Kant Metafiziği

Esra Birand
Türkçe Yayın
Published in
10 min readFeb 15, 2021

“Bizler, gizlerle dolu bir evrende bir düşün düşünü görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Sezişlerimizin, kavramlarımızın, deneydışı ide’lerimizin içine gömülmüş; bir şeyler kuruyoruz. Ne var ki, bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir nesneyle asla bilemeyeceğimiz bir öznenin birbirlerine olan ilişki’sinden doğmuştur

Descartes’ın metafizik anlayışını işlerken, onun doğru bilgiye ulaşmaktaki metod tutkusuna değinerek konuya başlamıştım. Kant’ın ise sorunu metafiziğin bir bilim olup olamayacağı ile ilgiliydi. Kant’a göre metafizik ile bilim yapılamazdı. Çünkü biz dünyayı ancak bir filtrenin arkasından görebiliyorduk ve bu filtreyi kaldırıp gerçeği görme şansımız yoktu. Yani bir gerçek vardı ama bizim onu algılayabilecek araçlarımız yoktu.

Akıl yoluyla ulaşmaya çalıştığımız bir evren var ama bu akıl ne nesneyi bilebiliyor, ne de özneyi. Bizse sadece iki bilinmezin ortasındaki ilişkiye bakarak sonuçlara varmaya çalışıyoruz. Halbuki akıl özgür olmayı arar ve aşkın olma çabaları bu yüzdendir. Hatırlarsanız aşkın bilgi, deneyimlemeden ulaşabildiğimiz bilgiydi. Halbuki saf akıl deneyle bağını koparmadan fikir yürütemez, onda bu aşkın yetenek yoktur.

Fakat o Locke ya da Hume gibi de düşünmüyor, varlığı duyumladıklarımızla sınırlamıyordu. Yani ‘bir şeyin deneyini yapamıyorsak, o şey yoktur’ demiyor, tekçi bir evreni savunmuyor ve metafiziği reddetmiyor. Sadece akıl yoluyla ulaşabileceğimiz bilginin sınırlarını bize gösteriyor ve varolan ama bizim deneyini yapmadan fikir yürütemeyeceğimiz bir dünyadan, gizlerle dolu numenler dünyasından bahsediyor.

Kant açısından bakacak olursak eğer, ‘deneyini yapamadığımız bir varlık yoktur’ demek kendiliğinden dogmatik bir yargıdır. Bu yaklaşım, ‘Neden biz duyumsamıyoruz diye o şeyi hepten yok kabul edelim?’ sorusuna tatmin edici bir cevap veremez.

Öyleyse Kant deneyimi ve duyumu yeterli bulmuyordu ama akılcı bir idealist de sayılmazdı. O kendisini ‘deneyüstü idealist’ olarak tanımlıyordu. Çünkü bilgiyi elde etmek ne deneyimle, ne de saf akılla yapılabilirdi. Olsa olsa bunların her ikisinin birleşimi olan, deneyimi ve düşünceyi aşan, ‘deneyüstü bir fikir yürütme’, bize çözüm üretebilirdi.

Görsel; MabelAmber — Pixabay.com

“Eğer pembe çerçeveli gözlükler takıyorsanız, görsel deneyiminizin her yönü renklenecektir. Onları takıyor olduğunuzu unutabilirsiniz ama onlar hala gördüklerinizi etkilemeye devam eder.”

Felsefe ise saf akılla doğru bilgiye ulaşma hayaline kapılır. Hani yukarıda değindik ya, akıl özgür olmayı arzular. Kant’a göre sırf bu yüzden, umut olsun diye, boş bir kuruntunun peşine takılırız. Aristoteles’e dayanan usçu metafizik de; Descartes, Wolf ya da Leibniz metafizikleri de hep aynı beklentiyle, boş kuruntulara tutkuyla sarılmaktan türemişlerdir. Ama bu sadece aklın arzusudur. Oysa felsefe gerçek bilgiye ulaşmayı hedefler, bir arzuyu tatmin etmeyi değil.

