşünen tek kişi oydu. Bu ihtimalden defalarca bahsetmişti, destek istemişti fakat ciddiye alınmamıştı. Hatta ve hatta o gün raporlar gelmeye başladığında, üstlerine düşmanın çıkarma yaptığını bildirdiğinde bile “Bir tabur asker gönderilmesi yeterli olacaktır.” Emrini almıştı. Normalde aklı başında bir subay bu durumda oturur emirleri beklerdi, nitekim yaşanacak felaketlerin sorumluluğu üstlerine aitti. Eğer Mustafa Kemal bu emirleri dinlese ve çadırında oturup bekleseydi, düşman muharebenin ilk saatlerinde, bölgenin en hakim tepeleri olan Conkbayırı ve Kocaçimen’i ele geçirecek ve boğaz yolunu açmış olacaktı. [20]

Conkbayırı Muharebeleri, Çanakkale’nin kilit noktasıydı. Daha ayrıntılı anlatmak gerekirse; o gün 4000 kişilik Anzak birliği, yalnızca 40 kişiden oluşan küçük bir Türk takımıyla karşı karşıya gelmişti. Türkler cephaneleri bittikten sonra kaçmaya başladılar ve bölgeye gelmekte olan Mustafa Kemal’e rastladılar; işte orada o meşhur olay yaşandı:

Mustafa Kemal, “ Ne oldu? Neden kaçıyorsunuz!” diye sordu.

“Kumandanım, düşman geliyor…” dediler.

Mustafa Kemal, “Düşmandan kaçılmaz!” diye bağırdı.

Askerler, “Cephanemiz yok, düşman kalabalık…” dediler.

“Cephaneniz yoksa süngünüz de mi yok? Süngü tak, yere yat! Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçen zaman zarfında yerimize yeni kumandanlar ve askerler gelecektir.”

Mustafa Kemal, hemen yaverini geri gönderdi ve son hızla desteği getirmesi emrini verdi. Ve o kaçan askerler düşmana karşı yere yattılar… Düşman, bu durumu görünce Türklerin taaruza geçeceğini, destek geldiğini zannedip yere yattı. Bu durum, Mustafa Kemal’in henüz ortalıkta olmayan destek birlikleri gelene kadar Türklere zaman kazandırmıştı. O askerler yere yattılar fakat bir daha kalkamadılar…

O gün Mustafa Kemal, tamamen içgüdülerine güvenmişti ve bütün birliğini alıp bölgesini terk etmiş, Conkbayırı’na doğru yola koyulmuştu. Yaveriyle beraber en önden ilerliyordu. Bu küçük birliği görür görmez yaverine destek birliğini getirmesini emretmişti. Eğer Mustafa Kemal, emirlere itaat edip de karargahında beklemiş olsaydı Çanakkale daha ilk günden gitmiş olacaktı. İşin kötüsü bunun olabileceğiyle alakalı zaten bütün üstlerine haber vermiş, uyarmıştı fakat kimse onu ciddiye almamıştı.

H.C. Armstrong, Türkiye’de sansürletilen Bozkurt kitabında bu günü şöyle aktarmıştır:

“O gün çarpışmalar bazen coşup taşarak, bazen azalarak bütün gün boyunca sürdü. Avusturalyalılar, dağ yolun üçte ikisini kat etmişlerdi. Türkler hızla tükenmeye yüz tutmuşlardı. Birlikler maalesef güçlü değildi. Mustafa Kemal, emrine verilen Arap birliklerini düzenlemek için çok uğraşmıştı fakat, 57’nci Alay’ın büyük bir bölümü imha edilmişti. İki Arap alayı da kargaşa halinde ve bozulma eğilimindeydi, ancak, Avusturalyalılar da bitap düşmüştü. Her iki taraf için de ekstradan gelecek 500 asker, savaşı kazandırabilirdi. Karanlık çöktüğünde tepe hala Türkler’in elindeydi. Düşman, tepeye çıkamamış, yamaçlara saklanmıştı. Mustafa Kemal beklemedi, karargahını doruğun birkaç metre gerisine, kayaların arkasına kurdurarak bütün gece ve ertesi gün, düşmanın tepeye çıkmasını engelleyebilmek için hücum üzerine hücum düzenledi. Yine de güç dengesizliğinden dolayı düşmanı denize süremiyor, sadece ilerlemelerini engelleyebiliyordu.

Conkbayırı kilit mevkiiydi. Boğazlar düştüğü taktirde İstanbul da düşecek, Türkiye’nin Almanya ile bağlantısı kesilecek ve teslim olmaya zorlanacaktı. Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan büyük ihtimalle İngilizler’e katılacaktı ve bu etki dünya çapında olacaktı. Bu durumda Rusya yolu da açılacaktı.

Sırf bu ihtimaller bile ordunun tedirginleşmesine yetiyordu ve bunu engellemesi gereken kişi, tam da o mevziide bulunan Mustafa Kemal’di.” [21]

İngiliz gazetesi o günü şöyle aktardı:

“Bizim için harekâtın en kötü rastlantısı, bu deha sahibi küçük rütbeli Türk komutanın (Yarbay Mustafa Kemal) tam o anda o noktada bulunmasıydı. Aksi olsaydı, Anzak Kolordusu pekâlâ o gün Conkbayırı’nı ele geçirebilirdi ve savaşın kaderi o anda belli olurdu.”

