Kanal İstanbul
İstanbul kanal değildir. İstanbul doğal bir boğaz, Asya ve Avrupa’nın kavşak noktasıdır. Kanal, elzem bir alt yapı, ihtiyaç duyulan bir işlevi olması gerekir; İstanbul’a bir ur gibi yeni bir şehir daha ilave etmek için yapılmaz.
Kanal bir alt yapıdır: Bir sulama işlevi, ya da taşıma işlevi görür, bu kanal gibi turistik gondollardan başkasının geçemeyeceği Karadeniz akıntısının yıkıcı etkine karşı duramayacak bir dert deryası değil.
Kanal bir alt yapıdır: bir sıkıntıyı giderir. İstanbul’un son yeşil alanlarını bıçak gibi kesmemelidir.
Kanal bir alt yapıdır: Deli Dumrul köprüsü değil, üzerine on tane köprü yapıp milleti haraca bağlamak değildir.
Kanal bir alt yapıdır: Sulama yapılır ya da lağım sularını akıtır. İstanbul yer altı temiz sularının aktığı batı-doğu istikametindeki doğal yer altı su geçişini kesip tuzlu suyu tüm yarım adaya bırakmak değildir.
Kanal bir alt yapıdır, lağım sularını akıtır: Karadeniz’in besin değeri yüksek sularıyla Marmarayı daha bir beslemek, kısa zamanda buranın öldürmektir, bu bir çeşit Karadeniz’den Marmaraya lağım akıtmaktır.
Kanal İstanbul bir çevre, ekonomik felaketin adıdır. Dünya’da yeşil alanlar gittikçe azalırken, temiz su kaynakları altın gibi kıymetli iken böyle bir şeye proje demek tam anlamıyla çılgınlık. Bu proje kapitalist dünyanın bizi getirdiği yerdir. Gelişmiş Amerika ve Avrupa’nın çevreye yaptıkları tahribatı büyüklüğü konusunda bir bilinç kazanma yolundalar. Onlar (en azından kendi sınırları içinde) yeşil alanları ve su kaynaklarını koruma, enerjiyi daha verimli kullanıp karbon emisyonunu azaltma yolunda bir niyet göstermeye başladılar.
Bu konuda dünyanın alacağı çok yol var ama zamanımız çok az. İklim değişikliğinin etkilerini her geçen gün daha bir şiddetli yaşıyoruz. Gelişmiş Batı Medeniyeti endüstriyelleşerek elde ettiği kazançların refahını sürerken, faturasını tüm dünyaya çıkarmış oldu. Durmadan tüketimi körükleyen anlayışla, kullan at kültürü yerleştirildi. Batı, bu arada, sınırlarına yüksek duvarlar ördü. Kendi içinde yaşanabilir bir dünya kurarken dünyanın geri kalanını umursamadı.
Bu yükselen duvarlarla birlikte katma değeri yüksek ürünleri kendi topraklarında üretiyor, hammaddeyi dünyanın fakir ülkelerinden çok ucuza alıyordu. Bu döngüde örneğin 1 birim hammadde, bilim ve teknoloji sayesinde endüstride işlenince 100 birim kâr getiriyor. Oluşan artı değerin pazarlanması için en başta buna uygun bir kültürel hegemonyaya ihtiyacı vardı. İlerleyen iletişim imkanlarıyla pazarlama işini çok kolay yaptılar. Geleneksel yönetemleri kullanarak kendi içinde bir döngüsü olan toplumların, tüketim alışkanlıklarını değiştirmek için televizyon, film sektörü, çeşitli medya araçlarını kullandılar.
Bu tüketim kültürü ayakta kalması için medyanın ellerinde olması yetiyordu. Artık Afrika’nın en ücra köylerine kadar kola reklamı yapıyor, aslı astarı bir şerbet olan içeçeği oranın suyu, oranın şekeri ile üretip yine onlara satıyorlardı. Onların güçlerinin kaynağı, bilim ve teknolojiyi doymak bilmeyen kapitalist idealleri uğrunda kullanmaktı.
Sonra bu yüksek tüketim çılgınlığı doğayı öylesine tüketmeye başladı ki; Mc Donald’da Hamburger yiyen biri aslında Amazon ormanlarının bir parçasını yiyordu. Her porsiyon yok olan binlerce tür anlamına geliyordu. Obez haliyle yediklerini kaynağını hiç sorgulamayan şişko durmadan tıkındı. Sonuçta Seven Filmdeki yedi günahı; yetmişe yediyüze… katladı.
