“‘Ne idüğü belirsiz’ bir mimarlık deneyimi: “Usta cinsiyetsiz bir kelime, usta demeyi çok seviyorum”

Lara Ozlen
İş Hayatında LGBTİ+
8 min readJun 12, 2020

Kartopu metodu olarak bilinen bir metodun sonucunda, yani tanıdıklar aracılığıyla buluştuğum Doğa[1]’yla çevrimiçi olarak merhabalaşıyoruz. Doğa, 2012’de okulu bitirdiğinden beri mimarlık yapıyormuş. Sivil toplumda gönüllü olarak çalışma tecrübesi olduğunu da ekliyor.

Koronavirüs pandemisi ve karantina başladığında, uzun seneler boyunca çalıştığı mimarlık ofisinin büyük bir kısmı evden çalışmaya başlamış ama kendisi şef olduğu için şantiyeye gidip gelmeye devam ediyormuş. Bu süreçte insanları çalıştırmaya devam ettiği için ne kadar kötü hissettiğini de ekliyor: “Evde ayrı kötü hissediyordum, işte ayrı kötü… Sonra o işi teslim ettikten sonra hep evdeydim. Sürekli insanlarla temasta olduğum için birilerine bir şeyler bulaştıracakmış gibi hissetmeye başladım. Bu sefer evden çıkmamaya başladım.” Partneri ve dayanıştığı komşuları dahil kimseyle görüşmeme gerilimi ona çok iyi gelmemiş. Daha dikkatli bir şekilde dışarı çıkmaya başlamış.

Bir ayrı bir barışık 8 senedir aynı iş yerinde çalıştığından ve bunun aslında en uzun ilişkisi olduğundan bahsediyor: “Kurumsal bir yer değil, toksik ilişkilerle dolu bir aile şirketi. O açıdan sevimsiz.” Ortaklardan biriyle sürtüşme yaşadıktan sonra bir süre işten ayrıldığını ama eski müşterilerden birinin de isteğiyle geri döndüğünü anlatıyor: “6 aylık bir süreç içindi bu, bunun 3 ayı da koronayla evde geçti. Dolayısıyla bilmiyorum sonrasında ne olacak. ‘Zaten küçülmeye gidiyoruz, iş de yok’ deyip ‘güle güle’ diyebilirler. Şu anda kesinti oluyor zaten, maaşların yarısını alıyoruz. Ama en azından sıfırda olmamış oluyorum.” Pek çok LGBTİ+ bireyin hayatındaki güvencesizlik Doğa için mimarlık alanında kendini bu şekilde gösteriyor.

İllüstrasyon: Aslı Alpar

Koronavirüs pandemisi başlamayıp her şey tepetaklak olmasaydı, işsiz kalmayı ve doğaya yakın yaşamayı planladığını anlatmaya başlıyor: “Köye gidip toprakla uğraşayım istiyordum. Arsa aldık Kazdağları’nda, ekolojik bir şeylere başlayalım, kuyu açalım, ev yapmak için harekete geçelim, tohum toplarını atalım gibi şeyler düşünüyorduk. 4 yıl oldu, hiçbir şey yapamadık.” İş hayatı ve İstanbul, doğaya geri dönüş önündeki en somut ve zorlayıcı engel oluyor herkes için. Planlar belirsiz geleceklere ertelenebiliyor. Bununla beraber koronavirüs pandemisinin bir şeyler için son çağrı olduğuna da kâni olmuş durumda: “Kırsal yaşam için son çağrı gibi. Birçok insan bir şeyleri sorguladı, buradan ne çıkar bilmiyorum ama önemli yine de. Sürekli koştur koştur iş…Sanki acil serviste çalışıyorum, dünyanın en mühim işini yapıyorum gibi. Şantiyedeyim yani. Ne anlamı var?” Bu sürecin sonunda, hayatı ertelemeden yaşamayı öğrenmemizi umuyor. Konuştuğum, tanıştığım pek çok insanın da “durmanın onlara ne kadar iyi geldiğini” söylediğini hatırlamadan edemiyorum.