Mustafa Kemal, o muharebelerden sonra şu emri yayınladı:

“Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesinlikle bilmelidir ki, bize verilen namus görevini tam olarak yerine getirmek için bir adım dahi geri gitmek yoktur. Rahatlıkla uyuma yolunu aramanın, bu rahatlıktan yalnız bizim değil bütün milletimizin ebedi olarak yoksun kalmasına sebep olacağını, hepinize önemle hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın fikir birliğinde olduğuna ve düşmanı denize dökmedikçe yorgunluk belirtisi göstermeyeceklerine şüphem yoktur.” [22]

Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı’nda iki kere emirlere karşı gelmiş ve kendi bildiğini yapmış, ikisinde de haklı çıkmıştır. Bu iki karşı geliş, savaşı kazandıran iki kilit unsurdur. Bu okuduğunuz ilkiydi. İkincisini de yazı ilerlerken o tarihe geldiğimiz zaman okuyacaksınız. Zira kronolojik sırayla ilerlemekteyim.

Bakın, “Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolü değersizdir.” Diyen birtakım tarih uydurukçularına karşı şu 25 Nisan günü bile tek başına önemli bir cevaptır. Dikkatinizi çekerim, Mustafa Kemal’den başka düşmanın oradan saldıracağına ihtimal veren kimse yoktur ve hepsi de yanılmıştır.

Bu konu üstünde fazla durduğumun farkındayım fakat yapmak mecburiyetindeyim. Sırf 25 Nisan günüyle alakalı bile farklı farklı kaynaklardan bilgiler sunmaya çalışıyorum ki tek taraflı bir anlatım yapmış olmayayım. Burada birtakım akıllılar, birtakım cahiller gelip de iftiralara ya da laf atmalara kalkışabilirler fakat neticede kaynaklar ortadadır. Siz itirazlarınızı; bu gerçekleri televizyonlarda açık açık söylemekten korkan, akademik kariyerine bir şey olur korkusundan kıvıra kıvıra tarih öğretenlere yapın.

Ben, İnternette bir iki beceriksiz sitede, kaynaksız-belgesiz tarih anlatan bloglarda bir şeyler öğrendiğini sanıp da karşısına gerçek bilgi çıktığı zaman bunu hazmedemeyen, yaşanmış tarihi beğenmeyip kendi çıkarlarına ve keyfine göre tarih uyduran, bir de buna inanan vasıfsızlar için değil, gerçekten bilgi edinmenin peşinde olanlar için bu yazıları hazırlıyor ve emek harcıyorum.

Eğer siz gerçek belgelerle yapılan resmi tarihe değil de, işkembeden sallayan feslilerin anlattıklarına güveniyorsanız o sizin bileceğiniz iştir. Mustafa Kemal, bas bas şu öngörülerini üstlerine sundu, o gün tuttuğu not defterine de bunları aynen yazdı:

“Düşman donanmasının Boğaz’dan geçmesine engel olan kıyı bataryalarımız, denizden susturulamamıştır. Düşman bunları karadan ele geçirmek isteyecektir. Yarımadaya yapılacak çıkarmanın hedefleri Alçıtepe ve Kocaçimen olacaktır. Buraları ele geçiren düşman bataryalarımızı kolayca susturabilir. Bu iki tepenin en önemlisi ve tehlike yaratabilecek olanı kıyı bataryalarımıza en yakın olan Kocaçimen’dir. Zaman kaybetmeden bütün tümenimle oraya koşmam gerekir.” [23]

Lakin kimse onu ciddiye almadı. Hatta sabah düşmanın çıkarma yaptığı haberi geldiğinde bile “Önemsiz bir gruptur canım, kimse oradan ordu göndermez.” denilerek Mustafa Kemal’e “1 tabur asker yollamasının yeterli olacağı” söylenmişti. Fakat Mustafa Kemal, emirlere itaat etmeyip kendi bildiğini okumuş ve yanılmamış, başarılı olmuştu. Kendisi Yedek Tümen Komutanı olmasına rağmen, emrinde olmayan birlikleri bile desteğe çağırmış ve hayatı üzerine kumar oynamıştı, eğer başarısız olsaydı, o anda ölmese bile muhakkak ki bu hareketi yüzünden yakalandığı yerde idam edilirdi. Birkaç kere tekrar etmiş olayım ki anlamakta ısrar edenlere iyice zühur etsin.

Nitekim bu kumarı kazanmış olmasından dolayı bizler bugün bu topraklarda yaşayabiliyoruz, zira Çanakkale verilseydi muhakkak ki İstanbul da elden gidecekti ve Kurtuluş mücadelesi verecek bir özgüven artık Türk halkında kalmamış olacaktı. Hoş, kalsaydı bile Ege ve İstanbul bölgesini artık ancak rüyalarımızda ya da turistik gezilerde görebilecektik. Sıcak evlerimizde oturup “Şöyle olsaydı, böyle yapsaydı!” demek kolay. İş kendi hayatınız üzerine kumar oynamaya ve sorumluluk yüklenmeye gelince kaçınız padişahçılar gibi İngilizler’le işbirliği içine girmekten kaçınacak acaba…

İngiliz yazarı Alan Moorehear, Gelibolu kitabında o günü şöyle izah etmiştir: “O genç ve dahi Türk şefinin orada bulunması, müttefikler açısından talihin en acı darbelerinden biridir.”

