Arrivaile -4-

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya
Published in
6 min readDec 28, 2016

Yazının bir önceki bölümü şuradadır. Ancak seviyorsan git baştan oku bence.

Tamam, bu yazıyla bitireceğim inşallah. Sadece değineceğim üç konu kaldı çünkü. (Yuh bu kadar yazıp daha üç konu kalması…)

Beni en çok şaşırtan şey, Amerika ve batı dünyası tabii Çin, Rusya filan nasıl oldu da bu uzay gemilerinin yer çekimine bu denli sessiz karşı çıktığını araştırmadılar ya da en azından yüzeyinde kullanılan malzemeden hiç örnek almadılar. 18 saatte bir kapının açılması sonra “Vay efendim, neden geldiniz, amacınız ne?” diye soru sormalar filan.

Işık

Bak dostum, bu pek inandırıcı değil, sadece gemilerin üstündeki muhteşem malzemeden örnek almak için daha ilk gün en az 100 asker feda ederlerdi. Hele hele 12 tane geminin biribirleriyle olan sessiz iletişimini anlayamamış olmaları var ya, Amerikalıları çıldırtırdı. Sadece weapon diye bir kelime çevirisine güvenerek işleri farklılaştırmazlardı. Bu soruları arka arkaya sorarak bakın, ilk konuyu kolaylıkla bitirdim.

Diğeri ise “Sıfır Toplamsız Oyun”. Bu bizim dilimizde çok kullanılmayan bir terim. Dünyadaki en fazla kelimeye terime sahip dilin İngilizce olması boşuna değil. Kavramın orijinali “Zero-sum game” yani “Sıfır toplamlı oyun” Bir oyun, mücadele ya da ticari bir anlaşma var, bir şekilde bir taraf kazanırken diğer taraf mutlak kaybediyor. (Kumarda sonunda kazanan tarafın hep kasa olması ve bu bilindiği halde kumara devam etmek örneğinde olduğu gibi)

Şimdi “Non- Zero-sum game” deyince “Sıfır toplamsız oyun” şeklinde çevirmek gerekir ama bence pek uygun değil. “Sıfırdan büyük toplamlı oyun” denmeli. Her iki taraf da kazanıyor yani Louis’in (o yaştaki veledin sorusuna bak) verdiği cevap aslında eski tecrübelerinden gelen bir yanıt. “Win-win” kavramının daha teknik hali. İki taraf da aynı derecede kazanmasa da muhakkak kazanıyor ve bunu bilerek oyuna bilinçli şekilde devam ediyorlar.

Geldik son konuya. Bunu hızlı geçemeyeceğim. Kızmak yok.

Kanguru hikayesine inanmak istedik değil mi? Louise bunu ilk dediğinde ben de nasıl duymadım bu kadar genel bir detayı diye kendi kendime hayıflanırken doğru olmadığı açıkladı. Fakat endirekt olarak doğrudur efendim. Başka türlüsü vardır yani.

Vasistaslı kapı. Bu kelimeyi seçerek mimar olduğumu çok mu belli ettim?

“Vasistas” kelimesi Almanca “was ist das” yani “bu nedir?” demek. Türkçeye Fransızca’dan geçmiş. Bazıları bunun Fransızların Almanlar için söylediği bir şaka-fıkra’dan çıktığını iddia etseler bile, kapının üzerinde Alman evsahibinin dışarıdaki kişiyi ya da nesneyi sorması yüzünden isminin “Bu nedir diye sorma boşluğu, penceresi” diye oturduğu düşünülüyor. Kanguru işi doğru galiba.

Bu arada kelimelerin kökeni hakkında pek bir sallamasyon açıklamalar hep vardır. Örneğin “vasistas” aslında bir alman pencere firmasının merak yaratmak için uydurduğu reklamıymış da bizden biri onun ismi zannetmişmiş de, adı öyle kalmışmış da… Neredeyse çoğu sitede böyle uydurma sonuçlar var. Hatta biri abartmış “pencere” kelimesinin dört duvarlı mekanda (penc=5) beşinci yol olduğu için öyle isimlendirdiği konusunda vücudunun bir yerinden atmış. Dört duvar yol mu ki, pencere beşinci olsun. Doğrusu

~ Fa bādgīra/bādcīra بادگيره hava deliği § Fa bād rüzgâr, yel + Fa gīr tutan

işin güzeli İngilizcede de “Window”un “wind” yani rüzgar tutmak anlamından gelmesi. işte şaşıracaksanız buradan şaşırınız.

Konuyu çok dağıttığımı biliyorum. Huyumdur ama toparlamasını da bilirim. Dilin neden çok kıvrak ve bir o kadar da değişken olduğunu anladık mı? Farklı kültürlerin farklı dil yapıları ve düşünme yollarına sahip olması yeni bulunmuş ya da kabul edilmiş bir hipotez değil.

Örneğin ABD’nin Doğu ve Batı kısmının iletişimini kesin. Fakat öyle böyle değil aralarında hiçbir etkileşim olmayacak. İnternet dahil her türlü ulaşımı da kesin. Çok değil beş yıl sonra şive farklılıkları ve tabii kültürel ayrılmalar olacaktır. Kabul edilmeyecek mesele değil.

Ancak farklı bir uygarlığın dilini öğrenmek zamanı hem de lineer olmayacak şekilde okumayı sağlar mı bilinmez. Ya da bu dili öğrenen herkes bu özelliğe kavuşacak mı? Bak bu da cevaplanmayan bir soru. Louis kitap yazmış yayıncı eve bir koli kitap göndermiş. (Bir yazar için çok değişik bir duygudur. Tattığım için böyle bir artistik yapmıyorum. Kızmayın) Şimdi bu kitabı okuyan, bu yazıyı dili öğrenen herkes gelecekten sufleler alacak mı yani?