O zaman önceki düşünürlerde yaptığımız gibi, Kant’ın da bilgiye olan yaklaşımına kısaca değinelim.

Her düşünce, bilme ile sonuçlanmak ister. Halbuki her zaman düşünmeye ‘sanmak’ ile başlarız. Bazen bu sanrılarımıza inanmayı seçeriz ve bazen sandığımız şeyi aynı zamanda biliriz de. Bilgi ise sanmak ya da inanmak değildir. Bir şey bize öyle olduğunu açık ve seçik biçimde gösterdiğinde, gerçekten onu bildiğimizi anlarız. Bu yüzden ‘nesnellik’, biliyor olmanın zorunluluğudur.

Peki biz bu nesnelliğe sadece deney yoluyla mı ulaşırız? Denemediğimiz bir bilginin aynı şartlar karşılandığında, hep aynı sonucu vereceğine dair bir çıkarım yapamaz mıyız? İsterseniz bu soruya Kant’ın felsefesinde geçen şu üç tür önerme ile cevap verelim;

Analitik Önerme; Bu önermeler isminden de anlaşılacağı gibi analiz yaparak ulaştığımız yargılardır. ‘Cisimler yer kaplar’ ya da ‘memeliler yavrusunu emzirir’ gibi… Bunlar kavramı incelediğinizde rahatlıkla ulaşabileceğiniz önsel çıkarımlardır (deneye ihtiyaç duymadan doğruluğunu bilirsiniz). Cümlenin öznesini tanıyorsanız, yüklem size kendiliğinden doğru gelecektir. Bu önermeler bize yeni bir bilgi vermezler, sadece var olan bilgimizi dile getirmiş olurlar.

Sentetik Önerme; Deneyimleyerek ulaştığınız yargılar ise sentetiktir. ‘Tüm kediler kuyrukludur’ yargısına ulaşmak için bütün kedilerin kuyruklarına bakmanız gerekir. Kuyruksuz bir kedi gördüğünüzde ise bu önermeyi çürütmüş olursunuz. Yani tanımı gereği size kendisini kanıtlamaz, örnekten yola çıkarak doğruluğuna bakmanız gerekir. Bize yeni bilgi veren, sentetik önermedir.

Görsel; geralt — Pixabay.com

Önsel Sentetik Önerme (Sentetik A Priori); Kant, bu önerme çeşidine matematiği incelediğinde ulaşmıştır.

Düşünün ki bir anne olarak üç yaşındaki çocuğunuza basitçe toplamayı öğretmek istiyorsunuz. Ona, ‘Şimdi odada iki kişiyiz, baba içeri girdiğinde ise üç kişi olacağız’ dediniz. Henüz içeriye kimse girmediği için bu yargının deneyini yapmadınız ama bahsettiğiniz toplama işlemi kendiliğinden deneye hazırlık yapmanızı sağladı. Baba içeriye girdiğinde odadaki herkesi tek tek göstererek saydınız. Bir, iki, üç… Ve böylelikle çocuğunuza iki artı birin üç ettiğini kanıtladınız.

Sentetik önerme deneyden sonra ulaşılan önerme iken, önsel sentetik önerme deneye hazırlık aşamasında düşünsel olarak kanıtlanan önermedir.

Diyelim ki endüstriyel bir ürün için birlikte çalışacak iki parça üretiyorsunuz. Önce bu iki parçayı zihninizde tasarlarsınız. Daha sonra bu tasarımı bilgisayarınızdaki bir programda gerçek ölçüleriyle bir araya getirip, onların birbirlerine uyumlu olup olmadıklarını görürsünüz. En sonunda kalıplarınızı hazırlar ve bu iki parçayı gerçekten üretirsiniz. Böylece bunların fiziksel olarak da çalışıp çalışmadıklarının deneyini yapmış olursunuz. İlk başta analiz yöntemiyle iki parçanın birlikte çalışması gerektiğine ulaştınız, onların uyumlu olmalarını sağlayacak önsel bir sentetik süreçten geçirdiniz ve ardından fiziksel olarak deneyini yaparak, bu iki parçanın birlikte çalışabileceği üzerine sentetik bir yargıya ulaştınız.

