Lara Ozlen
İş Hayatında LGBTİ+
10 min readJun 19, 2020

--

17 yıllık bir bankacılık mesaisi ve umut verici emeklilik planları

LGBTİ+ örgütlerden birinde tanıdığım Ozan’la* çok sıcak ve tembel bir pazar günü buluşup bankacılık üzerine konuşuyoruz. Hiç belli etmese de, “tesadüfler zinciri sonucu” iktisat okuduğunu ve 17 yıldır bankacılık yaptığını söylüyor. Ozan’ın şu anki pozisyonu, bireysel bankacılığın artışıyla bankacılık sektöründe önem kazanan portföy yöneticiliği. O anlattıkça, aynı alanda 17 yıl çalışmanın ne demek olduğunu ben ve benim jenerasyonumdaki pek çok insanın anlayamayacağını fark ediyorum.

O da düşüncelerimi okumuş gibi, uzun yıllardır bankacılık yapıyor oluşunun ona nasıl hissettirdiğini açıklıyor: “Her yıl daha da yorulduğumu hissediyorum. İş sonuçta benim için hayatın anlamı değil ama 17 yıldır hayatımın en büyük bölümünü kaplayan şey nasıl hayatımın anlamı değil bilmiyorum. Nasıl bir hayat demek bu, bilmiyorum.” Karamsar bir ruh haline büründüğünü düşünüp gülmeye başlıyor. Aslında çalışma hayatı üzerine çok fazla konuşmadığını, belki de bunu tercih etmediğini fark ettiğini itiraf etmişti onunla röportaj yapmak istediğimde.

İllüstrasyon: Aslı Alpar

İstanbul’a geliş sebebinin hem iş olanaklarının çeşitliliğiyle hem de gay olmasıyla yakından ilişkili olduğunu söylüyor. İstanbul ve genel olarak büyük şehirler pek çok açıdan LGBTİ+ bireyler için görece daha güvende ve bir komünitenin parçası gibi hissettikleri yerler olabiliyor. Böyle şehirler, hem büyük olduğu için LGBTİ+’ların kalabalıklara karışabilmesine hem de LGBTİ+ örgütlere ve destek mekanizmalarına ulaşabilmesine olanak tanıyor. 2000’lerin başından beri pek çok LGBTİ+ örgütü İstanbul’da arz-ı endam ediyor: Lambdaistanbul, SpoD LGBTİ+, Onur Haftası ve pek çok üniversite kulübü. Tabii özellikle son 5 yıldır, İstanbul, Ankara ve İzmir metropolleri dışında da pek çok şehirde LGBTİ+’lar öz örgütlenmelerini kurmuş durumda. Koronavirüs süreci, üst üste meydana gelen depremler, İstanbul’da hayatta kalmanın zorluğu ona, köye geri dönmeyi düşündürmeye başlamış: “Benim köyde yaşayamam gibi düşünme sebebim, gelme sebebimin baskılayıcılığı belki de. Köyde rahat olabileceğimi düşünseydim, belki orada tarımla uğraşıyor olurdum. Şimdi bunu isterim, o zaman benim öyle bir istihdam içinde olabileceğim aklıma gelmezdi. Oradan çıkmak ve rahat yaşamak istedim o zaman, kendimi ifade edebilmek istedim.” İstanbul’a ve kaybolmayı kolaylaştıran büyük şehirlere taşınma, göçme hali genellikle öğrencilik dönemlerinde gerçekleşiyor. Bankada çalışmaya başlama sürecini para kazanma gerekliliği üzerinden açıklarken, bir yandan da işi öğrenip tecrübe edindikçe, terfi aldıkça da çalışmaya devam ettiğini söylüyor. 3 yıl daha çalıştığında prim günü dolacağı için tazminatını alıp başka şeyler deneyebileceğini ekliyor: “Bir sürü şey var aklımda ama bunların hepsi benim cesaretsizliğimden ya da risk alamamamdan ve istikrarı sevmemden zorlayıcı görünüyor. Ama bundan sonra, maaşlı bir şeyde çalışmayı istemem, okuyup yazabileceğim günler istiyorum.” Emekliliğine daha 20 yıl olduğunu eklerken yorgunluğu ve birikerek ilerleyen iş hayatı krizleri gözlerinden okunuyor. Ama kötümser değil. Bu 17 yıla bankacılık dışında da çok şey sığdırabilmiş olduğunu söylüyor. Bunca çalışmanın bir de olumlu tarafı olmuş tabii, şu an oturduğu evi satın alıp kendine bir nebze konfor alanı yaratabilmiş. Sonra gülerek ekliyor: “Çok büyük bir planım yok, maaşım da o kalibrede değil, hani iki ev daha alayım diyemiyorum zaten.”