3000 yıl bu dil nasıl ölmeyecek? Bilsek filmi biz çekerdik değil mi? Olsun bir kenarda dursun.

Şimdi son konuya gireyim: Burada devreler biraz yanabilir. Yansın…

Alıntı: Gösterge bilimi veya semiyotik; göstergelerin yorumlanmasını, üretilmesini veya işaretleri anlama süreçlerini içeren bütün faktörlerin sistematik bir şekilde incelenmesine dayanan bir bilim dalıdır. Fransızlar semiyoloji terimini kullanmışlardır. Semiyotik disiplinlerarası bir sahadır. Anlam bilimi, dil bilimi, fonetik, mimarlık, sosyoloji, psikanaliz ve daha birçok bilim dalı ve disiplinin oluşturduğu disiplinler arası bir disiplindir. Kültürel kodlar, gelenekler ve metni anlam süreçlerine göre düzenlenmiş işaret sistemleri diye nitelenen her şey semiyotiğin inceleme alanına girmektedir. Semioloji, yapısalcılığın modeli olarak düşünülmektedir.

En çok mimari, sanat ve iletişim alanlarında kullanılan gösterge bilimi, psikanalizin dayanak noktalarından biridir. Göstergeler, kod çözme sürecinde, çözümlemeci tarafından belli bir mantık dizgesinde çözülür (Vikipedi)

Göstergebilim mi dediniz

Yani aslında başıma bir şey gelmeyecekse filmde dilbilim yani linguistik değil göstergebilim yani semiyotik yaklaşımlar var. Senaristlerden daha mı iyi bileceksiniz derseniz. Haklısınız bilemem tabii. Fakat eğer film üzerinde felsefe yapacaksak daha derinleşmek gerekir.

Yiğit Özgür aykırı bir kafaya sahip adamdır.

Seyircinin farkına varmadığı şey şudur. Bir uzay filminde, uzaylıların gövdeleri nasıldır. Bunlar niye ahtapottan dönmedir. Neden bu canlılar bomboş bir ortamda bulunurlar hep? Neden hiç alet edevatları yoktur ki?

Yani göstergebilim açısından bir sinema filminde uzaylıların şeklini şemailini göstermek belirli riskler içerir. Bu filmde ses efektleri, müzik oldukça başarılıydı. Hatta bazen müziklerdeki ani çıkışların Uzaylılardan gelen sesler olduğunu bile düşünmeye başladık. Fakat uzaylıların vücutlarının tarifi bu keskinliği biraz en azından Contact ya da Interstellar’a göre filmi bir tık daha klişeleştiriyor. Bir tık derken…

Aborjinlerle Avustralya’yı keşfedenlerin karşılaşması, Amerikaya varanların kızılderilileri şeetmesi, İspanyolların Aztek halkına yaptıkları… Şimdi düşünün bu kadar yüksek teknolojiye sahip bir uygarlık neden biz geldik diye fiziki olarak görünsünler. Hiç mi fark etmiyorlar ya da görmüyorlar birbirlerini öldürerek yaşayan bir toplum yapısına sahip, önce kensine zararı olan bir memeli türü insanlık. Kendi gezegenini bile doğru dürüst kollayamıyor, çevre felaketleri gırla. Madem o kadar ileri bir topluluk ve dünyayı fiziki olarak ziyaret ettiğinde, elindeki ilkel de olsa her türlü bombayı kullanmaya meyilli insanlığa karşı bu kadar rahat. Her millet kafasına göre ayrı ayrı takılabilir. Bu insanlığın sorunu mudur tek? Vahşi aslanın kafesinde düstursuz girersen sana saldırır. Eğitilmiş olanı bile saldırır. Bunu nispeten salak insanoğlu bile biliyor. Uzaylılar da geminin ortasında bomba patlatabileceklerini ve ellerindeki silahları kullanabileceklerini bilmeli.

Ayrıca bir uygarlık, daha ilkel bir toplumun alanına girdiğinde genelde orayı sömürmek üzerine bir motivasyona sahip olmuyor mu? Oluyor.

Şunu bilin ki eğer dünyayla fiziki bir kontak kuracaksa bizden akıllı bir uygarlık bunu bu tür filmlerdeki gibi yapmayacaktır. Derdimiz bu olsa keşke.

Tek derdimiz bu olsa keşke.

Şimdi didaktik yaklaşımla, linguistiğin biraz da yüceltildiği savaş karşıtı bir senaryoda, pis kötü ve hatta kaka insanlığın barışçıl sebeplerle hatta bir şeyler öğretme peşindeki uzaylılara böylesine düşmanca davranışı. Cık cık…

İnsanlığı aklamak derdinde değilim. Keza benim yazıdığım bilimkurguda da böyle bir durum var. İnsanlık hakkında hap gibi bilgilerim verildiği kitapları var. Bu sefer popüler bir kitap olan Sapiens’i önereceğim. Onu okuyunca insanlığı daha iyi anlıyorsunuz.

Arrival filmi iyidir. Bakın bana dört ayrı yazı yazdırdı. Kim bilir size neler düşündürtmüştür. O yüzden bence iyi bir filmdir.

Arzederim efendim.

--

--

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya

İstanbul. Dr. Mimar. YTÜ. Yarışmalarda ödül alır-almaz. Ustura, Tuhafiyedeki Hafiye, İnternet Sizden Korksun, Kimkorkar intenernetten kitap yazarı. ayasofya.com