İngiliz kumandan Aspinall Oglander de bunu açıkça kabul etmiştir:

“Bir Tümen Komutanının üç ayrı yerde, tek başına giriştiği hareketlerle bir savaşın, hatta bir ulusun kaderini değiştirecek yücelikte bir zafer kazandığı tarihte pek nadirdir” [24]

Atatürk, bu başarısından dolayı Arıburnu Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmiş ve 25 Nisan 1915’ten 16 Mayıs 1915’e kadar bölgedeki tüm kuvvetleri komuta ettmiştir. 10 Mayıs günü, Atatürk’ün 25 Nisanda Arıburnu Muharebeleri’ni yönettiği tepeye “Kemalyeri” adı verilmiştir.

Firar Eden Arap Askerleri

25 Nisan’da yaşanan yaşandı, savaş devam etti. Stres dolu bir gün geride kaldı. Birçok asker geceden cepheyi terk etmeye, kaçmaya başlamıştı. İsteksizce savaşa katılan Araplar fırsatını ilk buldukları anda bize sırt çevirdiler. Çanakkale Savaşı’nda sonuna kadar bulunanlar yalnızca has Anadolu çocukları ve Balkan Savaşları’ndan gelen göçmenlerdi. Sadece Balkan Savaşı’ndan göç edip Çanakkale’ye katılan Arnavut ve diğer balkan askerlerinin sayısı 30 binden fazladır.

26 Nisan 1915’te Atatürk şu telgrafı çekti:

“Üçüncü Kolordu Kumandanlığı’na,

77. Alayın tümü ile 27. Alayın sol kanadındaki bazı kısımlar bozulup dağılmışlardır. Kendiliklerinden geriye çekiliyorlar. Sağ kanattaki 57. Alay da, düşmanın üstün piyade kuvvetleri ve gemilerinin yan ateşi altında ezilmektedir. Düşman karaya top çıkarmıştır. Elden geldiği kadar savunmayı devam ettirmeye çalışıyorum.” [25]

Kaçan askerlerle alakalı Binbaşı Mehmet Emin Efendi, Mustafa Kemal’in yanına gelip çare aradı. Subaylar ne yapacaklarını bilmez haldeydiler. Mustafa Kemal’in kesin cevabu şu oldu: “Kaçanlar yaşamaya layık değildir.”, bkz:

“Hacı Emin Efendi! Bu manzara benim için ve senin için ilk defa görülmüş değildir. Hatırlayınız ki, Derne’de İtalyanlarla yaptığımız birçok muharebede cephemizin bazı kısımlarındaki Araplar bugün gördüğünüz gibi kaçmışlardır, hatta düşmanla birleşip bize saldırmışlardır. Fakat bu kaçışlar neticede bizim başarılı olmamızı önleyememiştir. Müsterih olunuz, diğer kuvvetlerimiz tam bir metanetle düşmanın karşısında durmaktadırlar. Şimdi bize düşen bu kaçanlara lanet etmek değil, onları bulup muharebeye sevk etmektir. Bunun için derhal silahınızı çıkarınız ve maiyetinizide bulunan herkese de aynı yetkiyi verdiğimi bildiriniz. Kaçanları vurunuz ve kuvvetlerinizi Kocadere’nin batısındaki derede toplayınız. Süvarilerimi toplayıp ben de bizzat sizin yanınıza geleceğim.” [26]

Size yazının başlarında Çanakkale’deki komutanlar arasında bulunan Alman subaylarının beceriksizliğinden bahsetmiştim hatırlarsanız. Söylediklerimi asla havada bırakan biri değilimdir. Bununla alakalı bir örnek vereceğim.

Alman Binbaşı Raymond, Ordu Komutanı’nın emir ve onayıyla 19. Tümen Kurmayı olarak gönderildi. Yani Atatürk’ün emrine verildi. Fakat ne hikmetse askerden çok ziyaretçi gibi takılan bir adamdı. 27 Nisan 1915’de Kemalyeri’ne geldi ve geçen günler boyunca hiçbir yardım etmeyip her şeye seyirci kaldı.

Gündüzleri Kemalyeri, geceleri Bigalı’da ikamet ediyordu. Mustafa Kemal, 1 Mayıs günü Raymond’dan istifade edebilmek amacıyla cepheye gidip kıtaları düzenlemesini istedi fakat Raymond bu görevden kaçmaya çalıştı. “Bari bir kroki düzenlesin.” denilerek kıtaların ve düşmanın vaziyetini gösteren bir plan sunması istendi fakat kroki üzerine baştan sonra yanlış bir durum çizdi. Askerî görüşü 1.500 metre ötede bulunan düşmanın vaziyetini bile tayin edemeyecek kadar sınırlıydı. “Ne yapalım, bari Kanlısırt’a gidip Dağ Topu için mevzi seçsin bari.” dediler, onu da “Topçu subayı olmadığım için bu işi beceremem.” diyerek reddetti, bir kurmay subayın üç sınıfın da taktiklerine vakıf olması gerektiği halde, neredeyse hiçbir işe yaramadan zaman geçirip durdu Raymond. En sonunda hiçbir işe yaramayacağı anlaşılınca Asya grubunda bir vazife verilerek başka tarafa gönderildi. [27]

Gelen Alman subayların çoğu bu harbi kendi davası olarak görmüyor, müttefikliğimizi ciddiye almıyordu. Sadece Liman von Sanders gibi sayılı birkaç subay aklı erdiğince elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Nitekim Çanakkale’de müttefikimiz olan birçok Alman askeri bizimkilerle birlikte can vermiştir.

