Eleştiri Eleştirisi: Tek Konulu Kampanyalar ve Yeni Refahçılık
Hayvan hareketinin hedefinin ne olması gerektiği ve bu hedefe ulaşmak için nasıl bir yol izlemenin etik ve etkili olacağı önemli bir tartışma ve bu tartışmada bugüne dek pek çok söz söylenmiş ve deneyim birikmiş durumda. Hayvanlara yönelik muamelede bazı düzenlemelere gidilmesi ve bazı hayvan kullanımlarına (ya da sadece bazı hayvanlara) odaklanılması gerektiğini savunan geleneksel hareketlere karşı, 2010lardan itibaren veganlık odaklı yeni bir hareket yükseliyor.
Türkiye vegan hareketin en canlı olduğu coğrafyalardan biri. Bu sebeple, hayvan hareketinin amaçları ve stratejileri üzerine Türkçe olarak yazılmış ya da Türkçeye çevrilmiş çok sayıda kaynak var. Bu kaynaklarda refah reformlarının ve tek konulu kampanyaların problemli tarafları incelenmekte, vegan hareketin amaç ve yöntemleri ortaya konuyor.
Öte yandan, zaman zaman aktivizmin odağının refah reformları olması gerektiğini savunan yazılar da yayınlanıyor. Yakın zamanda bu tarz bir yazı milyarlarcahayvan.com adresinde yayınlandı. Yazı, Türkiye’deki hayvan hareketine bir eleştiri niteliği taşıdığını ima edecek şekilde başlıklandırılmış. Eleştiri yapma niyetiyle yazılmış olmakla birlikte, yazının kendisi bir çok yönden eleştiri gerektiriyor.
Yazı, toplumun büyük bir kısmının endüstriyel hayvancılıkta hayvanların çektiği eziyetin azaltılmasını desteklediği ve makul bulduğu varsayımı ile açılıyor. Toplum içerisinde bir çoğunluğun bir fikri destekliyor olmasının o fikrin doğruluğu hakkında bir yargıda bulunmamıza yardımcı olabileceği şeklindeki düşünme biçimi, mantıksal bir safsata olarak ele alınabilir. Safsatayı görmezden gelip bu varsayımı doğru kabul ederek yola çıkarsak, ilk elde edeceğimiz veri, toplumun önemli bir kısmının hayvanları salt nesneler olarak görmediği, hayvanların acı çekebilirliğinin farkında olduğu olur. Yani, toplum aslında hayvan kullanmayı tamamen bırakmak için gereken ahlaki zemine zaten sahiptir. Ne var ki, 200 yılı aşkın zamandır hayvan refahı kuruluşları, pek çok insanın sağduyusal bir biçimde farkında olduğu hayvan hissedebilirliğinin ahlaki karşılığının hayvanları kullanmaya devam etmek, ancak bunu yaparken onları maruz bıraktığımız acıyı azaltmak olduğu fikrini savundu ve bu görüş hâkim paradigma haline geldi. Aynı zaman diliminin her yıl on milyarca hayvanın “üretildiği” ve öldürüldüğü, hayvan kullanımının zirve yaptığı zaman dilimi olduğu düşünüldüğünde, büyük bir başarı öyküsünden söz etmek güç.
Hem Türkiye’de hem de dünyada pek çok hayvan hakları savunucusunun endüstriyel hayvancılıkta eziyetin azaltılması için mücadele ettiği iddiasında bulunan yazıda — ki hayvan etiği literatüründeki temel ayrımlardan biri hayvan hakları/hayvan refahı ayrımıdır; hayvan refahı hayvanların üretim ve kullanılma aşamalarında çektiği acıları azaltmayı temel alırken, hayvan hakları kavramı, hayvan kullanımının tümden ortadan kaldırılması için verilen mücadeleye işaret eder — “[B]azı hayvan hakları savunucuları bu reformlara (mesela yumurta üretiminde kafes sistemi yerine kafessiz sisteme geçişe) karşı çıkıyor.” deniyor. Şunu söylemek gerekir ki, hayvan hakları savunucularının karşı çıktığı, yumurta üretiminde kafes sistemi yerine kafessiz sisteme geçiş değil, hayvan hareketinin kafessiz sisteme geçişi savunuyor olmasıdır. Yani, hayvan hakları savunucuları, “yumurtacılık sektörü kafes sistemine devam etmelidir” görüşünü savunuyor değil. Hayvan hareketinin kaynaklarını hayvan kullanımını düzenlemeye değil, ortadan kaldırmaya yönelik kullanması gerektiğini, insanlara hayvan kullanımlarının bazı biçimlerinin ahlaken iyi olduğu ya da daha iyi olduğu gibi yanıltıcı mesajlar vermemeleri gerektiğini, hayvan hareketinin kafessiz yumurta çiftliği gibi belli hayvan sömürüsü biçimlerinin halkla ilişkiler ve reklam çalışmasını yapmaması gerektiğini savunuyorlar.