Burada önsel sentetik önermenin bize sağladığı fayda şu; Analitik önerme gibi sadece varolanı bize bildirmiyor, yeni bir bilgi verebiliyor. Üstelik bu bilgiye deneye başvurmadan ulaşabiliyorsunuz.

Yine de burada deneyle kanıtlanabilecek bir bilgiden bahsediyoruz. Deneyi yapılamayacak bir bilgi bizim yargısına ulaşabileceğimiz bir bilgi değildir. Çünkü böyle bir yargının doğruluğunu istesek de asla ölçümleyemez ve dolayısıyla hakkında yorum yapamayız.

Bu durumda bir yargıyı bizim için geçerli kılacak yegane test, onun zaman ve mekanın kurallarına uygun olup olmadığı ile ilgilidir. Çünkü bizim zihnimiz zaman ve mekansız düşünemez. Bir varlığı ancak bir mekanda ve bir zamana ait olarak algılayabiliriz. Birazdan zaman ve mekanı da tartışırken göreceğiz ki; Zaten zaman ve mekan kavramlarına uygunluk mantığın ilkelerinin de karşılanması için gereklidir. Yani bir yargının bizim bildiğimiz bir dünyada mantıklı olabilmesi için, zaman ve mekan biçimlerine uygun olduğunu sınamış olmamız gerekir.

Görsel; Peggy_Marco — Pixabay.com

Sentetik a priori, yani önsel sentetik yargılar, analizle bildiğimiz ya da deneyini yaptığımız yargıları birleştirebilmemizi sağlar. Zaman ve mekanın bilgisini deneye dayanmadan kullanabildiği için, tek tek yargılar arasındaki tutkal görevini görür. Çünkü bilebileceğimiz dünyanın yapısının bilgisi, sentetik a prioridedir. Yani önsel sentetik yargılarımızla bir bilgiyi, bilebileceğimiz gerçekliğin yapısına uygun kurgulayabiliriz.

Bilebileceğimiz gerçeklik de fenomenler dünyasıdır. Konuyu açıklamak için Matrix filminden faydalanacak olursak; İçinde yaşadığımız matrix, fenomenler dünyası, uyandırıldığınızda göreceğiniz dünya ise numenler dünyasıdır. Mesele şu ki, fenomenler dünyasında kullandığımız araçları numenler dünyasını anlamak için kullanamayız. Bu yüzden numenler dünyasını tasavvur etmemiz mümkün değildir. Birisi bizi matrix’den uyandırsa bile; Numenler dünyasını algılayabilmemiz için yepyeni duyumsama, yargılama ve bu yargıları birleştirme araçlarına ihtiyacımız vardır.

Saf akıl bizim için sadece fenomenler dünyasındaki yargıları birleştirme işini yapar. Yani analitik önerme ve sentetik önerme duyum yeteneğimizi kullandığımız yargı biçimleri iken, sentetik a priori (önsel sentetik önerme) saf aklın işlemden geçirdiği bir süreçtir. Zaman ve mekan filtrelerini — sadece bu iki önsel yeteneği — kullanabildiği için yalnızca fenomenler dünyasını anlamamızda işimizi görebilir.

Görsel; geralt — Pixabay.com

Eğer numenler dünyasını algılayabilecek olsaydık, muhtemelen zaman ve mekandan bağımsız ve başka önsel biçimlere ihtiyaç duyardık. Belki de hiç bir biçime ihtiyaç duymadan, nesneler dünyasını olduğu gibi duyumsar ve filtreden geçirmeden yargılara ulaşabilirdik. Bu yorum elbette sadece benim hayal gücüm, bilmiyorum siz bu konuda bana katılır mısınız…?