Resmi olarak o günlerde verilen kayıplar, Mustafa Kemal’in getirdiği destek birlikleri için şöyleydi:

“25–26 Nisan Kayıpları, s.309, “25/26 Nisan harbinde, taburumun bir yüzbaşı ve teğmeni yaralı, kırk üç şehiti, 221 yaralısı ve 69 kayıbı vardır.[28]

(Eğer o destek birliği gelip düşmanın gözünü korkutmasaydı, şüphesiz ki 4000 kişilik düşman ordusu yakıp-yıkarak taş üstünde taş koymayacak ve getireceği destek birliklerle bölgeyi tamamen ele kontrolüne alacaktı.)

27/28 Nisan Harplerinde üç subayımız ve 127 askerimiz yaralanmış, 26 şehidimiz olmuştu. Tahminen 300 kadar er de 57, 23 ve 33. Alaylara karışarak harbe devam etmişti.”[28]

Neye Uğradığını Şaşıran İngiltere ve Kirte Muharebeleri

Savaş, tabiri caizse dinlenmeden devam ediyordu. 1. Kirte Muharebeleri olarak tanımlanan taaruz, 28 Nisan sabahı İngiliz birlikleri tarafından gerçekleştirildi. Üç gün süren çatışmalar, çetin Türk savunması sonucu boşa çıkarıldı. Ancak bu başarılı savunmaya karşı yine de sayı ve cephane açısından üstün olan İngilizleri denize dökmeyi başaramadık. [29]

Hal böyleyken Rusya ve İngiltere’nin arası iyice açılmaya başladı. 2 Haftada düşmesi beklenen Çanakkale, aylardır alınamamıştı. “İlk hücum ve savunmadan sonra savaşın Çanakkale Boğazı aşılarak İstanbul’a yönelmesi” meselesi Churchill’in kesin kararıyla olmuştu. Bu planın uygulanamaması, Rusya’nın itirazlarını ortaya çıkardı, çünkü anlaşmaya göre İstanbul ve çevresi Rusya’ya bırakılacaktı. Diğer yandan Başkumandan Grandük Nikola, bu operasyonun bir an evvel bitmesini ve Rusya’ya yardımın ulaşması gerektiğini belirtiyordu. Çünkü onlar da içeride sıkışmışlardı ve 5 milyonluk bir asker nüfusuna sahip olan Rusya’da Bolşevikler yönetimi ele geçirmek üzereydiler. Nitekim öyle olacak, Bolşevikler bir devrimle bütün Rus hanedanını öldürecekti.

İngiliz Savaş Konseyi’nde geri çekilme ihtimalleri üzerine tartışmalar başladı. Beklenenden uzun süren bu harbin İngilizler’e hiçbir şey kazandırmadığını ve Çanakkale’yi hala istila edememiş olmalarının bir utanç olduğunu düşünmeye başladılar. Fakat Churchill kararlıydı. Bu harbi kazanmak istiyordu. 29 Nisan’da İngilizler mecburen şaşırtma saldırıları yapmaya başladılar. Çıkarma denemelerindense, bir sağa bir sola bombalar atarak Türk ordusunu oradan oraya sevk edecek ve düzenini bozacaklardı. Bu esnada Beşige Limanı açıklarına gelen Fransız gemileri sahili bombalamaya başladı. 2 Saat süren bombardımandan sonra çıkartma yapacak araçlar kıyıya doğru gelmeye başladılar. Mondros Limanı’ndan ayrılan ilk birlikler ise Saros körfezinde gösteri bombardımanları yapmaya başladılar. Akşama kadar Saros kıyılarını bombaladılar. Bunun gibi birçok bölgeye şaşırtma saldırıları düzenlendi.[30]

Saldırılar yoğunlukla Kumkale civarına yapıldı. Liman von Sanders de birliklerini oraya yönlendirmişti. 2 Gün geceli gündüzlü devam eden Kumkale Savaşları’nda Osmanlı kuvvetleri toplamda 17 subay, 450 er, yani 467 şehit verdi. Ayrıca 23 subay ve 740 er yaralı, 5 subay ve 500 er kayıp oldu. Bizim toplam zayiatımız 1735 iken, düşmanınki 786 idi. [31]

Aslında İngiliz’ler karaya çıkarma teşebbüsleriyle uğraşmasalar, sadece denizden bombardımanla tahribata devam etseler belki birkaç yıl içinde Boğaz’ı geçebilirlerdi. Fakat 1. Dünya Savaşı çok ciddi bir olaydı, her ülke birbirine saldırmaya hazırlanıyordu dolayısıyla İngiltere zaten doğuda ve diğer bölgelerde işgal teşebbüsleriyle uğraşırken, bütün birliklerini yıllarca Çanakkale’de tutamazdı. Bu harbi acilen kazanmaları gerekiyordu, zaten söz verdikleri zafer tarihinin üstünden aylar geçmişti bile…

30 Nisan 1915’de ise… Merak etmeyin bütün savaşı gün gün yazacak değilim. Sadece nispeten daha önemli olayların yaşandığı günleri paylaşıyorum. Yazılarımı takip edenler bilirler, bir işi ne kadar özetlemeye çalışırsam çalışayım, gerekli gördüğüm ayrıntıları vermeden ve iyisiyle kötüsüyle aktarmadan bunu yapmam.