Bunun çok bariz olduğunu düşünebilirsiniz ancak yazarın ileride verdiği örnekler ve benzetmelerin bu bariz gerçeği belirsiz hale getirmek üzerine kurulduğunu göreceksiniz. Yazının devamında konu odaktan saptırılarak, konuyla pek alakası olmayan, ama insanların dikkatini çekeceği kesin olan bir örnekle devam ediliyor:
“Sizin veya sevdiğiniz bir yakınınızın ölümcül bir hastalığa yakalandığını düşünün. Doktor bu hastalığın tedavisinin henüz mümkün olmadığını ancak bir ilaç sayesinde hastalığın yarattığı engelliliği ve acıyı kayda değer ölçüde ortadan kaldırıldığını söylüyor. Normal olarak hastalıktan dolayı üzülüyorsunuz ve daha sonra doktorunuza bu ilacı nasıl kullanacağınızı soruyorsunuz. Bu sırada sizinle birlikte gelen bir arkadaşınız bu ilacı kullanmamanız gerektiğini söylüyor. Şaşırıyorsunuz çünkü ilaç neticede sizin veya sevdiğiniz yakınınızın acısını kayda değer ölçüde azaltacak idi.”
İnsan ve hastalık örneği hayvan hakları savunucularının görüşlerinin bir ahlaki çelişki yarattığı izlenimini ortaya çıkarıyor. Fakat bu örneğin neden doğru bir örnek olmadığını dikkatli incelersek kolayca anlayabiliriz. Öncelikle hayvanları düşürdüğümüz durumu bir toplumsal hastalık olarak düşüneceksek tedavi çok basit: Hakkımız olmayandan elimizi çekmek, vegan olmak. Yöntem basitken, üstelik bu basit yöntem toplumda hızla uygulamaya geçiyorken, sanki hayvan hakları konusunda elimizden bir şey gelmiyormuş havası veriliyor. Mevcut durumda tek çözümün hayvanların şartlarını iyileştirmek olduğu sonucu çıkarılmaya çalışılıyor. Hayır, hayvanlar ile ilgili durum kesinlikle verilen örnekteki ile benzer bir durum değil. Bir kişi ölümcül hastaysa acılarını azaltmak için ilaç alabilir. Ama kesin tedavi mümkünse, neden tedavi olmasın? Yanlış bir örnek üzerinden kıyaslama yapıldığı çok açık.
Şimdi bazı hayvan hakları savunucularının (abolisyonistler kastedilerek yapıldığı yazının sonunda anlaşılıyor) itirazları diye sunulan itirazları inceleyelim.
- « Hiçbir şey değişmiyor, eziyet devam ediyor »
Hayvan refahı savunucuları, refah reformları sonucunda hayvanlar tam olarak kurtulmasa bile, en azından acılarını azaltmak için bazı önlemler almanın iyi olacağını söyleyerek kendi faaliyetlerini savunurlar. Eğer mezbahaları kapatamıyorsak, en azından daha iyi mezbahalar inşa edelim, eğer yumurtayı ortadan kaldıramıyorsak en azından kafesleri genişletelim gibi. Abolisyonist yaklaşım ise, 200 yılı aşkın zamandır hayvan hareketine hâkim olmuş bu anlayışın hayvanlar açısından anlamlı herhangi bir değişiklik yaratmadığını ve yaratmayacağını öne sürer ve bunun sebeplerine dair analizler ortaya koyar.