Brezilya ormanları bir avuç dolar için yakılıyordu. Batı medeniyeti elindeki bilim ve teknoloji sayesinde elde ettiği yüksek katma değerlerin faturasını bütün dünya ile birlikte ikliminde değişiklik olarak ödüyor. Dolayısıyla değişen dünya iklimi sanayileşmiş Amerika ve Avrupa’yı da tehdit ediyor.
Artık iklim değişikliğinin etkileri az gelişmiş, gelişmiş ayrımı yapmıyor. Ne büyük adalet değil mi? Sanki yüzyıllık köle ticaretleri, Afrika’nın çalınan elmaslarıyla yükselen Batı, artık beyninde bir revolver tabanca ile rulet oynadığını anladı. Fakir toplumların aleyline yaptığı ne varsa, kendisine insan seli, iklim değişikliğine sebep olacak çevre tahribatı olarak dönüyor. Evet Batı Medeniyeti beynine bir tabanca dayayıp kendi geleceğini ve tüm insanlığın varlığı yokluğu davasında rus ruleti oynuyor.
Eee onlar bu kadar aptalık ederken biz çok mu iyiyiz. Biz daha beterini yapmanın peşindeyiz. Çevreyi en çok kirleten sanayileri, ulaşım sistemlerini kendi ülkemizde kurmayı marifet saydık. Demirçelik ve çimento sanayi hava saldığı karbondioksit olarak sera gazı salımında önde olan sektörler. Sonra hızla tüm alanların yapılaşmaya açılması ülkenin yeşil alanlarını yok ediyor.
Kanadalı maden şirketinin ne söylediğini bir hatırlayın: “Türkler taş taşımakta çok mahir” demişti. Açık arama yöntemi ile altın çıkarılan maden işletmeleri çok kârlı olmakta ama geride bıraktığı felaket yüzyıllarla ifade edilecek bir zamanda bile telafi mümkün olmayan zararlara yol açıyor. Karadeniz ve Ege Bölgesinde sayısız altın madeni açık madencilik yapıyor. Bunların siyanürle muamele ettikleri topraklar ölüyor.
Cenk Yaltırak Hoca bir metreküp toprağın parasal değerinin on bin dolar olduğunu söylüyor ki bu toprak değeri. Toprağın üzerinde yaşayan, havayı suyu temizleyen bitki örtüsü, o tabiatı canlı tutan diğer canlılarla oluşturduğu ekosistemin değeri paha biçilmez.
Böyle bir alanın yok edilmesi demek içinde binlerce yılda oluşan endemik türlerin ve bu ekosistemin yok edilmesi demektir. “Kazdağlarının Altı, Üstünden Değerlidir” sloganı yanlış. Kazdağlarının altı da üstü de çıkarılan altın madeninden değerlidir.
Toprağı Sev Belgeseli’nde toprağın iklim üzerindeki etkisinin ne kadar hayati olduğu açıklanıyor. Toprağı eğer aşırı işlemeyle parçalarsak ve üzerinde bitki örtüsü kalmazsa toprağı erozyonla kaybederiz.
Toprağın üzerinde bitki örtüsünün bütün yıl kalması toprak işlemenin daha az yapıldığı tarım şeklinin kullanılmasıyla yapılabilir. Endüstriyel tarımda toprak hem çok işleniyor, hem de tek çeşit bitki ekimi yapılıyor. Tek çeşit bitkinin ekimi paralel olarak toprakta tek katmanın çalışması manasına gelir.
Tarımda bitkisel üretim büyük orada et, yumurta, süt üretimi için beslediğimiz hayvanların yem ihtiyacı için kullanılmakta. Eğer planlı otlaklar oluşturularak planlı otlatmaya geçilirse hayvanları beslemek daha kolay, daha ucuza gelecek. Bir de toprağa uygulanan ilaçlar topraktaki canlıları öldürüyor. Bunların ölmesi demek toprağın ölmesi ve verimin düşmesi demektir. Biz toprağı istediğimiz gibi her türlü ürünü, kimyve gübre ve ilaçlar vererek elde edemeyiz.