2003 dönemi ekonomi ve bankalar için görece iyi sayılabilecek dönemlerdendi. Ak Parti iktidara yeni gelmişti ve bankalar yasal olarak regüle edilmiş, büyüyüp güçlenmeye, özel girişimlere daha açık hale gelmeye başlamıştı. Bankaya ilk girdiği dönemle şimdiki dönemleri karşılaştırmadan edemiyor: “Bankalar önceden devletten para kazanırken, artık bireysel müşterilerden para kazanmaya başladılar. Bireysel bankacılık çok arttı. Bu da bankaların ve şubelerin sayısını arttırdı. Taksitler, kredi almak kolaylaştı vs. Ben o dönemde girdiğim için, daha istikararlı bir şekilde devam edebildim belki de.” Genel olarak enflasyonun düşük oluşu ve hem kamu hem de özel bankalardaki istihdamın artışı da Ozan’ın bu savını destekleyen şeyler olarak görülebilir.

Koronavirüs salgını hayatlarımızı ele geçirdiğinde Ozan da evden çalışmaya başlamış. Müşterilerle direkt ilişki kurduğu için evde sürekli telefonla konuşan birine dönüşmekten hoşlanmamış: “Biraz ‘burası benim evim bari burada rahat verin’ hissi geldi bana. O yüzden işe dönmek iyi oldu.” Salgın sürecinin pek çok insanda benzer hisler uyandırdığı, ev ve işin bunca birbirine girmesinin zorlayıcı olduğu ortada. Ozan şimdi kurumsal çalışan, Maslak plazalarını dolduran pek çok şirketin çalışma sisteminin değiştiğinden bahsediyor: “Birçok kurumsal büyük firma evden çalışmanın yollarını arıyor ya da bu sistemde nasıl daha az kişiyle daha çok iş yaparım diye bakıyor. Belki o zaman kocaman plazalara gerek olmayacak. İstanbul’daki plazaların popülasyonu %5 şu an. O Maslak trafiği filan boş yere çekilmiş meğer.” Pandemi sonrasının pek çok alanda ve çalışma ortamında küçülmeyi de beraberinde getireceği, üzerine sıkça konuşulan konulardan biri. Alışkanlıklarımızı ve değişmez sanılan, kural bellediğimiz birçok şeyi altüst etti koronavirüs salgını.

Şu an çalışıyor olduğu bankada 16 yılını geçirmiş olmasına rağmen, kendini güvende hissedemediğinden, bir önceki nesil gibi 25 yıl aynı yerde çalışıp oradan emekli olmanın güvence ve sürekliliğinden artık söz edilemeyeceğinden bahsediyor. Bunun hem jenerasyonel bir fark olduğunu, insanların tek bir yerde çok uzun yıllar çalışmak istemeyebileceğini, hem de kapitalizmle ilgili olduğunu söylüyor: “Bu istikrara hem kapitalizm izin vermiyor artık, hem de insanlar istemiyor. Benim gibi korkak insanlar bile artık bunun yarısını yapabiliyor bence. İnsanlar artık çok fazla iş değiştiriyor. Sürekli bir şeyler değişiyor. İşin tanımı da sürekli değişiyor, teknoloji de değişiyor. Benim başladığım zaman o pozisyonun yaptığı şeyle şimdiki aynı değil, üstüne en az 5–6 farklı sorumluluk daha yüklendi ve bu çok yorucu.” Bankacılığın ne kadar sınıfsal olduğunu, “farklı pozisyonlarda çalışan insanların yanyana gelmediğini ve aynı parayı kazanmadığını” eklemeden edemiyor.