Hayvan Haklarına Giriş isimli kitabında Gary L. Francione’un temel argümanı şudur: Hayvanların mülk statüsü devam ettikçe, mülkün çıkarı olamayacağından mülkün sahibinin çıkarları her zaman öncelikli olacaktır. Bu sebeple mülk statüsünde kalan hayvanların çıkarlarının, insan çıkarlarından vazgeçecek kadar önemsenmesi gibi bir durum mümkün olmayacaktır. Şartları istediğimiz kadar değiştirdiğimizi/iyileştirdiğimizi iddia edelim, mülk statüsü her zaman bunun tatmin edici ve kalıcı bir biçimde gerçekleşmesinin önünde bir engel olacaktır. Jeremy Bentham’ın da, daha sonrasındaki hayvan refahı hareketinin de hatası bu temel gerçeği görememiş olmalarıdır.
Kim daha az acının daha çok acıdan kötü olduğunu, yapılmaması gerektiğini iddia ediyor ya da edebilir ki? Burada yapılan itiraz, hayvanların mülk statüsünün asıl problem olduğunu görmezden gelip sanki mesele hayvanların çok ya da az acı çekmesiymiş gibi hayvan kullanımını düzenlemeye odaklanan bir yaklaşımın savunuluyor olmasınadır. Tüm enerjimizi veganlık odaklı aktivizm için kullanmadığımız müddetçe hayvanların mülk statüsü — yani bu acıların temelinde yatan sorun — değişmeyecek, dahası, hayvanlar toplumun gözünde insan malı ve kaynağı olarak kaldığı müddetçe, mülk sahibinin çıkarları her daim ağır basacağından anlamlı ve etkili reformların gerçekten yapılabilmesi mümkün olmayacaktır.
Aslında bu eleştirilerin kısmen doğru olduğunu söylüyor yazar. Refah kampanyaları kapsamı dışında eziyetin devam ettiğini söylüyor. Peki refah kampanyaları kapsamında eziyet en azından anlamlı bir şekilde azalıyor mu? Mesela yumurta sektöründe, kafessiz sistemde erkek civcivler öldürülmüyor mu? Tavuklar 15–20 defa mı yumurtluyorlar yılda? Yoksa çok daha fazla mı? Maalesef bu kampanyalar hayvanların mülk statüsünü ortadan kaldırmadıkları gibi, kendi hedefledikleri eziyetleri ortadan kaldırmakta da başarısızdırlar. Yazıda da sözü edilen Kaliforniya eyaletinde yapılan yasal düzenlemelerin ardından ortaya çıkan ve basında skandal olarak yer verilen korkunç görüntüler bu reformların üreticiler tarafından “yeterince uygulanmıyor” olmasından değil, en baştan sorunun kaynağını es geçen hatalı mantık üzerine inşa ediliyor olmasından kaynaklanır.
Yazının devamında kendimizi hayvanların yerine koymamız isteniyor ve refah kampanyalarına karşı çıkanlar hayvanların iyiliğini düşünmüyor, onların dar kafeslerde işkence çekmesini istiyorlarmış gibi, eleştirilen söylemle ilgisi olmayan, insanlarda üzüntü uyandırarak bu ilişkisizliğin üstünü örten bir anlatı kuruluyor.
Şunu tekrar hatırlatmakta fayda var: Hayvan hareketi hayvanların nasıl sömürüleceğine dair söylemler üretip, bir sömürüyü diğerine yeğ tuttuğu müddetçe, asıl konuyu yani hayvanların acı çekmemeleri, sömürülmemeleri, öldürülmemeleri için çabalamayı ertelemekte. Oysa yapmamız gereken hayvanların doğuştan gelen temel hakları olduğunu ısrarla söylemek ve paradigma değişimini hedeflemek. Bu, hayvanlar için yapabileceğimiz en doğru şey. Hayvan hareketi hayvancılık sektörünün şu yöntem yerine bu yöntemi kullanarak hayvan sömürüsünü sürdürmesi için kampanya yapmak yerine, topluma veganlık mesajını yaymak, böylelikle hayvanların mülk statüsüne dair toplumsal paradigmayı dönüştürmek için çalıştığında, etik açıdan doğru davranmış olmakla kalmaz, hayvanların çektiği acıları ortadan kaldırmak adına da etkili bir aktivizm koymuş olur. Toplumda hayvanlarla ilgili duyarlılığın arttığını gören hayvancılık sektörü, bir halkla ilişkiler çalışması olarak hayvan refahı reformlarını mecburen devreye sokar, böylelikle hayvanların gerçek anlamda umursanmaya başladığı bir toplumda kendisine yer bulmaya çalışır. Burada asıl sorulması gereken soru, hayvan hareketinin bu halkla ilişkiler çalışmasının gönüllü bir parçası olmasının gerek etik gerekse işlevsel anlamda kabul edilir olup olmadığıdır.