Endüstriyel çiftçilikte hayvancılık ve bitkisel üretim ayrı yapılır. Buna ilave olarak Ayçiçek, Buğday, Soya, Mısır gibi tek bir üründe uzmanlaşılır. Bu şekilde toprak hiç olmadığı kadar tek bir şekilde işlenir ve tek bir yönde sömürülür.
Toprağın kaybettiği besinler kimyevi gübre olarak ilave edilir, orada zararlı canlıları ilaç miktarı ve çeşitleri artarak kullanılır. Çünkü doğal denge Endüstriyel tarımda baştan bozulmuştur. Toprağı koruyup çok çeşitli bitki yetiştirmek ve gerçek manada çeşitli çiftlik hayvanlarının olduğu geleneksel çiftçilik yapmak mümkün mü?
En Büyük Küçük Çiftlik Belgeseli’nde nasıl ekolojik tarım yapılır anlatılıyor. Bu bizim için ütopik bir hayal. Çünkü şu an yaşadığımız kültürümüzde tabiatla birlikte yaşamak değil, onun hunharca yok etmek istiyoruz.
Adamın/kadının 500 metre kare arazisi varsa buraya gökdelen dikmek için kendini yırtıyor. Herkes müteahhit, inşaatçı olup doğayı yok etmek için adeta yarışıyor. Nerede bir yeşillik, boş alan varsa, hemen çevirip bütün yeşilliğini yok etmek için tüm imkanlarını kullanıyor. Resmen milli spor olmuş doğayı yok etmek.
Neden bu kadar toprağa, doğaya saldıran, kendinden ötekini düşünmeyen bir toplum olduk? Aslında bunun cevabı sadece bizde değil; tüm dünya, yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi Batı Medeniyetinin saldırısı altında.
Batı kendi dışındaki her yeri hammadde kaynağı ya da pazar olarak kullanıyor. Kaldık ki bu dünyayı saran bir kültür. Batı da kendi içinde doğayı yok eden uygulamalarla boğuşuyor.
Asıl söylemek istediğim yukarıdaki malum olanın ilan etmek değil. Bunlar alt yapı :) Alt yapı kelimenin tam anlamıyla ortaya atacağım düşüncemin alt yapısı. Söyleyeceklerim tarihe bir not düşmek niteliğinde. Bundan yıllar sonra bunları yazdığımı, problemin kaynağı konusunda, böyle bir düşüncenin dillendirildiği/yazıldığı bilinsin istiyorum.
Ne kadar kişiye ulaşır-ulaşmaz artık bilmiyorum.
Karınca misali ben yolumda gidiyorum :)
Mustafa İslamoğlu Hoca’nın bir sözü aklıma geldi: “Söylemezsem ölürüm diyeceğiniz sözleriniz olsun.” Evet aynen bunları söylemezsem ölürüm.
Bir Başkadır dizisini duymayan kalmamıştır. Bu dizi bir kaç bölümü ben de izledim. Dizi genel olarak iki farklı kültürün birbiriyle olan etkileşimi ele alıyor. Yalın Alpay’ın “Bir Başkadır” dizisi hakkında Flu tv yotube kanalında yorumu diziyi anlamamıza ve benim savımı anlatmam için epey malzeme veriyor.
Ayrıca Fikir Coğrafya yotube kanalındaki dizi hakkında yapılan yorumları izleyince de görüyoruz ki bu dizi hakikaten Bir Başkadır.
Genel olarak burada dizi hakkındaki yorumlarda öne çıkan başlıca fikir şu: Bu toplumda sağ-sol diye kabaca bölünmüş yapılar var. Buna laik-Dindar; Atatürkçü-Dinci; Akp-Chp diye isimlerde verilebilir. Bunun böyle olup olmadığı ya da verilecek isimlerin gerçeği tümden kapsayıp kapsamadığı sosyologların, siyaset bilimcilerin konusudur. Benim burada üstünde duracağım konu kabaca sağ-sol diye ayrılan kesimlerin halkın tamamını temsil edip etmediği; gerçekte toplumun geneli için iyi olanın mı yoksa kendi menfaat mücadelesi, pastadan daha büyük payı kim alacak tartışması mı yapılıyor?
Türkiye deprem bölgesi olarak bilinir. Ve Kuzey Anadolu Fay Hattı ile Aşağıdan geçen Toroslardan doğuya doğru uzanan bir başka fay hattı arasında Celal Şengör Hoca’nın tabiriyle sıkılan limon’un içindeki çekirdek gibi fırlayıp gitmeye çalışmaktadır.