“Sorma-söyleme-başın ağrımasın”

Kurumsalda, belli kurallar ve çerçeveler içinde çalışıyor olmasının kimliğiyle ilgili açık olmasını etkileyeceğini tahmin ediyorum. Yakın pozisyonlarda olduğu, birlikte çalıştığı insanlara zaman içinde açıldığını, onun dışında açık olmadığını söylüyor: “Ben zaten 2008’den beri örgütlülük içinde olduğum için, ‘iş zorunlu bir şey ve gözlerimi kapayıp vazifemi yaparım’ gibi yaşıyorum. Bankada o kurumsallık içinde belli bir stereotipte olman gerekiyor. ‘Normal’ ve ‘makul’ belirlenmiş, onun dışına çıkman ve politika yapman baştan kısıtlanmış durumda.” Bu sınırlılığın yanında pek çok uluslararası şirket ve bankanın, ayrımcılığı önleyen etik ilkeler belirlediğini, bu konuda daha duyarlı olunduğunu da söylüyor. Bu etik ilkelerle kimseye cinsel yönelime dair ayrımcılık yapılamayacağı taahhüt edilmiş oluyor. Ayrıca kadına yönelik şiddeti engellemek için de özel bir hat oluşturulmuş. Böyle ilkelerin onu ve onun pozisyonuna yakın pek çok insanı rahatlattığı tahmin edilebilir. Fakat bir anda yüzü düşüyor ve bu etik ilkelerin “cinsiyet kimliği”ni kapsamadığını ekliyor: “Bu aslında trans bireylerin orada olmayacağını gösteriyor. Sorsan ayrımcılığa karşıyız derler ama görünür trans performanslara alan açmıyorlar. Çalışan kimseyi gösteremezler. Ne olursa olsun, o görünürlüğü baskılıyor ya da çevresinde istemiyor kurumlar. Ben bu performansımla ne kadar açık olduğumdan bağımsız olarak var olabiliyorum. Ama başka bir performansım olsaydı, mesela trans bir kadın olarak, işe alınmazdım ya da bu kadar çalışamazdım.” Trans bireylerin istihdamı konusu daha önceki röportajlarda da konuşulan bir mesele olmuştu. Eşit istihdamın tüm LGBTİ+’lar için temel bir hak olduğunu vurgulamak, konuştuğum başka insanlar için de önemliydi. Tekrar Türkiye’de Özel Sektör Çalışanı Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İntersekslerin Durumu raporuna dönecek olursam, özellikle trans kadınların istihdamıyla bu vurgunun bağlantılı olduğunu düşünüyorum[1]. Yayınlanan raporlar, Ozan ve konuştuğum pek çok LGBTİ+, istihdam konusunun sistematik olarak farklılıkları yok sayan tavrına işaret ediyor. Ama Ozan umut verici şeyler olduğunu da eklemeden edemiyor. “Son 4 yıldır özellikle çok fazla trans üniversite öğrencisi var. İş hayatına atılıyorlar, avukatlar, doktorlar…” Dolayısıyla öbür yandan, trans görünürlüğü açısından ciddi bir artış olduğunu söylemek mümkün. Sivil toplum alanı, LGBTİ+’lara, özellikle trans bireylere, aktivizm deneyimleri gereği çalışma alanı açma konusunda oldukça cömert davranıyor. Fakat sivil toplum alanındaki bu açıklık, umut verici olmanın yanında epey sınırlı.

Her Onur Ayı, kendini daha seküler, multi-kültürel sunmak isteyen pek çok kurumun, kurumsal hamlenin odak noktası oluyor. Gökkuşağı bayraklı tişörtler bastırmak, şimdilerde Instagram filtreleri ve hatta bira ambalajları… Pek çoğumuzun bazen üzerine düşünmeden kapılıverdiği bu Pride coşkusunun da aslında ne kadar neo-liberal olabileceğini, hak mücadelesinin daha başında sayılabilecek bir hareketin bu kadar tüketime hazır hale getirilmesindeki tuhaflığı konuşuyoruz bir süre. Ozan bu durumun da “içerideki insanların itelemesiyle olabildiğini” düşünüyor. Kurumsal yerlerde çalışan bazı arkadaşlarının bu konuda ne kadar konuşkan olabildiğini ve bunun hareket açısından iyi olduğunu söylüyor.