Geçen bu şiddetli hafta sonucunda Mustafa Kemal’in başarısı herkesçe takdir edildi. Öyle ki, alacağı İmtiyaz Harp Madalyası ödülü Üçüncü Kolordu Kumandanı Esat tarafından bildirildi. Ayrıca o gün bir kumandanlar toplantısı yapıldı. Mustafa Kemal’in orada söylediği şu sözler Çanakkale ruhunu tamamen yansıtmaktadır:

“Hepimiz ölene kadar düşmanı mutlaka denize dökmemiz lazımdır. İçimizde ve askerlerimizde, Balkan Harbi utancını bir daha görmektense ölmeyecek yoktur. Böyleleri varsa onları derhal kendi ellerimizle kurşuna dizmemiz gerekir!”[32]

Mustafa Kemal, 3 Mayıs 1915’de Enver Paşa’ya bir telgraf çekti. Telgraf aşağıdadır:[33]

Atatürk Araştırma Dergisi, Cilt: VII, Kasım 1990, Sayı 19, s.96,97.

6–8 Mayıs arası İkinci Kirte muharebeleri yaşandı. Çok kan döküldü, sonunda değişen hiçbir şey olmadı ve Türk mevzileri durumlarını korudu. İngiliz Harp Muhabiri Ashmead Bartlett, bu muharebeyle ilgili haberinde;

“Askerlerimizin bu gün dövüşmekte olduğu adamlar, Gazi Osman Paşa’nın emri altında Plevne’yi savunanlarla aynı kalıptan çıkmıştır.” yorumunu yaptı.

Düşman, öyle 2 haftada Çanakkale’yi alıp İstanbul’a varmak rüyasından çoktan vazgeçmişti. General Hamilton bile, düşmanının cesaretini tebrik etmekten geri durmadı. “Bir Komutan için en büyük düşman, etrafa korku saçan kimsedir. Türkler gerçekten cesurlar; görüldükleri yerde dehşetli korku yaratıyorlar.” dedi. [34]

İngilizlerin beyhude denemeleri devam etti. Vatanımızı layıkıyla koruyorduk fakat çok fazla kayıp veriyorduk. Yine de bitmiyorduk. Hamilton’un deyimiyle, “Gebe dağlar Türk doğurmaya devam ediyordu.” 19 Mayıs 1915 Hücumunda, zayiatımız 6 subay şehit, 6 subay yaralı. 333 er şehit, 748 er yaralı şeklindeydi.[35]

Bölgeye zaman zaman muhabirler geliyor ve röportajlar yapılıyordu elbet, fakat Atatürk arkadaşlarına mektup yazmaktan, yeni doğan bebeklerini tebrik etmekten geri kalmıyordu. Karamsarlık içinde olan İstanbul’a ise moral vermeye çalışıyordu.

24 Mayıs 1915 tarihli, Mustafa Kemal tarafından kurşun kalemle yazılmış Fransızca bir mektubu sizlerle paylaşmak isterim,

“Aziz Dost, İşte Arıburnu’nda İngilizlerle savaştayım, bakiyemi de cesur kıtalarım tarafından sahile, donanmanın ikamet ettiği bir noktaya sürdüm. Düşmanın esaslı kuvvetini ezdim, pek ziyade ümit ederim ki, düşmanın tam imhası haberini yakında alacaksınız.”[36]

Bitmek Bilmeyen Savaş ve Psikoloji

Mustafa Kemal günden güne tanınmaya başladı. 1 Haziran’da Albaylığa terfi ettirildi. Fakat Enver Paşa yine de Çanakkale’yle alakalı Harp Mecmuası’nın kapağından Mustafa Kemal’in ismini sildirmekten vazgeçmedi.[37]

Kabul edersiniz ki bu girişimler şuan bizim eleştirdiğimiz, “Olur mu böyle şey!” dediğimiz olaylardır, “Nasıl böyle bir kahraman sansürlenebilir!”. Fakat o dönemde Mustafa Kemal’in ünlü olup olmamak gibi bir gayesi yoktur. Bütün bu hakaretler ise onun umurunda bile değildir. Zira aylardır cephelerdedir, bir kurşunla vurulup hayatının sonuna gelme ihtimali vardır. Ölüm 2 saniye uzaklıktadır. Öldükten sonra ne kadar meşhur olduğunuzun hiçbir kıymeti kalmaz. Kaldı ki kendisi en ön cephelerde, askerleriyle iç içe savaşı yaşamaktadır.

Aklınızda canlandırmaya çalışın. Savaşın ilk günlerindeki hareketlilikten sonra gelen birkaç hafta sıkıntı ve gerginlikle dolu siper savaşlarıyla geçmişti. Siper kazma, düşman mevzilerine ulaşmak için “sıçan yolları” ve tüneller açma, tehlike karşısında gergin bir durumda tüm hassalarıyla tutulan nöbetler, bedenin sürekli tutulmuş durumda kalmasına yol açan koşullar; düşmanın kafayı patlatan sonu gelmez kurşun sesleri; patlayan şarapnellerin sinir bozucu patırtıları, karanlıkta dikenli telleri onarmanın getirdiği korku, saldırmak için gruplar halinde daracık tünellerde saatlerce beklemenin ızdırabı, kaşıntı ve ter içinde, pislik içinde, aç karına verilen mücadeleler, buna dayanamayıp kaçan askerler…

Artık resmen bir psikoloji savaşı vardı. Daracık tünellerde, kan kokusu içinde, çelik ve pislik içinde ölmeyi beklemek. Bazen rüzgardan üstünüze devrilen çadırların içinde harekat planları hazırlamak, harita üzerinden düşmanın hareketlerini tahmin etmeye çalışmak, en ufak hatada bütün yükün üstünüze kalacağının bilincinde, ağır bir sorumlulukla beklentileri karşılamaya uğraşmak… Bunu ne kadar ayrıntılı yazmaya kalkarsam kalkayım, yine de anlamam ve anlatabilmem imkansızdır.