Bu benzetmede olduğu gibi Türk halkı yine iki ayrı toplumsal fay hattında farklı yönlerde gerilmekte. Bir yön batıya doğru giderken bir yön batıdan doğuya doğru ilerlemeye çalışmakta.
İster sağ- sol çatışması deyin ister doğu-batı karşıtlığı deyin Türk halkının gerçekte böyle bir ayrışması bence sözkonusu değil. Halk genel anlamda kimi istiyorsa onu iktidara getiriyor. Daha doğrusu halk ne ise iktidarda odur. Her halk hakettiği şekilde yönetiliyor. İktidarda muhalefette olanlar da bu halkın ortalama elit tabakasından başka bir şey değil. Bu yüzden bütün şehirleri betonla kaplayan tek başına bir partinin istediği politika budur demek hiç yerinde bir tespit değil. O zaman neden bu halk aklın, evrensel ilkeleri uygulayan bir yönetimi getiremiyor?
Bu sorunun kolay yanını sol görüş yanlıları dinin bu konuda en büyük engel olduğunu söyleyip kendilerini hemen bu toplumdan soyutlar. Ama iş toplumsal başarılar olunca da tüm başarıların laiklik ilkesinin ürünü olduğuna dem vururlar. Sağ görüşün de benzer iddiaları vardır. Kendince o da birşeyler söyleyip kendini aklar.
Gerçekte ise ikisi de elit tabaka olarak her zaman kendi küçük menfaatleri için toplumun genelinin yararını hiçe sayan politikalar üretmişlerdir. Şu zaman böyle değildi şu böyle yapmadı gibi tartışmalara girdemeden genel bir tahlinden söz ediyoruz. Çünkü bu toplumda birey her zaman toplum menfaatinden önce kendini düşünürken; kendini gerçekleştirme deyince, onu toplumun, bir otoritenin yola getirmesini ona yol göstermesini ister.
Kanal konusuyla bunun ne ilgisi var derseniz, bu kanalı yapılmasını isteyen yine bu müteahhitleri, inşaatçıları, rant üzerinden geçinenleri koynunda besleyip büyüten bu millet.
Cenk Yaltırak Hoca : Halk ne istiyorsa siyasiler onu yapıyor. Bursa’da imar planıyla verimli ovayı yapılaşmaya kapattıkları halde sonradan halkın bakısıyla alınan kararlarla ova imara açılmıştır.
Buradaki arazi sahipleri rantı yiyip oturacakları, sadece ama sadece kendilerinin yaşayıp öleceği bir ülke istiyor.
Şair İsmet Özel bu talanın röntgenini çekmiş. Diyor ki:
Türkiye’deki zenginler vatan hainidir. Çünkü paralarını Türkiye’nin aleyhinde iş yaparak kazanmışlardır. Çünkü Türkiye, Cumhuriyet’in ilânından bugüne kadar dünya sisteminin dönen çarklarını zarara uğratmama [ya da dönen çarklarına çomak sokmamak. (admin)] kaydıyla yaşayabildi. Dolayısıyla bu çarkları çeviren insanlar varlıklı insanlar oldu.
Peki, zenginler vatan haini de, fakirler vatanperver mi? Hayır. Bunlar da vatan haini olamayan insanlardır. Onun için fakir kalmışlardır. İhanet edecek fırsat ellerine geçmemiştir. Aslında çalışmışlardır, çok çabalamışlardır ama bir türlü ihanete ulaşamamışlardır.
Bir de orta halliler var. Ne zengin, ne fakir. İşte bunlar ortada kalmışlardır. Acaba ihanet mi etsem, vatanperver mi olsam? Bu konuda bir türlü karar verememişlerdir.
Ve bütün bunların aslında bir yere bağlanıp izahı mümkün hale gelmesi estetiğin konusudur. Yani bu topraklarda yaşayan insanlar güzelin ne olduğu konusunda kültivasyon dediğimiz şeyi, yani kendini yetiştirme, kendini büyütme, kendini geliştirme dediğimiz şeyi zengin olanlar ihmal etmiş, fakir olanlar ona ulaşamamış. Orta halliler de haberdar oldukları halde sahip çıkmaya cesaret edememişlerdir. Bu sebeple mesela musikimiz şu anda ortadan kalkmış haldedir….