Sonra da kahvesinden bir yudum alıp gülerek ekliyor: “Benim bu zırıllığımla beni fark etmeyen birine de ne diyeyim yani?… Geçen gün iş arkadaşımla konuşuyorduk, ‘ay ben hiç çaktırmıyorum ayol’ dedim. O da, ‘senin lubunya olduğun uzaydan belli’ dedi.” Gay olduğunun fark edildiğinin ve üzerine konuşulmadığının, kendine konforlu bir alan yaratabildiğinin ayırdına varıyor.

“Örgütlü olduğum için bu fetvaların ortasında bir şeylere ‘hadi oradan’ diyebiliyorum”

Stereotip rollerin dışına pek de taşılamadığını düşündüğü iş yerinde, Ozan kendisine yapılmış direkt bir ayrımcılık hissetmediğini söylüyor. Böyle bir şey hissetse ipleri koparabileceğini de ekliyor. “Çalışma arkadaşlarımın benimle ilgili konuştuğunu biliyorum. Bunlar çok taktığım şeyler olmaktan çıktı açıkçası,” diyor 17 yılın verdiği özgüvenle.

İş arkadaşlarıyla karşılıklı bir “sorma-söyleme-başın ağrımasın” denklemi oturtmuş olabileceklerini tahmin ediyor. Daha önce konuştuğum pek çok insanın da bir çeşit savunma ve güvende hissetme mekanizması olarak kullandığını bildiğim bir yöntem bu. 30’larına yaklaşan her canlının tadacağı heteronormatif bir baskı aracı olarak evlilik konusuna geliyor sıra: “İşte yakın olduğum dayanıştığım insanlar bana sevgilin var mı, evlenmeyecek misin, neden evlenmiyorsun demiyor. Kendi aralarında tabii konuşuyorlar, benim yaş grubumdaki insanların %90’ı evli sonuçta.” Kadın iş arkadaşlarının çoğunun onunla dertleştiğinden, heteroseksüel, tekeşli ilişkilerin de kurumsal yapı içinde dayatılan şeyler olduğunu düşündüğünden bahsediyor: “Terfi edilecekse birinin evli olması bir kriter mesela, evli ve çocukları varsa ‘sorumluluğu var’ gibi bakılıyor. Lubunya bir arkadaşımın yönetici pozisyona getirilmediğini başka bir yöneticiden duyduk. Köşesiz ve sterotip bir hayatın olmalı.” “Köşesiz” ve “herkese benzer,” kurumsallığın sevdiği ve muhtemelen sevmeye devam edeceği kelime öbekleri olacağa benziyor. Terfi konusundan bahsedilince aklıma Bulut’un “normalde insanların kendilerini göstermek, iş bulmak için menajerleriyle yaptıkları pek çok şeyi kendi başına yapmak zorunda olduğunu” söyleyişi geliyor. Bu güvensizlik hali, ne kadar çalışsan da normatif sistemin seni her an dışarı tükürebileceği tedirginliğiyle yaşamak demek olabiliyor.

Ozan tuhaf bir şekilde kendini bu kapalılığa rağmen konforlu ve iyi hissettiğini sık sık tekrar ediyor. İştekilerle LGBTİ+ teması olan Sense8 dizisinden bahsedebildiğini, birilerinin trans bireylere duyduğu saygıdan öylesine bahsetmesini ya da kadın bir arkadaşının Ozan’ın evinde kalacağını söylediğinde, kadının partnerinden gelen onayı, oradaki varoluşuna, insanların bir şeylere dikkat etmeyi öğrenişine yoruyor. “‘Normal’ değil ama iyi biri” etiketinin keyfini sürdüğünü itiraf ediyor. Muhtemelen, çalıştığı yerde 16 yıldır mesai yapıyor olmasının da bu konforda payı var.