Bunlar tarih kitaplarında yazmaz lakin bir düşünün. Tasavvur edin. O savaş alanı nasıl bir manzara sunuyordu acaba? Artık Haziran ayına girilmişti. Bütün bu sorunlarla birlikte kavurucu bir yaz sıcağı gelmişti. Su son derece kıttı. Sıcaktan ve tozdan rahat nefes alınamıyordu. Hatlar arasında ölmüş askerler çürüyordu. Ceset toplamak için yapılan ateşkesler pek de sık aralıklarla verilmiyordu. Kocaman, mavi sinekler havayı doldurmuştu. Sineklerin ardından dizanteri, bağırsak iltihabı hastalıkları ve milyonlarca bit geldi. Yeni şehit olmuş arkadaşlarınızın yerde yatan görüntüleri, kan kokuları… Her iki tarafın da dayanma gücü tükenme noktasına gelmişti.

Kaldı ki bunlar benim varsayımlarım değildi. Gerçekten de durum böyleydi. Subaylar bile karamsarlığa düşmüştü. Hatta bazı birlik komutanları bile firar etmeye başlamıştı yahut savaşta kaybolmuşlardı. Düşman, nasıl atarsan at bir tarafı dik kalacak şekilde dizayn edilmiş dikenler atıyordu araziye. Bu dikenler zehirliydi. Ayağında bez çarıkla koşan Mehmetçik bunlardan birine bastığı taktirde 1–2 güne kalmadan bacağı kangren oluyor, kesiliyordu. Her gün zayiat veriliyordu, yeni askerler, destek timler gelmesi gerekiyordu fakat dört bir yanda savaş verildiği için bu çok zordu. 15 Yaşında, hatta 14 yaşında çocuklar askere alınmaya başlandı, silah kadar boyu olan çocuklar… Tokat’ın Onbeşli’leri… Fakat bütün bunlar olurken Mustafa Kemal kararlılığını koruyordu. Çok az uyuyordu, matematiksel hesaplar yapıyor, güçlü duruyordu. Sağındaki 9’uncu Tümen’in kumandanı Alman General Herr Kangengeiser, onun yeteneği karşısında şaşkına dönmüştü. Mustafa Kemal için “Berrak fikirli ve etkin, her şeye kendi başına karar veren ve ne istediğini gerçekten çok iyi bilen biri.“ diyordu.

Mustafa Kemal, sürekli olarak ateş hattındaki diğer subaylar ve askerlerle konuşuyor, beraber sigara içiyor, böylece ilk elden bilgiye sahip oluyordu. Araziyi incelemek için sık sık siperlerden çıkıyor, hatta daha da tehlikeli olanı yapıp öncü kolun da ötesine geçerek tehlike bölgesine giriyordu. Mayıs’ta yapılan bir ateşkeste ölülerin toplanması sırasında bir çavuş kıyafeti giyerek toplayıcılar arasına karışmış, böylece düşmanın siperlerini bizzat görme imkanını yakalamıştı. Sürekli olarak küçük saldırılar düzenlemeye devam ediyordu, düşmanı bir an olsun boş bırakmıyordu. Böylece düşman, Türk’lerin her an hazır olduğunu düşünerek temkinli davranmak zorunda kalıyordu.

Şimdi aktaracağım olay hemen her tarih kitabında anlatılır. Bununla alakalı resmi bir belgeye ya da Atatürk’ün ağzından bir anlatıma denk gelmedim fakat, tarihçilerce gerçek kabul edilen ve Mustafa Kemal’deki kararlılığı anlatan bir olayı daha paylaşmak istiyorum:

“Mustafa Kemal, bir keresinde, yeni kazılmış bir siperin dışında oturuyordu. Bir İngiliz bataryası sipere ateş açtı. Toplar menzili buldukça şarapneller gitgide daha yakınlara düşmeye başladı; vurulması matematiksel olarak kesindi. Kurmayları sipere girmesi için yalvarmaya başladılar. “Hayır” dedi. “Saklanmak adamlarım için kötü bir örnek olacaktır.” İlgisiz ve soğuk kanlı bir tavırla kurmaylarıyla konuşurken, bir sigara yakıp gayet sakin bir şekilde onu içti. Demir parçaları etrafına düşmeye devam ediyordu. Askerler büyülenmiş bir şekilde onu izlemekteydiler. Bir başka olayda da, Gelibolu’ya dönerken bir İngiliz uçağı otomobilini baştan aşağı taradı. Bombalar arabanın önünde ve arkasındaki yolda patladı; bir tanesi de ön cama çarpıp şoförü öldürdü, fakat Mustafa Kemal’e yine bir şey olmadı. “ [38]