(Kaynak: İsmet Özel — BİR AKŞAM GEZİNTİSİ DEĞİL BİR İSTİKLÂL YÜRÜYÜŞÜ — I, s.350)
Düşünebiliyor musunuz ülkenin en verimli ovaları, son kalan su havzaları, ormanları yok ediliyor ve bunu herkes organize şekilde yapıyor. Üçbeş çevreci gösteri vs yapıyor o kadar.
Kanal hakkında bir sürü bilgi internette var. Bunun hakkında bilgim yoktu diyenler var, bu konuda ağzını bıçak açmayanlar, aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyenler bu toprakların üzerinde nasıl vicdanları rahat yaşayacaklar?
İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu Kanal istanbul’un ne büyük yanlış bir proje olduğunu anlatıyor:
-Dünya Su kıtlığı ile uğraşırken kanal yapımı ile hem Terkos Gölünü tehlikeye sokuyorsun hemde bıçakla keser gibi su toplama alanları tuzlu su yolu ile keseceksin. Bu olacak şey mi?
Sazlıdere barajı aynen Atatürk Havalimanı gibi yok sayılıp kapatılacak. Sadece Sazlıdere İstanbul’un su ihtiyacını 10 kısmını karşılıyor.
-Kanal inşaatı ile Sazlıdere barajı yok olacak. Yer altı su kaynakları da bu bölgede yok edilecek.
-DSİ kayaların çatlaklarından sızabilir ve Terkos gölüne tuzlu su karışması bu kadar büyük bir tatlı su kaynağının kaybedilmesinin maliyeti çok büyük olur.
-Kanal İstanbul’un 5,2 Km kısmı kireçtaşı, kanal kotu Terkos’tan düşük olduğu için sızıntı yapma ihtimali, geçirgen kireçtaşı zeminden dolayı muhtemeldir.
-İnşa edilecek kanal alanı saklı stratejik rezerv alanıdır. Bu yeraltı suları bize en zor koşullarda yardımcı olacak sulardır ki bu kanal Istranca dağlarından gelen, yer altı su kaynaklarının yolunu kesmektedir.
-Kanal İstanbul deprem riskini tetiklemektir. Onbinlerce riskli binanın olduğu bir İstanbul’da böylesi bir projeyi konuşmak ve tartışmak cinayettir.
-Küçükçekmece gölünden üç sığ fay hattı geçmektedir. Kanal boyunca yapılacak yapılaşma büyük risk taşıyor. Zemin yapısı heyelanlara çok müsait. Proje 1–2–3 derece deprem riski olan bir alanda bulunmaktadır.
11 Km mesafeden Kuzey Anadolu Fay hattı,
30 Km mesafeden Çınarcık Fay Hattı geçiyor. Yapılacak limanlar 6 metrelik tusunami tehdidi altındadır.
-Kanal İstanbul doğayı sonsuza kadar katletmek demektir. Sanki bölgede kanal çerçevesinde yapılaşmaya olmayacak gibi Çed raporunda buraya gelecek olan yapılardan hiç söz etmiyorlar.
-İstanbul’daki her arazi kullanımı kentin ekolojik yapısına önem vermelidir.
-23 Milyon metre kare yeşil olan yok olacak. Yok olacak alanlar şehrin yaşam destek sistemi olan su toplama alanları, yeşil alanlar, tarım alanlarıdır.
-Küçükçekmece alanındaki sulak alanı yok edecekler. Tabiatta bilinen en değerli göç yollarından biri Kanal’ın geçtiği alandır. Küçükçekmece lagünü deniz canlıların üreme alanı olup proje burayı yok edecektir.
-Kanal İstanbul demek İstanbul’un tarihini yok etmek demektir. Birkaç kazayı gerekçe gösterip boğazdaki tarihi dokuyu koruyacağız diyorlar. Boğaz trafiğinde son on yılda % 22 oranında azalmıştır. 17 milyon metre kare sit alanı yok edecek bir projedir.
-82 milyonun sırtına 110 milyar TL maliyet getirmektir.
-Büyükşehir Belediyesine bu kanal projesi için 35 Milyar Lira yükleyecekler. İski’nin mevcut yürüyen işleri işlevsiz hale gelecek. Kanal inşaatı igdaş hatlarını ortadan kaldıracak.
2020 İstanbul belediyesinin bütçesinden % 50 daha fazla bir maliyet getiriyor.