Açılmak ya da “heteroseksüel sanılmaya” devam etmek

Doğa, iş hayatında genellikle açık olmadığını ama her ayrıldığı iş yerinden ayrılırken kendini yakın hissettiği bir kişiye açıldığını anlatıyor: “Tek yapabildiğim şey bu. Kendimi çok güvende hissetmiyorum çünkü. Anlattığım kişilere de güveniyor olmam gerekiyor, zaman alıyor güvenmek. Çünkü o kadar eril bir ortam ki çalıştığım yer…” Son iş yerinde açıldığı arkadaşı hiç tahmin etmediğini söylemiş. “Heteroseksüelliği bana yakıştıran hep insanlar oluyor. Herkes bu varsayımla hareket ediyor, halbuki bununla ilgili bir şey dememişim.” Heteroseksüel varsayılmanın ağırlığı, daha önceki pek çok röportajda (Leman, Demir) da sıklıkla konuşulan, orta yere bir yerlerden düşüveren bir konu oluyor.

Doğa da na-trans erkeklerin çoğunlukta olduğu çalışma ortamlarının zorluğuna işaret ediyor; tıpkı Büşra ve Leman gibi. “Kadın” olarak algılanmak, cinsiyetlendirilmek, kuir olmaktan çok daha belirleyici bir ayrımcılık sebebi olabiliyor. Bir de bunun üzerine kuir olarak açılırsa bu işi yapmaya devam edemezmiş gibi hissediyor. Çünkü insanların dedikodu yapacağını ve o bilginin yayılacağını ve bunun suistimale yol açabileceğini düşünüyor. Bu kontrolsüz yayılmanın da nelere sebep olacağını kimse bilemiyor: “Olabildiğince cinsiyetsiz davranmaya çabalıyorum. Objeleşme olasılığın çok yüksek. Eril kafayla baktıklarında, evlilik dışında heteronormatif bir ilişki de çok göze batabilir. Öyle bir topluluk. Böyle düşünen bir sürü adamın yöneticisi olmak da değişik bir şey.” Sınıfsal olarak farklı olan bu konumun, onun için avantajlı olduğu kadar çelişkili olduğunu da ekliyor. Bir gün şantiyede boyacıya boya kovasını uzattığında yaşadığı şeyi anlatıyor: “Kovayı almadı boyacı, ‘Biz bayanları çalıştırmıyoruz’ dedi. ‘Ne demek istiyorsun sen bana’ dedim. Bir yandan çok sınıfsal ama bir yandan da çok ironik. İşin içinde para, çıkar olduğu zaman orada geri adım atmak zorunda olmak çok ironik. Bilemiyorum, alttan alınca davranışları çözümlenmiyor ama çok da sınıfsal bir yerden üstlerine gitmek istemiyorum.” Hem insanları ve fikirlerini değiştirmek istiyor hem de bunu yaparken yönetici oluşunu kullanmak istemiyor. Tutturması zor bir denge.

Negatif yanlarına ek olarak işini sevdiğini de söylüyor: “Bir şeyleri kontrol etmeyi seviyorum. Çözülmesi gereken bir problem varsa onu çözmek hoşuma gidiyor. Geometri gibi. Problemleri insan ilişkileriyle çözmeyi ve sosyalleşmeyi de seviyorum.” Her ne kadar yorucu olsa da şantiyede olmayı daha çok sevdiğini, ofisin sömürüye çok daha açık bir alan olduğunu ve bunun işin gerekliliği olarak kabullenildiğini söylüyor: “Çok mesai az para. Proje yetişecek, bu bitecek filan gibi şeyler daha çok oluyor.” Ofisteki sosyal ortam, çok daha keskin bir şekilde normatif ve kadınlık-erkeklik rollerini performe etmeye dayandığından, bu halin de onun için zorlayıcı olduğundan bahsediyor: “Ofis içinde regl dahil her şeyin konuşulması biraz tabuydu, bundan da çok sıkılıyordum.” Doğa başlarda kendini kadın olarak tanımladığından, sonra biseksüel olarak açıldığından bahsediyor. Bir süredir de kendini “daha kuir ve ne idüğü belirsiz bir halde tanımladığını,” “bir şeyleri tanımlamayı artık sevmediğini” ekliyor: “Kadın kimliğini şöyle görüyorum, Sünni bir aileye mensubum, dolayısıyla Sünniyim. Ama aslında inanmıyorum hiçbir şeyine. Kadın kimliğine de böyle bakıyorum. Tamamen reddettiğim ya da içini doldurabildiğim bir şey değil. Dolayısıyla oradan da bir şeylerle mücadele ediyorum.” Bahsettiği pek çok ayrımcılık, kuir olduğu için değil, cinsiyeti kadın olarak atandığı için baş etmek zorunda kaldığı şeyler olageliyor.