Ayrımcılığın alenen olmayışının ya da onun bunu hissetmeyişinin başka bir sebebi daha olabileceğini ekliyor: kapitalizm. Herkesin görev tanımlarının net, işlerinin yoğun ve sürekli takip ediliyor oluşunun, insanları işini yapıp evine dönmeye daha teşne hale getirdiğini söylüyor: “Yoğun ve birbirinizle rekabet etmek zorunda olduğunuz ya da dayanışmak zorunda olduğunuz bir ortam var. Birinin lubunya olması bilgisi kimsenin işine yaramıyor orada. Banka parasına bakıyor, senin rakamların, yaptığın iş her saniye ölçülüyor. Dolayısıyla başka şeyler araya girmiyor.” Benzer bir şekilde, paranın ana odak olması dolayısıyla, birebir çalıştığı müşterilerden de herhangi bir ayrımcılık görmediğini söylüyor. “Müşterilerle para konuşulduğu için başka şeylere sıra gelmiyor. Onlar da lubunyalığıma rağmen benimle çalışıyorlarmış gibi geliyor. Açılsam böyle olmaz, ne olur bilmiyorum aslında. Ne kadar kapalıyım da bilmiyorum.” Bu açıklık kapalılık terazisinin durumu belli ki her alanda farklı seyrediyor. “Kapalı” olduğunu düşünsen de, minik bir jestle “açık” edebiliyorsun kendini. Ozan her sabah işe gitme halini, orada köşesiz ve herkes gibi davranmaya çalıştığı halini “sahneye çıkmaya” benzetiyor. Bu örnek bana Doğa’nın “farklı personalarını” hatırlatıyor.

Açılmakla ilgili güvencesizliğin onu çok tedirgin ettiğini gözlerini açarak ekliyor. Bu güvencesiz hissetme halinin birden çok veçhesi var: dayanışma hissedememek, paraya ihtiyaç, yerinin kolayca doldurulabileceği hissi. “Beyaz mavi yaka fark etmez, nerede çalışırsan çalış, kendini güvencesiz hissediyorsun. Dayanışma hissedebileceğin, hakkını savunabileceğin bir örgütlenme yok. Bu seni çok yalnızlaştırıyor, kendini daha güvencesiz ve huzursuz hissediyorsun. İşsizliğin de bir dayanışma mekanizması yok, onu da tek başına yaşıyorsun. Etrafında sana maddi manevi destek olan birileri varsa şanslısın ama yoksa orada burada işssiz olduğunu yazmak ya söylemek çok depresif. Zaten işsiz olmak da senin suçun gibi algılanıyor. Sen beceriksizsindir, sen orada bile çalışamamışsındır. Kendine kız ve en kötüsüne razı ol isteniyor.” Ozan’ın bu sözleri aslında eşit istihdam ve iş hayatında karşılaşılan zorluklar özelinde örgütlenmenin, paylaşmanın ve daha güçlü hissetmenin ne kadar elzem olduğunu hatırlatıyor. Herkesin hayatının çok önemli bir bölümü iş yaparak, arayarak geçiyor, her ne kadar kabul etmek istemesek de. Uzunca bir süreyi iş arayarak geçiren birçok insanın işsizliğin yalnızlığı ve melankolikliği hislerini anlayabileceğini tahmin ediyorum. İş-kariyer-mutluluk koşullamaları, normları üzerine ne kadar az düşündüğümüzü fark ettiriyor Ozan’ın söyledikleri. Gerçekten işinin olması bir çeşit tatmin duygusuna neden bu kadar yakın ki?