-Panama 13 bin Km gemilerin yolunu kısaltıyor. Süveyş Kanalı ortalama 6 bin km yolunu kısaltıyor. Kanal İstanbul yolunu uzatıyor. Gemiler İstanbul Boğazından bedava geçmek varken niye Kanaldan geçsin.
-Kanal İstanbul demek İstanbulluların iki kat daha fazla trafikte beklemesi demektir. Kanal İstanbul, İstanbul’un ulaşımına getireceği yük hiç hesaplanmış değildir. Bu kanalın etrafında oluşacak yerleşim yeri trafiğine getireceği yük ulaşıma ayrı olarak büyük bir hareketlilik getirecektir.
-İnşaatın başlamasıyla İstanbul trafiğinde oluşacak kaos belirsizdir. Metro bekleyen belirli yerler bu kanal inşaatı ile ne olacak belli olmayan bir duruma düşmüştür. Metro hatlarının hızla yapılaması gerekirken bu proje hepsine bir engel çıkarmaktadır.
-Devlet Hava Meydanlarının 2018 yılında Kanal İstanbul inşaatının yapılması durumunda inşaattın Havalimanı uçuşlarını etkileyecektir derken daha sonra DHM sonradan Kanal İstanbul’un uygun olduğunu söylüyorlar. Görüşlerini bir değiştirmenin gerekçesi nedir bu da anlaşılmış değildir.
-Kanal İstanbul demek 50 yıllık harfiyat demektir. Kanaldan çıkacak harfiyat 2 milyar metreküp iken İstanbul’un yıllık harfiyatı 40 milyon metreküp.
-1,2 milyon ilave İstanbul nüfusuna ilave olacak. İstanbul trafiği % 10 artacak. İstanbul şuan depremle ilgili problemlerini çözmeye çalışıyor. Bu kaynakla neden şehir planması, ulaşımın düzenlemesine yapılmasın.
-Kanal İstanbul 8 milyon nüfusu bir adaya hapsetmek demektir. Ülkenin deprem riski en yüksek yerine 8 milyon kişiyi bu bölgeye nasıl hapsedersiniz. Bir deprem olduğunda bu kadar kişiyi nasıl tahliye edeceksiniz.
-Kanal İstanbul Möntro dahil çevre ile ilgili uluslararası sözleşmelerle çelişir duruma düşüyoruz. Möntro sözleşmesi olumsuz bir sözleşme değildir. Möntro Sözleşmesi Karadenize kıyı olan devletleri barış içinde yaşamasına sebep olmuştur. Möntro sayesinde Karadeniz 90 yıldır bir barış denizi olmuştur. Kanal İstanbul açıldığında bu koruma kalkanı kalkması söz konusudur. Möntro feshedilse dahi Türkiye boğazlardan ticari geçişini yasaklayamaz. Bu kanaldan Türkiye büyük paralar kazanacak demek büyük bir hayaldir.
-Kanal İstanbul demek Karadeniz balıkçılığını yok etmek demektir. Kanalın getireceği önemli risktir bu. Sadece bizi değil Karadeniz’e kıyı olan tüm ülkeleri etkiyecek bir projedir. Marmara denizinin yüzeyinde 25 metreye kadar Karadeniz suyu vardır. Bu Karandeniz’deki suyun gelmesi ile Marmara denizindeki denge bozulacaktır. Küçükçekmece’deki dip çamuru kanalın suyu ile Marmara’ya taşınacak. Bununla ilgili Çed raporunda bir bilgi yok.
Karadeniz boğazlarla birlikte Marmara bir denge halindedir. Bu dengeyi bozacak bir projedir Kanal.
-Kanal İstanbul demek proje alanındaki mezarlar var. Bunları yerlerinden kaldırılması demektir. Bir çok mezarın taşınma zorunda kalma durumu gelmesi söz konusudur. Neden böyle bir şeye gerek duyalım.
-Sürdürülebilir bir ekonomi kurmak varken bizim önceliğimiz Kanal İstanbul olamaz. Temiz hava su ve alt yapı açısından çözülemez bir İstanbul ortaya çıkacak.
-Kentsel dönüşüme bakanlığının ayırdığı paranın yedi katı bu proje için istenen paradır.
-Bu proje nereden bakılırsa bakılsın israf projesidir. Ya İstanbul Ya Kanal
10 Ocak 2020 Tarihinde İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Tarafından Kanal İstanbul Çalıştayı Yapıldı. Bu Çalıştayın videosu aşağıdaki linklerde yer verdim.