Hayvan refahı hareketi, hayvan kullanımının kendisini bir problem olarak görmez ve hayvanların çektiği acıları azaltmaya odaklanır, ancak hayvanların çektiği acıların kaynağında hayvanların mülk statüsünün yatıyor olduğunu görmezden gelir. Hayvanların mülk statüsünü değiştirmediğimiz müddetçe, mülk sahiplerinin çıkarları her daim baskın çıkacağından, yazı hayvan hareketini tutarsız ve sonuçsuz bir yola çağırmaktadır.
2. « Mutlu sömürü algısı işleri daha kötü hale getiriyor »
Yazar daha sonra yeniden doktor örneğine dönerek, toplumda sebep olabileceği bazı durumlar sebebiyle hayvan refahı reformlarına karşı çıkmanın, yan etkiler olabileceği gerekçesiyle acıları azaltabilecek bir ilacı kullanmaya karşı çıkmaya benzediğini iddia ediyor.
Bir önceki kısımda, hayvan refahı hareketinin, hayvanların çektiği acıların temelinde yatan mülk statüsü hakkında hiçbir çare üretmediğini, asıl sebebi görmezden geldiğini, bunun yerine bu mülk statüsünden kaynaklanan bir semptom olan kötü muamelelere ve çekilen acıya odaklanarak bu semptomları zayıflatmaya çalıştığını ancak bunda da başarısız olduğunu görmüştük. Yazarın kendisi de ilacın çare olmadığını, ağrı kesici olduğunu söylüyordu. Elimizde bir ilaç var, ilaç tedavi edici değil, semptomları tedavi etmekte iyi değil, üstelik bir de bazı yan etkileri mi var? Peki ya bu yan etkiler, hastalığı daha da ağırlaştırıyorsa?
Durum gerçekten de böyledir. Hayvan refahı hareketi, bir yandan belli kullanım tarzlarına yapıyor olduğu vurgularla, bir yandan da kafessiz yumurta gibi belli hayvan kullanımı biçimlerini teşvik etmesi ve gönüllü halkla ilişkiler elçileri edasıyla topluma tanıtmasıyla sorunu büyüten bir rol oynar. Hayvanların ahlaken sorumlu olduğumuz varlıklar olduğu bilgisi ile onların mal ve kaynak olmadıkları sezgisel sonucu arasına ara konumlar yerleştirerek toplumsal bir kafa karışıklığı yaratırlar. Hayvanlar için harekete geçmek isteyen insanları, kafessiz yumurta gibi yeni hayvansal ürünlerin topluma tanıtımı için gönüllü çalışanlar haline, hayvan sömürüsü ürünlerinin tüketicisi haline getirirler. Hastalığı iyileştirmezler, derinleştirir ve ilerlemesine sebep olurlar.
Yazının devamında hayvan hakları tartışmalarında veri eksikliğinden söz ediliyor, ama savunulan refah reformlarının iki yüz yılın sonunda hayvan kullanımlarını nereden nereye getirdiğine dair bir veri de sunulmamış. ABD’nin Kaliforniya eyaleti ve Avrupa Birliğinde kafessiz sistem tarzı uygulamalar sonucu tüketimin azaldığı iddia edilmiş ama kaynak verilmemiş. İnternet üzerinde ulaşılabilen açık veriler incelendiğinde ABD’de yumurta üretiminin 2015 yılı dışında her yıl arttığı görülmekte. 2015 yılındaki azalmanın sebebi ise hayvan refahı düzenlemeleri değil, o yıl ABD’de kuş gribi salgını kaynaklı bir tedarik sıkıntısı yaşanmış olması. Sonrasında ise dikkat çekici bir artış görülüyor.