Durum böyle ilerlerken 4–6 Haziran arasında Üçüncü Kirte Muharebeleri yaşandı ve büyük kayıplar verme pahasına da olsa bu, Türk birliklerinin başarısıyla sonuçlandı. Bu muharebeler sonunda İngilizlerin zayiatı 6.000 kişi, Fransızların 2.000 kişi, Osmanlı’nın ise 9000 kişi oldu. Düşmanın cephane ve sayı bakımından bu kadar üstün, bu kadar açık ara fark yaratan durumuna karşılık ilerlemesi zar zor engellenebildi.[39]

Bu muharebeler esnasında gene bölgeden kaçan, bozgunculuk çıkaran Arap kökenli askerler parlamaya başladılar, tabii bunların arasına nadir de olsa Türk askerleri de karışıyordu. Bununla alakalı 5 Haziran 1915’in Tümen Emri’ni aktarıyorum. Bizzat Mustafa Kemal’in telgrafından:

5 Haziran 1915, Tümen Emri. 10. Madde.

Düşmanın siperlere yapacağı piyade, makineli tüfek, topçu ve bomba ateşleriyle veya bundan başka herhangi bir vasıtayla hangi etkiyi yaparsa yapsın, yerini bırakan, siperini boşaltan askerden hangi rütbede olursa olsun bütün subaylara kadar, o anda orada bulunan üstü tarafından idam edilecek ve neticesi bana bildirilecektir.

Ulaştırma: 27, 57, 64 ve 72. Alaylar, topçu grupları, istihkâm bölüğü ve 45. Alay 3. Tabur kumandanlıklarına yazılı olarak ve emir eriyle gönderilmiştir.”[40]

“Bana Okunacak Kitaplar Gönderiniz.”

Sürekli savaşın içeriğinden ve ölümlerden bahsettik. Burada şaşılacak bir olay daha paylaşmak gerekirse sanırım o da Atatürk’ün savaş zamanı bile okunacak kitap sipariş etmesi olur. Atatürk’ün kitap okumaya ne kadar meraklı olduğunu hem yazdığı eserlerden, hem de düşünce biçiminden zaten biliyoruz. Kitap okumak resmen onun kişiliği haline gelmiştir, öyle ki; dediğine göre ilkokul yıllarından beri cebindeki paranın yarısını mutlaka kitap almaya harcayan biridir. Zorlu savaş şartları esnasında bile Madam Corinne’e ve ileride yaverliğini yapacak olan çocukluk arkadaşı Salih Bozok’a gönderdiği mektuplarda kitap eksikliğini vurgulamaktadır. Örnek olarak Corinne’e yazılan mektubun bir bölümünü paylaşıyorum. Tamamını ise belirttiğim kaynaktan okuyabilirsiniz:

“Cephede top tüfek sesinden ruhum karardı. Savaş şartları insanı sertleştiriyor. Lütfen bana okunacak romanlar gönderiniz.” [41]

Uyuyucak vakti bile zor buluyordu, böyle bir durumda kitap nasıl okuyacaktı? Zaten 3–4 saatlik bir uyku süresi vardı. Mecburen uykusundan yiyor, en azından 15 20 dakikalığına kitap okumaya çalışıyordu. En sevdiği kitap da Çalıkuşu’ydu. Velhasıl-ı kelam, zaman ilerledi ve Haziran ayının sonlarına yaklaşıldı. Kerevizdere Muharebeleri yaşandı. (83 Rakımlı Tepe Muharebesi olarak da bilinir) Düşman 7000, Osmanlı 5.800 zayiat verdi. Savunma başarıyla gerçekleştirildi. Türklerin bu kararlılığı ve ölüme koşarcasına savaşmaları, yenilmemelerindeki tek sebepti çünkü cephane açısından bakarsak aradaki fark uçurum kadardı. Bu muharebe sonucunda Çanakkale Komutanı Liman von Sanders, Enver Paşa’ya durumu özetleyen şu telgrafı çekti:

“Düşman, yaptığı taaruzlarda anlatılamayacak kadar çok cephane ve pek az insan harcıyor. Biz ise pek çok insan, pek az cephane harcıyoruz.” [42]

Enver’in Gelibolu Ziyareti ve Mustafa Kemal’in İstifası

26 Haziran günü Enver Gelibolu’ya ziyarete geldi. Tabii ki Mustafa Kemal’in hareketlerini eleştirip durdu. Gönderilen raporlara bile güvenmiyordu. Zaten bilindiği üzere aralarında bir husumet vardı. Mustafa Kemal de kendisine karışılmasından hiç hoşlanmıyordu. O, ancak tamamen özgür bırakılır ve tam yetki verilirse bütün potansiyelini ortaya koyabileceğini söylüyordu. Neticede aldığı isabetli kararlar ve üstlerine rağmen haklı çıkması da, buna yetkin olduğunu gösteriyordu. Enver Paşa, Mustafa Kemal’in saldırı planlarını beğenmedi, karşı çıktı. Mustafa Kemal de, “Çok biliyorsan kendin yaparsın.” Havasında bir tepkiyle istifasını verdi. 28 Haziran’da bir saldırı düzenlendi, başarısızlıkla sonuçlandı. Büyük kayıplar verildi.

Liman von Sanders, Mustafa Kemal’i geri döndürmeye çalıştıysa da başaramadı. Kurmay başkanı Kazım’dan Mustafa Kemal’i ikna etmesini istedi. Kazım, Mustafa Kemal’i aradı. Nazik bir dille “Durumu nasıl görüyorsunuz, bu durumda ne yapmak gerek? Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

“Size bundan önce durum hakkında ne düşündüğümü söylemiştim, fakat dinletemedim.” diye sert bir şekilde yanıtladı Mustafa Kemal. Bütün orduların ona verilmesi gerektiğini, harbi en iyi kendinin yönetebileceğini söylemişti zaten fakat ciddiye alınmamıştı. “Şimdi yapılacak tek bir şey kalıyor.”