İşte Kant salt aklı tartışırken, Descartes ya da Platon veya Aristoteles tarzı akılcılığa bu yönde bir eleştiri getirir. Yani saf akıl bize bilgiyi çıkarsayamaz, sadece bağlantılar kurabilir. Bilgiye saf akıl ile ulaşılamaz. O, ancak deney yoluyla ulaşılmış bilgilerden bağlantılar kurararak birleşik önermeler üretir.

Bilimsel bilgiye ulaşmak için deneyden faydalanmamız ama bir yandan saf aklın önsel yeteneğini de kullanmamız gerekir. İşte akıl ve deneyin birlikte hareket ettiği bu işleme Kant, ‘deneyüstü işlem’ adını vermiş olur.

Burada ifade etmesi biraz karışık bir süreçten bahsettiğim için, ne demek istediğimi bir de aşağıdaki çizimle anlatmaya çalıştım;

Nesneler düzeninde zaman ve mekan yoktur. Duyarlık buradan aldığı duyumsamayı zaman ve mekanın 12 kalıbından, yani filtreden geçirir. Bunu sezgimizi kullanarak yaparız. Sezgi burada, önceki düşünürlerde işlediğimiz gibi, bize hali hazırda bildiğimiz ilksel bir bilgi vermez. Deneyimi filtreden geçirip, deneyüstü bir yargı elde eder. Yani sezginin yaptığı ‘aşkın işlem’ deneye gerek duyulmayan bir bilgiyi hatırlamak değil, deneyden yola çıkılarak elde edilen yargıya ulaşmaktır. Artık deneyden yola çıkılmış bir yargımız vardır ama bir yargı tek başına fenomenler dünyasını anlamlandırmamıza yetmez. Yargıları birleştirerek bize bilimsel bilgiyi oluşturan saf akıldır. İşte duyum, sezgi ve aklı kullanarak bilgi elde etme işlemimiz, deneyüstü işlemdir. Bize, nesnel olan bilimsel bilgiyi veren, işte bu işlemdir.

Matematik ve Geometri — Zaman ve Mekan

Kant bilginin iki kaynağı olduğunu düşünmüştü. Bunlar duyular ve akıldı. Yukarıdaki çizimde de gördüğünüz gibi nesneler dünyasından duyumsamayı alıp onu sezgi yoluyla aşkın işlemden, yani zaman ve mekan filtrelerinden geçirerek bir yargıya ulaşan, duyumsama yeteneğimizdi. Bu yargıları birleştirerek bize bilgiyi sunan, yani nesnel bir bilimsel bilgiye varabilen ise akıldı.

Peki neden Kant zaman ve mekanı, duyumsamanın önsel özellikleri ve aşkın birer yetenek olarak görüyordu? Neden zaman ve mekan insan bilincine aitti ve sezgiseldi? Çünkü nesneler düzeninde olmayan bu iki özelliğin insan bilincinde bulunuyor olduğunu fark etmişti. Henüz uzaklık algısı gelişmemiş çocuklar dahi hoşlandıkları şeylere yaklaşıp, hoşlanmadıklarından uzak duruyorlardı. Biz etrafımızı eşzamanlılığa ya da art ardalığa göre algılıyorduk. Öyle ki; Kişi zaman ve mekanda olan hiç bir şeyi hesaba katmasa -onları görmezden gelse bile- bizzat zaman ve mekanı yok saymayı başaramıyordu. Öyleyse nesneler düzeninde olmayan bu iki özellik, duyumsamanın ve insan bilincinin ayrılmaz birer parçasıydılar.

