Yalanın İcadı
Niye yalan söylesin ki? Diye şüphe bile edilmeyen bir ortam. Yalan kelime olarak bile orada değil yani. Siyasetçilerin bile yalan söylemediği bir dünya. Garip olurdu değil mi?
Bu yazının tamamını ücretsiz okumak için tıklayınız.
“The Invention of Lying” (Yalanın İcadı) filmi, 2009 yapımı bir komedi filmidir. Film, alternatif bir gerçeklikte geçmektedir ve bu gerçeklikte insanlar yalan söyleme yeteneğine sahip değildir. Hatta yalanın ne olduğunu dahi bilmezler. Sadece yalandan değil, bir şeyi gizlemekten dahi haberleri yoktur.
Karşısındakinin kıyafeti uyumsuz mu direk söylerler. Saç kesimi yakışmamış mı, hemen belirtirler.
Birinin içinden ne geçiyorsa anında diğerinin kulağında olduğu bir dünya hayal edin. Herhalde hayat yaşanmaz olurdu.
Tabi ki yalan söylemeyi tavsiye etmiyorum ama kültürlere göre insanlar en azından nerede ne söyleyeceklerine dikkat ediyorlar. Karşı tarafı kırmamak için beğenmese de yemeği, belki güzel olmuş diyorlar.
Veya yakını vefat etmiş birine haber verileceği zaman “Baban öldü demiyorlar.” Önce belki hasta diyorlar, kalp krizi geçirdi diyorlar veya daha yumuşak ifadeler kullanıyorlar. Vefat etti veya terki diyar eyledi gibi kelime gruplarını seçiyorlar belki de.
Ama filmdeki dünyada bunların yerine düşünsenize ‘sevdiğin yangında cayır cayır yandı, kayalıklardan düştü paramparça oldu’ gibi salt doğruları fütursuzca duyuyorsunuz.
Film atmosferindeki dünyada suçlu biri tüm ağı çökertecek bilgileri hemen verecekti belki. Belki suç ağı oluşacak bir zaman bile olmayacaktı. Belki istihbarat kurumları da olmayacaktı. Savaşlarda olmasın ama esir düşen bir asker bütün planları, yerleri, cephanelikleri sorulur sorulmaz söyleyecekti.
Niye yalan söylesin ki? Diye şüphe bile edilmeyen bir ortam. Yalan kelime olarak bile orada değil yani. Siyasetçilerin bile yalan söylemediği bir dünya. Garip olurdu değil mi?
İşte böyle bir ortamda ana karakterimiz Mark Bellison (Ricky Gervais), kirasını ödeyemez ve bankadan para çekmeye gider. Hesabında 300 doları vardır ama onun 800 dolara ihtiyacı vardır.
Veznedeki görevli şu an sistemde bir hata var bakiyenizi göremiyorum dediğinde karakterimiz 800 dolar olduğunu söyler. Veznedar da beyan esastır kaidesince karşısındakine inanır ve söylediği tutarı ona verir. Hatta o kadar inanır ki, o anda sistem düzelip, hesabında 300 dolar olduğunu görmesine rağmen sistemsel bir hata olduğunu düşünür.
Diğerleri bilmese de ilk yalan söylenmiş ve yalan keşfedilmiştir. Ama yalanın kaşifi başrolümüz yalanı bile tanımlayamaz. Adını farklı söylediğinde en yakın arkadaşı “Gerçek adını bunca yıl öğrenmemem ne garip.” diye karşılık verir. Zenci olduğunu söylediğinde ise, beyaz tenli olmasına rağmen, karşısındaki ‘tenin biraz açık ama olsun’ karşılığını vererek gönülden inanır.
Film, komedi türüne ağırlık verse de, içerdiği felsefi ve toplumsal mesajlarla da dikkat çeker. Yalanın insan ilişkileri, toplum ve yaşam üzerindeki etkileri üzerine derinlemesine düşündüren bir yapısı vardır. Ayrıca oyunculuk performansları da oldukça başarılıdır ve seyirciyi eğlendirirken düşündüren bir deneyim sunar.