Kazım, “Nedir?” diye sordu.

“Elinizdeki bütün birlikleri benim kumandama vereceksiniz.”

“Hepsi bu kadar mı?” diye gülerek alaycı bir şekilde sordu Kazım, “Fakat, hepsi size çok fazla gelmez mi?”

Mustafa Kemal, “Az gelir!” cevabını verdi. Telefon kapandı. Aynı gün düşmanın Temmuz’un sonlarına doğru büyük bir saldırı yapacağı öğrenilmişti.

İşte buradan sonrasını ve savaşın sonuçlarını sıradaki yazıdan okuyabilir ve 3 parlık yazı dizimizi bitirebilirsiniz. Bu yazı yeterince uzun olduğu için bu bölümü burada sonlandırıyorum.

Çanakkale Savaşı ve Mustafa Kemal (Çanakkale Part III)

Ayrıca yeni açtığım Facebook Blog Sayfası için bkz : https://www.facebook.com/diamondtemaofficial/notifications/

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım tamamen bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden ve benden izin almadan herhangi bir makalemi elektronik ya da matbuu mecrada kullanmanız halinde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

Kaynakça

[1] “Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü”, Bir Dostluğun Öyküsü, Milliyet Yayınları, 2. Baskı, s,51–52.

[2]H.C. Armstrong, “Bozkurt”, Arba Yayınları, 4. Baskı, 1997, İstanbul. S40,

[3] H.C. Armstrong, “Bozkurt”, Arba Yayınları, 4. Baskı, 1997, İstanbul. S41,

[4] Tasvir-i Efkâr, 22 Teşrin-i Evvel, 1330, s.1.

[5]Sir George Arthur, Savaş Lordu Kitchener, Kurtuba Kitap, 1. Baskı 2010. S212–213

[6]Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, S37,38

[7]Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, s.40,

[8]Sir George Arthur, Savaş Lordu Kitchener, Kurtuba Kitap, 1. Baskı 2010, s,181.

[9]Sir George Arthur, Savaş Lordu Kitchener, Kurtuba Kitap, 1. Baskı 2010, s,203.

[10]Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, S,39

[11]Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, s48–49.

[12]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s,210

[13]Tasvir-i Efkar, 14 Mart 1915, s.2

[14]-Nazmi, Çanakkale Deniz Savaşları Günlüğü, 1914–1922, s.47

[15]Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, S.80

[16]29 Mart 1915 Tasvir-i Efkar, s.3

[17]“Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü”, Bir Dostluğun Öyküsü, Milliyet Yayınları, 2. Baskı, s,53.

[18]“Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü”, Bir Dostluğun Öyküsü, Milliyet Yayınları, 2. Baskı. S,56

[19]“Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü”, Bir Dostluğun Öyküsü, Milliyet Yayınları, 2. Baskı. 52.

[20]İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu, 1912–1922 s.83,84.

[21] H.C. Armstrong, “Bozkurt”, Arba Yayınları, 4. Baskı, 1997, İstanbul. s.44, 45

[22]Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal ile Mülakat, s.48–49

[23]Atatürk İle Allah Arasında, Sinan Meydan, İnkılap Yayınevi, 11. Baskı, s297

[24]Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, İnkılap Yayınevi, İstanbul-2018, S,135

[25]Birinci Dünya Harbinde Çanakkale Cephesi Amfibi Harekât, Cilt: V, Kitap: 2, Genelkurtmay ATASE Başkanlığı yayını, Ankara, 1978, s.129

[26]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s.297

[27]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s.322.

[28]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s.312

[29]Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, s206

[30]C.F. Aspinall-Oglander, Gelibolu Askeri Harekatı, C.I, s.203–205

[31]- Mehmed Celaleddin, Harbi Umumîde Çanakkale Muharrebatı Berriye’si, Nobel Yayınevi, Ankara 2007, S.67–80

[32]Şevket Süreyya Aydemir — Tek Adam, 1963, Ankara, 1. Cilt, 1. Baskı, S241,

[33]Atatürk Araştırma Dergisi, Cilt: VII, Kasım 1990, Sayı 19, s.96,97.

[34] Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, s206–207

[35]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s379.

[36]“Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü”, Bir Dostluğun Öyküsü, Milliyet Yayınları, 2. Baskı. S.54

[37]İlber Ortaylı, İmparatorluğun Son Nefesi, Timaş Yayınları, 2017, 6. Baskı, s.160

[38]H.C. Armstrong, “Bozkurt”, Arba Yayınları, 4. Baskı, 1997, İstanbul, s47.

[39]-Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, s206–7

[40]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s,222–223

[41]Atatürk, Bana Okunacak Romanlar Gönderiniz — Neşe Aksakal, Alakarga Yayınları, 1. Baskı, 2014.

[42] Tasvir-i Efkar Gazetesinde Çanakkale Savaşları, Mithat Atabay, E Yayınları, 1. Baskı, 2014, s208–9

--

--

Diamond Tema

Din, Bilim ve Tarih üzerine yazılar yazmaktayım. Ayrıca Youtube adresimiz: https://www.youtube.com/c/diamondtema