AB için durum daha durağan ama bir düşüş olduğuna dair bir veri söz konusu değil:
Veriler bu şekildeyken hangi azalmadan bahsediliyor? Ekonomide bir ürünün maliyetinin artması her zaman tüketimi düşürmez. Burada da görüldüğü üzere durumda bir değişiklik olmamış, hatta ABD’de daha çok tüketim olmuş. Bunda insanlara biraz daha para harcayıp hayvan refahı logolu ürünleri tüketmelerini teşvik eden hayvan refahı derneklerinin payı olmadığını söylemek çok zor.
Bu tarz eylemlerin hayvan haklarına ilgiyi artıracağına dair önerme ise dayanağı olmayan bir önerme çünkü yine belirtmek gerekirse iki yüz yıldır farklı farklı şekillerde karşımıza çıkan bu kampanyaların hayvan hakları ile ilgili duyarlılığa ne kadar katkısı olduğu aşikârdır. İnsanlar son iki yüz yılda hayvan kullanımını bırakın azaltmayı, katbekat artırmışlardır. Aksine insanlara veganlık anlattığımızda hayvan hakları ile ilgili duyarlılıkları artıyor, daha önce hiç düşünmedikleri bir şeyle karşılaşıyorlar ve ilgilerini çekiyor. Bunu 2010 sonrası internet ile yayılan veganlık odaklı aktivizmin gerçekleştirmediğini iddia edebilir misiniz?
Diğer taraftan soralım: PETA gibi örgütlerin ya da Peter Singer gibi hatalı ve birçok bakımdan sıkıntılı bir şekilde “hayvan haklarının babası” sıfatıyla lanse edilen bir kişinin insanlara Whole Foods marketlerinde yer alan “mutlu et”, “mutlu süt” ürünlerini satın almalarını önermesinin, Temple Grandin gibi mezbaha tasarımcılarına övgüler düzerek ödüller vermesinin “insanların hayvanların mülk statülerini sorgulamalarına sebep olacağını” nasıl söyleyebiliriz? Bütün bunlar aksine hayvanların mülk statülerini pekiştirmeye ve toplumda git gide meşruluğunu yitiren bir sömürüye güler yüzlü bir halkla ilişkiler cephesi oluşturmaya yaramıyor mu?
Devamında yine temel hakları olan köle olmama hakkına sahip (dünyanın büyük çoğunluğunda insanlara kendileri ve çocuklarıyla birlikte köle olarak alınıp satılmamaya dair yasal ve ahlâki haklar tanınmıştır) insanlarla bu hakka sahip olmayan insan dışı hayvanlar kıyaslanmakta. Bu alışık olduğumuz bir argüman, bu konuda Francione 2010 yılında bir yazı yazmış ve 2014 yılında bu yazı Türkçe olarak yayınlanmış. Özetle, hak kavramı kapsamında talep edilenler farklı olduğundan, hayvanlar bağlamında tek konulu kampanyaları insan hakları talepleriyle karşılaştırmak hatalı bir kıyas olur. İnsanların sömürülmesi ile hayvanların bulunduğu mülk statüsünü karşılaştıramayız.