Yalanın Doğası ve İnsan İlişkileri
Başlangıçta insanlar yalan söyleme yeteneğine sahip değildir ve bu nedenle direk konuşurlar. Polis alkol testi yapmasına rağmen, başrolümüz ‘Arkadaşım sarhoş değil.’ dedi diye polis cihaza değil adama inanır.
Veya kumarhanede bir makinede kazandığını ama cihazın para vermediğini söyler. Mekanın sahibi kazandığını söylediği parayı hemen öder.
Ancak, Mark Bellison’ın yalanı keşfetmesiyle birlikte, ilişkilerinde ve toplumda büyük değişiklikler meydana gelir. Yalanın ortaya çıkmasıyla, insanlar arasındaki etkileşimler daha karmaşık hale gelir ve ilişkilerde güvenin önemi vurgulanır.
İnsan Doğası ve Yalan
Film, insan doğasının karmaşıklığını ve yalanın insanların davranışlarını nasıl etkilediğini de gösterir.
İlk başta, Mark yalanı sadece kendi çıkarı için kullanırken, daha sonra insanları rahatlatmak ve mutlu etmek için kullanmaya başlar.
Mesela başrolümüzün annesi ölmek üzeredir ve mutsuzdur çünkü doktor ‘çok yakında öleceksin’ gibi ifadeleri en yalın haliyle söyler. Hatta Mark’a derki “Kafeteryada faita var, şanslısın, annen öldükten sonra yiyebilirsin.”
Gerçekliğin anadan üryan olduğu ve ölümden sonra yaşamın olmadığının kabul gördüğü böyle bir atmosferde Mark annesini mutlu etmek için, “Sen yok olmayacaksın. Gökyüzünde biri var ve O seni başka bir dünyaya alacak. O dünyada hastalık yok, sıkıntı yok, yaşlılık yok. Anneni babanı ve diğer sevdiklerini orada görebileceksin. Babama selam söyle.” gibi ifadeleri kullanır.
Bu anlatımlar doktorlar arasında büyük yankı uyandırır ve Mark’ın anlattıkları kısa sürede medya aracılığıyla da pek çok kişiye yayılır. Ancak, zamanla Mark yalanın gücünü kötüye kullanma ve insanları manipüle etme potansiyelini gösterir. Mark yalanlarını “Göktekiyle konuştum”a kadar getirir ve insanlar buna da inanır. Lakin zamanla işler biraz çığırından çıkar.
Mark sorulan sorulara yeterli cevaplar veremediği için “Gökteki, bir kadının 104 yaşına kadar yaşamasına izin verdi.” veya “Gökteki, bu yıl 40 kişiyi öldürdü.” gibi manşetler atılır.
Filmde yaratıcının hayat verme ve öldürme sıfatlarına vurgu yapılır. İnsanlar, sevdiklerinin canını direk yaratıcının aldığını düşündükleri için biraz huzursuz olurlar. Ama inancımıza göre ruhu beden kafesinden çıkarmakla görevli bir melek vardır. Azrail ile ölüm arasında da hastalık ve kaza gibi perdeler vardır. Dolayısıyla biri vefat ettiğinde genel de yaratıcı suçlanmaz, sebeplerden bahsedilir.
Filmin sonunda yalan söyleyebilen kişiler Mark ve oğludur. Oğlu yüzünü buruştursa da annesinin yaptığı yemeğe çok güzel ifadesini kullanır. Yalan genetik olarak bulaşıcı sanırım :)
Dürüstlüğün filmdeki ölçüde fazla olduğu bir ortam bulmak imkansız olsa da, bireysel planda böyle bir atmosferi yakalamak zaman zaman mümkün olmuştur.