Mimarlığı, özellikle şantiyede olmayı, farklı personalar ve performanslar icra etmek olarak gördüğünü de eklemeden edemiyor: “Eril diyorum ama herkesle oturup kova üstünde çay içiyorum. Orada başka bir performansım var yani, onu da seviyorum. İçimden başka bir şey çıkıyor. Farklı kimliklerim var hepsini icra ediyorum gibi.” Bu benzetmenin ne kadar yerinde olduğunu iş yerlerinde na-trans veya heteroseksüel gibi davranmak zorunda bırakılan, rahatça ilişkilerinden, hayatından bahsedemeyen pek çok LGBTİ+ da teslim edecektir.

Bu cinsiyet ayrımının bazı avantajları olduğunu da kabul ediyor. Böylece na-trans erkeklerin çoğunlukta olduğu bir şantiye ortamında rahatça sınır koyabildiğini söylüyor: “Benim yanımda çok rahat küfür edemiyorlar, müdahale ediyorum çünkü. Ama beni bir erkek olarak tanımlasalardı, ya da kendimi şu anda gördüğüm haliyle ‘ne idüğü belirsiz’ bir halden tanımlıyor olsalardı, daha farklı olurdu refleksleri. Şimdi özür diliyorlar.” Çalışırken kullandığı dil ve unvanların cinsiyetlendirilmiş oluşuna ve dili istediği kadar eğip bükemeyişine canı sıkılıyor: “Hanım ve beyi hiç kullanmak istemiyorum ama iş jargonunda kullanmam gerekiyor muhatap olduğum insanlarla. İkiliğin dışına çıkma arzum karşılık bulamıyor bazen. Zaten isimler de çok cinsiyetli, bir şey demesen de demiş gibi oluyorsun. Usta demeyi çok seviyorum mesela usta bana cinsiyetsiz geliyor.” Bir de tabii, ilişkilerinden, hayatındaki mühim detaylardan bahsetmiyorsan yapayalnız olduğunun varsayılması durumu var: “Her fırsatta seni evlendirmeye çalışan insanlar oluyor etrafta. Ben evlenip boşandığım için o kartı kullanıyorum, çok üstüme gelmiyorlar.” Bu anekdot, Büşra’nın da heteroseksüel varsayılarak iş arkadaşları tarafından evlendirilmeye çalışıldığını hatırlatıyor bana.

Patronuyla arkadaşça bir muhabbeti olduğunu, bu konularla ilgili farkındalığı olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Hem açıldığım hem açılmadığım bir hal var.” Muhtemelen, ne kadın ne de erkek olarak açılacak olan Doğa için de açılma hali, karşılıklı olarak bir şeylerin üzerine açıkça konuşmamak ama bir şeylerin farklı olduğunu sezdirmek şeklinde tezahür etmiş.

Ayrımcılığın cinsiyetçilikle kesiştiği o garip anlar

Doğa bazen iş hayatında, şantiyede, na-trans erkeklerle ilişkilenirken ne kadar zorlandığını gözleri kamerasından uzağa dalarak anlatmaya devam ediyor. Bu noktada, toplumsal cinsiyeti kadın olarak algılanmanın getirdiği dezavantajlar daha fazla konuşulmaya başlanıyor: “Bana çok kötü davranan taşeronlar oldu. Farkındayım ki erkek olsam, o şekilde davranmayacak. Hor görebiliyorlar çok. Efeleniyorlar filan, bazı anlar erkek olsam yumruklu kavgaya dönecek. Kadınlara bağırmaya, istediklerini yaptırmaya o kadar alışmışlar ki, orada da aynı şeyleri yapmaya çalışıyorlar.” Erkek taşeronların kendilerine asla denk görmediği biri olarak şantiyede çalışmaya devam etmenin zorluğu bazen fırlayan tansiyonunda kendini gösteriyor. Yorulduğu, başka şeyler yapmak istediği belli. Daha doğaya yakın yaşamak istediğini ama şehirdeki dayanışmadan da kopamadığını ekliyor: Beni en iyi hissettiren şey bu dayanışma hallerimiz. Küçük de olsa gettolarımız, sosyalleşmelerimiz… Oturduğum binada benim gibi insanların olması dayanışma halinde olmamız, bunlar beni mutlu ediyor.”