Görsel; Pexels — Pixabay.com

Mekan

Bulunduğunuz mekana şöyle bir bakın, ne görüyorsunuz? Belki bir kaç sandalye, koltuk, masa; ya da belki bir ağaç, su birikintisi ve bir bank. Hangi mekanda bulunuyor olursanız olun, eğer elinizde burada gördüğünüz manzarayı kat be kat büyütecek bir mercek olsaydı, karşınızda gördüğünüz sadece bir atomlar yığını olacaktı. O haliyle ne masayı sandalyeden, ne de bankı su birikintisinden ayırabiliyor olacaktınız. Ya da tersine kat be kat bu sahneyi küçülttüğünüzde yine sizin için ortada ayrımını yapabileceğiniz ne bir sandalye, ne de bir ağaç kalacaktı. Nesneler düzeninin kendi içinde bir başlangıç ya da bir bitişi yok. Sandalye ve koltuğu birbirinden ayıran bizim algılama şeklimiz. Bir bebek dünyaya ilk geldiğinde onun gözlerinin önünde birbirine yapışık alacalı bulacalı görüntüler vardır. Deneyimler yaşayıp yargılara vardıkça ve bu yargıları birleştirip değişmez bilgilere ulaştıkça, nesneler tek tek onun için bir anlam kazanmaya başlar.

Söylentilere göre Amerika kıtasında yaşayan yerliler hayatlarında ilk defa Avrupalılar’ı gördüklerinde, onları bir çeşit at gövdeli adamlar sanmışlardı. Çünkü daha önce hiç ata binen adam görmemişlerdi ve onların algılamasında henüz at ve adam birlikte hareket eden iki ayrı varlık değillerdi. Daha sonra Avrupalılar’ı atlarından inip sonra onlara tekrar binerken gördüklerinde, karşılarındakinin bütün bir varlık olmadığını kavrama şansları olmuştu.

Daha önce de vurguladığım gibi; Bizler gerçekliğin değil, algıladığımız gerçekliğin — fenomenler dünyasının — bilgisine sahibiz. Dolayısıyla bizim algıladığımız mekan, onun kendisi değil sadece bizim algıladığımız bir versiyonudur. Bizim mekan sandığımız şey, mekanın bölümleridir.

Biz onun biçimsel parçalarını, yani ancak duyumuzun bize mekan filtresinden geçirdiği halini görebiliyoruz. Bu ise onun biçimleri vasıtasıyla ve saf aklımızın kurduğu ilişkilerle çıkarsadığımız bir kopyadır yalnızca. Objeleri mercekle büyütüp küçülttüğümüzde ise sadece aynı biçim kuralları içerisinde yeni yargılara ulaşabiliyoruz. Fakat hala nesneleri kendi gerçekliğinde algılama şansına sahip olamıyoruz.

Görsel; anncapictures — Pixabay.com

Zaman

Kant’a göre zaman mekandan daha önemlidir. Bir nesnenin mekanın bölümlerinde konumlandırılmasının ötesinde, şimdilikte algılanıyor olması gerekir. Şimdilik ise aslında anların toplamı olarak tanımlanır. Anlar art arda gelerek zamanı oluşturduğu gibi, bizim için çok temel olan sayıyı ve matematiği verirler. Matematik kendisini zamanın art ardalığı üzerinden tanımlar. Anların şimdiki gibi üst üste gelmediği bir evrende, yani zamansız bir evrende, bugün işlediğimiz türde bir matematik olmayacaktır.

Zaman bize mantığın öncelikle özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerini mümkün kılar. Bizim anladığımız türde bir art ardalık sayesinde bir şeyin aynı anda hem A olup, hem A olmamasının mümkün olmayacağını biliriz. Ya da bir nesne başka bir şeye benzeyebilir ama tam olarak o değildir. Ya da bir önermenin aynı anda hem doğru, hem yanlış olmayacağını biliriz. Bahsi geçen andaki gerçeklikte o ya vardır, ya da yoktur. Kısacası zamanın art arda işlemediği bir evrende, bildiğimiz anlamdaki mantık hepten ters düz olacaktır. Zaman formunu ortadan kaldırdığımızda, herşeyin herşey olabildiği bir mantığa uyabilmemiz gerekir. Ve bugünki algılamamızla bu pek mümkün olamamaktadır.