Önceki yazılarımda John R. Schafer’ın “İnsanlar inanmaya meyillidir.” sözüne atıfta bulunmuştum. George Orwell’in Hayvan Çiftliği romanında dediği gibi “Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir.” Evet insanlar inanmaya meyillidir ama bazı insanlar bazı insanlara karşı inanmaya daha meyillidir.
Bu inanma meylinin askeriyedeki mutlak itaatle alakası olduğunu düşünüyorum. Ast inanmadığı bir üstüne nasıl mutlak itaat edebilir. Üst sorgulanırsa emri de sorgulanır. Ama üstün bir bildiği vardır düşüncesi astları mutlak itaate gönüllü olarak yönlendirmiştir. Yoksa Mustafa Kemal’in Çanakkale’de mermileri bittiği için kaçan askerlere “Ben size taarruz emretmiyorum! Ölmeyi emrediyorum. Süngü tak! Yat!” emrini hiçbir asker dinlemezdi.
Eğer inanılacak kişiler Sultan Alparslan gibi, Fatih Sultan Mehmet gibi, Mustafa Kemal Atatürk gibi basireti ve feraseti geniş liderlerse, ne ala.
Ama ya inanılan kişiler Hitler ve onların günümüzdeki izdüşümü gibi zalim kimselerse? Ya peşinden gidilen kişi, takipçilerini sürekli yalanlarla ve manipülasyonlarla yanlış yönlendiriyorsa? İşte o vakit hem bireysel planda hem de ülkesel çapta çok büyük bir güvenlik sorunu ve güvenlik zafiyeti oluşur.
Bahadirsahin “Tarihe Geçmek” isimli yazısında inanmanın sınırları ile ilgili çok manidar bir çerçeve çizer. Hitlere inanmanın ve ondan korkmanın bile bir sınırı olduğunu şu ifadelerle anlatır.
Öldüğünde Fransız askerlerinin katıldığı bir törenle defnedildi ve ailesi ondan gururla bahsetti. Oğlu “Sadece şehri değil birçok insanın da hayatını kurtardı” dedi babası için. “Paris yanıyor değil mi Dietrich” diye soran Hitler’e “O kadar da değil” diyebilen general Choltitz hakkında filmler yapıldı, kitaplar yazıldı.
Yalanın İcadı filmi komedi unsurlarıyla birlikte sosyal, dini ve felsefi temaları ustalıkla harmanlayarak, insan doğasının karmaşıklığını ve toplumsal normların sorgulanabilirliğini ele alır.
Filmde dürüstlüğün önemi vurgulanırken, bazen insanları korumak veya rahatlatmak için yalanın kullanılmasının doğru olabileceği tartışılır. Bu ikilem, izleyicileri düşünmeye ve insan doğasının karmaşıklığını anlamaya teşvik eder.
Mark’ın yalanı kullanarak insanları etkileme ve yönlendirme yeteneği, güç ve manipülasyonun bir göstergesidir. Bu durum, insan doğasının karanlık yönlerini ve güç arzusunun nasıl kötüye kullanılabileceğini gösterir.
Yeryüzünde o kadar çok yalan var ki. Bazısı Türkiye’de söyleniyor, bazısı Amerika’da… Bazısı Filistin’de söyleniyor, bazısı Çin’de. Ve insanlar hangi yalanlara inanacaklarını kendileri seçiyorlar.
Bazıları ölüm döşeğindeki bir hastayı mutlu etmek için beyaz yalanlar söylerken, bazıları ‘Çocuklar için, büyüyünce terörist olacaklardı.’ ifadelerini kullanarak zift karası yalanları kahve içme rahatlığında söyleyebiliyorlar.
Yalanlar üzerine söylenecek çok doğru olsa da, doğruların galip gelmesi dileğiyle…
Filmi izlerseniz veya daha önce izlediyseniz yorumlarınızı bu yazının altında okumaktan büyük keyif alacağımı bilmenizi isterim.
Filmi öneren Orhan Turan’a şükranlarımı sunuyorum…