Şirkette onu zorlayan çok fazla erkeklik performansı olduğunu, o erkekliklerin sinirlerini bozup onu nasıl saatlerce ağlattığını anlatıyor, sonra ekliyor: “İnsan düşünüyor: Savunduğun, aktivizmini yaptığın şey ne? Yaşadığın şey ne?” Bu iki şey arasındaki boşluk büyüdükçe LGBTİ+ bireyler için açık olmak, kimliğiyle ilgili rahat davranmak da o kadar zorlaşıyor.

Pandemi süreci ve devam eden doğa talanı

Evden çalışmanın; sürekli patronların mesajları, yoklamaları, zor odaklanma halleri ve mesai saatlerinin belirsizliği dolayısıyla zor olduğunu söylüyor. Karantina sürecinde, serbest çalışan Leman gibi, pek çok insan benzeri meselelere dikkat çekmişti: “Günlerce bir şey yapmıyorum, sonra 23 Nisan’da bir şey geliyor. Tabii ki haftasonu, bayram filan kalmadı, teslimler keyfe keder… Dosyayı indiriyorum, sonra ‘aa bugün pazar, artık pazartesi bakarım’ diyorum. Sanki bir şey fark ediyormuş gibi. Son dakikada gönderiyorum.” Dağınık, uçucu konsantrasyonlu günler geçip aylara bağlanıyor.

Korona sonrası dönemde geleceği nasıl gördüğünü, kendisi ve dünya için nelerin değişebileceğini düşündüğünü merak ediyorum. İlk söylediği şey “güvencesizlik” oluyor: “Biraz bu konuda karamsarım ama iyimser olmaya çalışıyorum. Totaliter bir yere gidiyor tüm dünya. Her şeyin izlendiği, denetlendiği, kontrol edildiği…Çin’deki sıkı kontrol haline dair her şeyin çok meşru oluşu, aşılar, çipler… bu takip süreci nereye bağlanır bilmiyorum. Black Mirror gibi hissediyorum.” Pek çok insan gibi o da kendini bir distopya kurmacasında hissetmeye başlamış.

Röportaj sırasında Türkiye’de normalleşmeye doğru ilerlerken pek çok AVM’nin açıldığı ama parkların, deniz kenarlarının hâlâ yasaklı olduğu üzerine konuşmuştuk. Alışveriş merkezlerinin açılmış olmasına rağmen parklarda rahat oturamıyor olmasına sitemkar bir şekilde “saçmalık” diyor: “Mesleki olarak da biliyorum; klima var, aynı havayı soluyacak insanlar hep beraber. Neden herkes bu dönemde ayakkabı almalı çünkü…” Bu cümle, kapitalizmin neyin sürdürülebilirliğini öncelediğini bir kez daha hatırlatıyor. Çalışma alanlarının değişebileceğini, açık ofis sisteminin bir çeşit endüstriyel çiftliğe dönüştüğünü söyleyerek devam ediyor anlatmaya: “Freelance ve evden çalışma artabilir. Haftanın belli günleri ofise gidiliyor olsa, biz de psikolojik olarak bu kadar harap olmayız belki, değişik çalışma modelleri çıkabilir.” Evden çalışmaya başlayan ve hâlâ devam eden pek çok insanla benzer bir gelecek tahayyül ediyor muhtemelen.