İBB Kanal İstanbul Çalıştayı 10 Ocak 2020 Sabah Oturumu
İBB Kanal İstanbul Çalıştayı Öğleden Sonraki Oturum
18 Ocak 2020 tarihinde Haliç Kongre Merkezi
“Kanal İstanbul Projesi ve Ardındaki Gerçekler” isimli panelde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu, Hacettepe Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Saydam ve Emekli Büyükelçi Faruk Loğoğlu konuşacak. Panelin moderatörlüğünü ise İYİ Parti İstanbul Milletvekili Ahat Andican yaptı. Panele İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener de katıldı.
Kanal 1950 yılında Amerika tarafından yapılan 2010 yılında güncellenen bir yıkım projesi. 16 milyonluk şehre sunni bir kanal yaparak zaten kısıtlı olan kaynaklarını yok edecekler.
İnternette bir sürü bilgi var. Yok ben bu ülkede değil hatta bu dünya da yaşamak istemiyorum Marsa gideceğim diyorsan buyurun taraftar olun.
Yıllarını deniz bilimine adamış Cemal Saydam Hoca. Marmara ve Karadeniz bir başka kanalla birleşirse ne oluru bilimsel olarak açıklıyor ki 15 yıl bu denizlerde çalışmış bir bilim adamı.
Denizlerde uzun yol kaptanlığı, yıllarca boğazda Klavuz kaptanlık yapmış Saim Oğuzülgen İstanbul’un Boğazının özelliklerinden bahsediyor.
Kanal İstanbul’a ilgili toplağım yotube tartışma programları aşağıdaki listede yer alıyor.
Doğa Koruma Vakfının Türkiye şubesinin Kanal İstanbul ile ilgili yaptığı değerlendirme aşağıda yer alıyor.
“Ya Kanal Ya İstanbul: Kanal İstanbul Projesinin Ekolojik, Sosyal ve Ekonomik Değerlendirmesi” raporu aşağıdaki linkten ulaşılabilir. Bu rapor 124 sayfa olup
Katkıda bulunanlar
(alfabetik sıraya göre)
Prof. Dr. Fikret Adaman
Bengi Akbulut
Doç. Dr. Zeynel Aslangündoğdu
Ahmet Atalık
Sema Atay
Doç. Dr. Sevim Budak
Prof. Dr. Haluk Gerçek
Prof. Dr. Naci Görür
Mahir Gürbüz
Dr. Sedat Kalem
Dr. Nilüfer Oral
Doç. Dr. Hürriyet Öğdül
Yrd. Doç. Dr. Dolunay Özbek
Prof. Dr. Emin Özsoy
Prof. Dr. Cemal Saydam
Yrd. Doç. Dr. Adil Sözer
Prof. Dr. Doğanay Tolunay
Prof. Dr. Murat Türkeş
Prof. Dr. Ahmet C. Yalçıner
Doç. Dr. Cenk Yaltırak
Yrd. Doç. Dr. Ahsen Yüksek
Kanal İstanbul Projesi, yerleşim alanları, tarihi ve arkeolojik değerler, sosyo-ekonomi, kentsel gelişim gibi hukuksal ve siyasal düzenlemeler açısından pek çok kez gündeme geldi. Ancak Kanal İstanbul tüm bu etkilerin yanı sıra ormanlar, korunan bölgeler ve tarım alanları dâhil olmak üzere bölgenin doğal alanlarında çok ciddi bir tahribat yaratacaktır.
Geçtiğimiz hafta ÇED süreci kapsamında İnceleme Değerlendirme Komisyonu toplantısı yapılan Kanal İstanbul Projesi, yerleşim alanları, tarihi ve arkeolojik değerler, sosyo-ekonomi, kentsel gelişim gibi hukuksal ve siyasal düzenlemeler açısından pek çok kez gündeme geldi. Ancak Kanal İstanbul tüm bu etkilerin yanı sıra ormanlar, korunan bölgeler ve tarım alanları dâhil olmak üzere bölgenin doğal alanlarında çok ciddi bir tahribat yaratacaktır. WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) olarak ÇED raporunda bu etkilere karşı alınacak önlemlere yeterince değinilmediği görüşündeyiz.