Görsel; Trandoshan — Pixabay.com

Biz şeyleri mekan ve zaman biçimleri vasıtasıyla algılarız ama zaman ve mekanın kendisini algılayamayız. Çünkü onlar birer algılama biçimleridir, bizzat algılanacak şeyler değillerdir. Bu yönüyle de Kant, Newton ve Descartes’dan ayrılır. Zaman ve mekan birer gerçek değil, sadece birer filtredirler. Dolayısıyla Descartes’ın belirttiği gibi nesnelerin öz nitelikleri de değillerdir. Yani sadece aklın kullandığı birer araç, birer kurgudurlar ve nesnelere ait değillerdir. Dolayısıyla tekrar belirtmekte fayda var, zaman ve mekan direk duyumsamanın değil, duyumsamayla hareket eden sezginin kullandığı biçimlerdir. Ama ilginçtir ki hem duyularla ilgilidir, hem de zihnimizin önsel- yani deneyden bağımsız- bir özelliğidir. Kant felsefesinde bu özelliğe sahip araçlarımız yalnızca bu ikisidir. Bu yüzden de sentetik a priori yargılarımız, bu ikisinin biçimine sahip olmak zorundadır.

İki sentetik a priori bilim olan matematik ve geometri de zaman ve mekan biçimlerine uymak zorundadırlar. Tahmin edersiniz ki zamanın bilimi matematik, mekanın bilimi ise geometridir. Zaman ve mekan nesnelere bağlı olmayabilir ve deneyimlenemezler ama tüm nesnelerde ortak bir objektiflikleri vardır. Her zaman aynı durumlarda, aynı bilgileri verdikleri için nesneldirler ve bu yüzden onlarla bilim yapılabilir. Tabi bu bilim fenomenler dünyası ile sınırlı olacaktır.

Öte yandan onlar bizim sezgimizin subjektif şartlarıdırlar. Bu yüzden de bu biçimler, bizim hiç deneyimlemediğimiz şeyleri dahi deneyimlemişiz gibi tasavvur edebilmemizi sağlarlar.

Görsel; geralt — Pixabay.com

İç Duyarlık ve Dış duyarlık

Yukarıda bahsettiğimiz gibi; Zaman ve mekan algılarımız deneyden çıkmaz ama onlarsız da deney yapılamaz. Dolayısıyla her yargımız ya zamanla, ya da mekanla ilgili olacaktır. İç dünyamızdan gelen duygular zamanla, dış dünyamızdan gelen duyumsamalarsa mekanla ilgilidir.

Dış dünyadan gelen duyumsamalarımızın mekanla ilgili olması gayet açıklanabilir bir durum.

Diğer taraftan iç duygularımıza bakacak olursak, algılanan herşey ardardalık ya da eşzamanlılık şeklinde anlaşılır. Dolayısıyla Kant, bu içsel süreçlerimizde devamlı rol oynayan saf biçimin işlevini, içsel duyumsamalarımızla açıklamıştır.

Yukarıda saf aklın sentetik a priori önermeleri, yargıları birleştirmek ve bilimsel bilgiyi oluşturmak için bir tutkal gibi kullandığından bahsetmiştik. Kant aklın çimentoyu, sezginin taşları ve zamanın zihinsel binaların iskeletini oluşturduğundan bahseder. Zihnin zaman ve mekan biçimlerini kullanarak oluşturduğu dünya bizim fenomenler dünyamızdır. Dolayısıyla bildiğimiz evreni yapan akıldır. Bu tanıdığımız evreni ve ona ait olan tüm kavramları inşa eden bizim aklımızdır.

--

--