Atatürk Kültür Merkezi ve Taksim Meydanı’ndaki camii inşaatı gibi büyük şantiyeler pandemi sürecinde işçilerin taleplerini yok sayarak iş durdurmadılar. Doğa, bununla ilgili olarak pek çok meslektaşının “durmanın daha riskli olacağı söylenerek” tam gaz çalıştırılmaya devam edilmesinin tehlikeli olduğunu belirtiyor. Pandemi sürecinde, devam eden inşaatlara ek olarak, Bursa, Rize gibi illerde ÇED raporları hiçe sayılarak yeni HES’ler yapılmasının önünü açacak projelere onay verildi. Doğa bütün bunları bir şeylerden ders alamayışımıza yoruyor: “Türkiye’de ne kadar maden ve boru hattı varsa, hazır insanlar çıkamıyorken buraya da gireyim mantığıyla bütün projelere tam gaz onay verdiler. Doğayı talana devam ediyorlar.” Doğayı bu kadar sevmesine karşın, yaptığı işin doğayı tahrip eden de bir yapısı olduğunu düşünüyor mu diye merak ediyorum. Üzerine düşününce, çelişkili bir durum olabileceğini tahmin ediyorum. Doğa şöyle yanıt veriyor: “İşimle doğa arasında bir çelişki görüyorum tabii. Yeni bir şeyler yapmaktansa olanı dönüştürmek daha iyi geliyor. Belki işte, kırla beraber doğal ekolojik yaşama dair bir şeyler yapabilirsem, dönüştürebilirsem yaptığım işi, daha mutlu olabilirim. Minik ekolojik evler gibi…”

Yeni dayanışma ağları ve iş imkânları kurmak

Bir arkadaşıyla pandemi sürecinde başladıkları dayanışma paketleri dağıtma işinden ve bunu fonlarla sürdürülebilir hale getirmeye olan heyecanlarından bahsediyor: “Proje olursa, mahallelerde bazı ağlar kurmaya çalışacağız, bu krizde dayanışmayı büyütmeye çalışıyoruz.” Dayanışmaktan, bir şekilde dayanışma ağları kurmaktan ne kadar keyif aldığı, anlatırken gözlerinin ışıldamasından anlaşılıyor. Koronavirüs karantinası sırasında pek çok insan gibi LGBTİ+ bireyler de tazminatsız, geleceği belirsiz bir halde işlerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Doğa, şimdilik işi devam etse de, arkadaşları üzerinden güvencesizliğe dair düşündüğünü anlatıyor: “Devlet desteklerinin, aile, çocuk, bir sürü kriteri var. Zaten bizi kapsamıyor. İş güvencesiz ve belirsiz durumdaki insanlar yararlanamıyor bu yardımlardan. Şu an işi olmayan, ne yapacağını bilemeyen bir sürü arkadaşım var ve ben de kaygılanıyorum onlar için.” Bu belirsizlikte dayanışmanın daha önemli hale geldiğinin ve uzun vadede yeni iş ağları kurmak, yeni gelir kaynakları yaratmak gerektiğinin altını çiziyor. Çünkü eşit istihdamın gerçekleşemediği noktada, LGBTİ+’ların emeği daha da güvencesizleşiyor ve görünmezleşiyor.

Konuşmamızın sonuna doğru güncel meselelerden bahsetmeye başlıyoruz. Diyanet başkanı Ali Erbaş’ın 24 Nisan’daki LGBTİ+ fobik açıklamalarından sonra dayanışma paketlerini dağıtırken, “lubunya olduklarının anlaşılıp anlaşılmaması üzerine şakalaştıklarından” bahsediyor: “Yüzler kapalı, saçlar kısa filan tam da anlaşılmıyor ilk bakışta, biraz dikkat edince memeler var, toplumsal kodlar filan devreye giriyor. İbne kılıklı bir şekilde dayanışma paketlerini dağıtmaya gitmiştik.” Maskelerin belirsizleştirdiği yüzler ve kimliklerin LGBTİ+ bireyler için olumlu bir tarafı olabiliyor. Yüzden okunamayan cinsiyet, mecburen vücudun diğer parçalarına yönelebiliyor. Başka yerlerde de bulunamayınca belirsizliğe teslim olunuyor. Kuir olmanın belirsizliği, güvencesiz işlerin ve geleceğin belirsizliğine karışırken, ikimiz de dayanışmanın güçlendirici olduğu konusunda hemfikir olarak röportajı bitiriyoruz.

[1] Röportajı yaptığım insan adının açıklanmasını istemediği için takma isim kullandım.

--

--