Ülkemizin önde gelen akademisyenlerinin katkıları ile hazırlanan ve 2018 yılında güncellenen “Ya Kanal Ya İstanbul: Kanal İstanbul Projesinin Ekolojik, Sosyal ve Ekonomik Değerlendirmesi” başlıklı raporumuz güncelliğini korumaktadır. Raporun amacı, konuyla ilgilenen taraflara, öngörülmesi gereken riskler hakkında bilgi vermek ve kamuoyunda şeffaf bir tartışma zemini yaratmaktır. Bu kapsamda söz konusu raporumuzun gündeme getirdiği doğa koruma açısından en önemli noktaları kamuoyuna tekrar hatırlatmak istiyoruz.
Kanal İstanbul Projesi, yalnız devasa bir yatırım değil aynı zamanda yüzyıllara dayanan geçmişinde bugüne kadar İstanbul doğasının karşı karşıya kaldığı en büyük mühendislik operasyonu olacaktır.
Bu noktada öncelikle, Karadeniz, Boğazlar, Marmara ve Kuzey Ege gibi geniş bir coğrafyada çok boyutlu etkileri muhtemel böyle bir projenin “ne pahasına” hayata geçeceği sorusunu sormak gerekmektedir.
Kanal İstanbul Projesini doğru değerlendirebilmek için Türk Boğazlar sisteminin nasıl işlediğini bilmek ve İstanbul denizlerinin kendine has dinamiklerini doğru anlamak gerekir.
Küresel boyutlara sahip bu sistem hassas dengelerde çalışır. Bundan 12 bin yıl önce bir tatlı su gölü olan Karadeniz, zamanla suların yükselmesi sonucu taşarak Boğaz üzerinden Marmara’ya akmaya başlamıştır.
İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışı Marmara çıkışından 30 cm daha yüksektir ve her gün yaklaşık 600 milyon metreküp su üst akıntılarla Marmara’ya doğu akarken, ters yönde ilerleyen alt akıntılar bunu dengelemektedir.
Uzmanların dev bir havuza benzettiği Karadeniz’in tuzluluk oranı düşüktür. Tuna, Dinyeper ve Dinyester nehirleri bu havuzu tatlı suyla dolduran, İstanbul Boğazı ise boşaltan musluklardır.<
Akdeniz, yazın sıcağı ve kışın rüzgarları ile sürekli su kaybederken Karadeniz’in fazla suyu boğazlardan geçerek bu eksikliği tamamlar. Karadeniz’i besleyen kaynakların tatlı su olmasına karşın suyundaki tuzluluk, boğazların altından ilerleyen ters yöndeki akıntılardan kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumda İstanbul Boğazı’na paralel 25 metre derinliğinde yeni bir kanal açmak, havuza giren suyu arttırmadan ikinci bir musluk açmak anlamına gelecektir.
Uzmanlara göre, boyutları itibariyle Boğaz’da olduğu gibi Kanal içerisinde iki yönlü bir akıntı sistemi geliştirilemeyecek ve Karadeniz’in kirli suları Marmara’ya dolacaktır.
Marmara Denizi’nde bol besinli üst tabaka can çekişen alt tabakaya baskı yapacak ve oksijen hızla azalacaktır. Oksijen bitince, Kanal kapatılsa bile, bir daha geri dönüş olmayacaktır.
Oksijensizlik kimyasal dengeleri alt üst ederek, alt tabakadaki hidrojen sülfür yoğunluğunu hızla arttıracak ve sonuç olarak İstanbul lodos estiğinde dayanılmaz bir şekilde çürük yumurta kokusuna maruz kalacaktır.
Zamanla Karadeniz’in de ekolojik yapısı bozulacaktır. Tuna Nehri’nin Karadeniz’i kirlettiğinden şikâyetçi olan Türkiye kendi eliyle yaptığı ikinci bir boğaz ile bu kirliliği kendi evinin içerisine, yani Marmara’ya taşınmış olacaktır. Bu durum Marmara’nın ölü bir denize dönüşmesi ile sonuçlanabilecektir.
Ekteki raporda dile getirdiğimiz soru ve sorunların bilimsel düzeyde ve kamuoyunda geniş bir katılımla tartışılması ve yeniden değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz.
“Ya Kanal Ya İstanbul: Kanal İstanbul Projesinin Ekolojik, Sosyal ve Ekonomik Değerlendirmesi” raporuna buradan ulaşılabilir.