Koronavirüs sürecinin çalışma hayatını, halihazırda devam eden ekonomik krizi nasıl etkileyeceği üzerine neler düşündüğünü merak ediyorum. Ozan ekonomik ve siyasi sıkışmışlığın Türkiye’de devam edeceğini tahmin ediyor ve ekliyor: “Bu da insanların ekonomik olarak daha zorlanacağı, işsizliğin artacağı bir dönem olacakmış gibi görünüyor. Hepimiz için böyle olabilir çünkü herkes bir şekilde borçlu. Türkiye de çok borçlu, kurların artması vs. 70–80 günlük durma hali herkesin maliyetleri tekrar düşünmesine yol açan bir şey oldu. Psikolojik olarak da insanlar çok sıkışmış ve huzursuz hissediyor.” Ozan kendisini güçlü hissetmesini sağlayan en önemli şeyin dayanışma ve örgütlülük olduğunu sık sık vurguluyor. “Örgütlenmenin verdiği enerji benim ayakta kalmamı sağladı. Bu 17 yılın sebebi bu olabilir. Tek başına bir sürü fobinin ortasında kendini yalnız, suçlu ve sorumlu hissetmek başka bir şey.” LGBTİ+ özneler için gerçekten de güçlü ve yalnız olmadığını hissetmenin yolu öz örgütlenmeyle, beş benzemez başka insanla bir araya gelip muhabbet etmekle mümkün oluyor. “Lubunyalığın yalnızlığı ya da politik fetvaların ortasında bir şeylere ‘hadi oradan’ diyebiliyorum. Benim güçlü olduğum taraf ve devam etmemi sağlayan bu.”

Dayatılan normların, stereotipleştirmelerin içinde kendini güçlü hissedişinin yalnız olmadığını, kendisiyle dayanışıldığını bilmekten kaynaklandığını söylüyor. Tüm bu toleranslı tavırlarının yanında, bankadaki pek çok insanın LGBTİ+ olmanın bir çeşit sapıklık olduğunu düşündüğünü tahmin ediyor. “Yaratmaya çalıştıkları his; sen bize rağmen buradasın hissi, bizim yüce gönülllüğümüzle burada çalışıyorsun hissi. Hiç de öyle değil. Ben herkes kadar, ya da daha fazla emek verdiğim için oradayım, seninle de bu yüzden tartışmayacağım. Kendime göre böyle bir özsavunmam var.” Örgütlenmenin, sistematikleşen ayrımcılıktan, ailene açık olamamaya, iş bulamamaktan yeni iş alanları açmaya pek çok şeyi paylaşmanın LGBTİ+ komünite içinde mühim bir yer tuttuğu aşikar. Onur Ayı tüm şaaşasıyla gelmişken ve Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde (Denizli, Adana, Mersin, Aydın, İzmir, Kocaeli) irili ufaklı türlü Onur Haftası organizasyonları yapılmaya başlanmışken, bir arada olmanın, dayanışmanın gücünü bir kez daha hatırlattığı için Ozan’a teşekkür ediyorum ve ses kayıt cihazını kapatıyorum.

*Röportaj yaptığım kişiyi iş hayatında korumak adına ona verdiğim bir takma isim.

Bu yazıyı hazırlarken karşıma çıkanlar:

· Ayrıca okunabilir: Aysun Öner’in Beyaz Yakalı Eşcinsellerİşyerinde Cinsel Yönelim Ayrımcılığı ve Mücadele Stratejileri kitabı

· Bu haftaki dosyayı yazarken LGBTİ+lara yönelik nefret saldırılarındaki artışın Meclis’e taşındığı haberi geldi.

· Kaos GL’nin sitesinde Gazetelerde Mayıs ayında 212 nefret haberi seçkisi yayınlandı.

· Pembe Hayat 18 Haziran’da Onur Ayı’nı taçlandıran Eşitlik Manfestosu’nu yayınladı. Bu gün yeni düzenlemelerle trans varoluşların/kimliklerin sağlık otoriteleri tarafından “ruh hastalığı” kategorizasyonundan çıkarıldığı gün olması açısından önemli.

[1] “İşe alım süreçlerinde ayrımcı tutum ya da uygulama ile karşılaştığını beyan edenlerin örneklem genelindeki oranı % 5,2’yken bu oran trans kadın katılımcılar arasında % 13,3’e yükselmektedir…işe alım süreçlerinde de açık olma oranı % 9,6’dan % 2,7’ye, çalıştığı işyerinde açık olma oranı ise % 17, 4’ten % 2,7’ye gerilemektedir.”

--

--