Devamında çok absürt bir örnek geliyor: Madem kafessiz yumurta kampanyalarına karşı çıkılıyor, o halde hayvanlar kafeslere kapatılsın denilen bir kampanyaya da imza verilmeli denmiş. Böylelikle refahçı eylemleri desteklemeyenler hayvanların daha fazla acı çekmesini istiyormuş gibi yansıtılmış. Bu aslında karşıdaki kişinin söylemediği şeyleri onun söylemiymiş gibi sunup bunun üzerinden karşı argüman sunma şeklinde tanımlanabilecek saman adam safsatası için örnek teşkil edebilecek bir anlatım. Şöyle bir örnekle açıklamaya çalışalım: Eskiden okullarda öğretmenlerin öğrencilere disipline etmek amacıyla fiziksel şiddet uygulaması normal kabul edilirdi. Farz edelim ki, böyle bir ortamda başlatılan bir imza kampanyası, öğretmenler artık öğrencilere cetvelle vurmasın, sadece disipline etmek için kulaklarını çekmeleri yasal olsun diye bir talepte bulunuyor. Biz de haklı olarak, “hayır, çocuklara yönelik hiçbir şiddet kabul edilemez, çocuklara okul kurallarını anlatmanın çok daha iyi yolları var” diyoruz. Bunu söylemek ile, öğrencilere cetvelle vurma uygulaması okullara geri gelsin kampanyası başlatmak birbirine eşdeğer iki pozisyon mudur? Ya da, öğrencilere cetvelle vurma uygulaması okullara geri gelsin kampanyasına imza vermeyeceğimize göre, “çocukların kulağı çekilsin” kampanyasına destek vermediğimizde mantıksal bir çelişki içinde mi oluruz? Pek tabii ki hayır.
Bu bölümde yer alan son paragrafta ise sanki karşı tarafın argümanları gerçekten çürütülmüş gibi “gördüğünüz üzere bu kampanyaların faydadan başka bir şeyi yok, neden karşı çıkılıyor” denilerek ütopik buldukları çözüm önerisi senaryosuna geçilmiş.
3. « Hayvan refahı reformları yerine topyekûn hayvan tüketimine son verilmesini savunmak daha iyi »
“Doktor benzetmemize geri dönelim ve refakatçinizin size doktor tarafından önerilen ilacı kullanmanıza karşı çıktığını ve çok daha iyi bir ilacın olduğunu söylediğini düşünelim. Hemen soruyorsunuz tabi: nedir bu ilaç? Arkadaşınız ise bu ilacın henüz geliştirilmediğini ancak dünyadaki bütün ülkelerin kaynaklarını ortak bir bilim fonuna aktarmaları halinde bilim insanlarının bu hastalığı tedavi edebilecek yeni bir ilaç geliştirebileceklerini söylesin. Hayvan refahı reformlarına karşı öne sürülen üçüncü eleştiri bu tip bir cevaba benzemektedir: “eğer herkes vegan olursa hayvanlar özgürleşir, herkesin vegan olmasını talep edelim”.
Yanlış bir örnekten yola çıkılarak hatalı sonuçlara varılmaya devam edilmekte. Hâlbuki başta da belirttiğimiz üzere, hayvan kullanımı çaresi olmayan ya da çözümü henüz geliştirilmemiş bir sorun değil; aksine, toplum çoktan harekete geçti. Böyle bir kıyas yapabileceğimiz bir durum yok karşımızda. Çözüm çok basit, hakkımız olmayandan elimizi çekmek. Kendi elimizde olan bir durumu sanki elimizde değilmiş gibi sunmak pek anlaşılabilir değil.
Bu tarz yaklaşımlarda insanlara yönelik bir üstten bakışın izleri görülür. Veganlıkla ilgili argümanları herkesin anlayamayacağı, vegan yaşamı herkesin uygulayamayacağı temelsiz ve üstenci varsayımı ile çıkarımlar yapılır. Oysa herkes vegan olabilir, doğru bir şekilde anlatmanın yolunu aramaktansa “sen vegan olamazsın, hayvanları sömürmeye devam et, ama biraz insaflı bir şekilde bunu yap” demek bizleri nasıl bir konuma sokar? Hem vegan olabilecek bir insanı yanlış yönlendirmiş oluruz hem de hayvanların sömürülebilir nesneler olduğu fikrini bir kez daha pekiştirmiş oluruz.
Şimdi yazıya geri dönelim ve eleştirilere bakalım. Yazının sonraki kısımlarında veganlık savunusuna odaklı aktivizme yönelik iki itiraz var. İlki veganlık savunusunun veganların toplumdaki oranının az olması sebebiyle gerçekçi olmadığı ve sonuç alamayacağı şeklinde. İkinci itiraz ise veganlık savunusu ve refah reformları çalışmalarının birlikte yürütülebileceği şeklinde.
İlk itirazdan başlayalım. Konu yine ilaç ve acı çekme örneği üzerinden ele alınıyor ve veganların sayısı az olduğu için hayvan kullanımını tamamen sonlandırmak ütopik bir projeymiş gibi anlatılıyor. Yazara göre dünyanın vegan olması, %1 oy alan partilerin bir sonraki seçimi kazanması kadar absürt bir beklenti. Oysa absürt olanın bu karşılaştırmanın kendisi olduğunu görmek için aradaki farkı vurgulamak yeterli. Hayvan hakları hareketinde, veganlık odaklı aktivizm ile insanlara veganlık anlatıp, veganların sayısını geometrik bir şekilde artması ile toplumda kritik bir eşiğe ulaşmak hedeflenir. Savunulan görüş kritik bir eşiğe ulaştığında büyümenin çok daha hızlı olması ve paradigmanın değişmesi beklenir.
Veganların sayısının %1 olması ile verilen partilerin %1 oy alması birbirinden oldukça farklı şeylerdir. Veganlık bir örgüt değildir, her birimizin asgari yükümlülüğü olan ahlaki bir pratiktir ve bu ahlaki pratik, insanların büyük bir kısmıyla ortaklaşıyor olduğumuz, “hayvanlara gereksiz yere zarar vermeme” ahlaki değerinin mantıksal sonucudur. Bu sebeple, doğru bir şekilde anlatıldığı ve desteklendiğinde pek çok kişi veganlığı benimser ve uygular. Siyasi partiler ise bir ülkede siyasi iktidara talip olan yapılardır ve bir siyasi partiye destek olmak kişinin tercih ve çıkarlarına göre çok miktarda etmenden etkilenir. Siyasi parti tabanları arasında algılanan ya da gerçekçi pek çok çıkar çatışması ve dünya görüşü farkı vardır. Yine de, siyasi partilerle bir benzeşim kuracaksak, hiçbir şartta kabul edemeyeceğimiz ahlaki önerileri olan (örneğin köleliğin iyi şartlarda devam etmesini savunan) bir parti ile sadece geniş bir toplumsal tabanı var diye ittifak yapmak ya da bu partiye destek olmak ister miydik? Böyle bir seçim, çoğunluğun savunduğu ve ahlaken yanlış olan fikirlerin sürekli iktidarda kalmasına sebep olmaz mıydı?
İkinci eleştiride, yani veganlığı refah reformları ile birlikte savunabileceğimiz görüşü yine yanlış bir örnekle gerekçelendirilmeye çalışılıyor. Bir yandan vegan olup veganlığı yaygınlaştırmaya çalışırken bir yandan da hayvanların daha az acı çekerek kullanılması için kampanyalar yapmaya devam edebileceğimizi savunmak için ilaç-hasta ilişkisi kurulmuş. Tekrar belirtelim: Hayvanlar çaresiz bir hastalıktan muzdarip değiller, bu benzetme çok sorunlu bir benzetme, onları üzerimize düşeni yapıp vegan olarak rahat bırakırsak sorun kalmıyor.
Benzetmedeki sorunu bir yana bırakırsak, bir yandan veganlık savunusu yapıp bir yandan refah reformlarını desteklemek çelişkilidir çünkü bunlar birbirlerini dışlayan yaklaşımlardır. Veganlık savunusu hayvanların mülk statüsüne karşı çıkarken, refahçı yaklaşım mülk statüsünü pekiştirir. Bu iki yaklaşımı uzlaştırma iddiası taşıyan ve kademeli reformların uzun vadede hayvanların mülk statüsünü kaldırmaya yol açabileceğini öne süren yaklaşıma Yeni Refahçılık ismi veriliyor. Ancak Yeni Refahçılık 30 yılı aşkın tarihinde geleneksel refahçılığın bir tekrarından fazlası olabilmiş ve hayvanların mülk statüsünü kaldırmak için anlamlı ve tutarlı bir program ortaya koyabilmiş değil.
Bu elbette bizler bireysel olarak vegan olduğumuzda hayvanların mülk statüsünün hemen ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Ancak şu bir gerçek ki, hayvanların mülk statüsünün ortadan kalkması için üzerimize düşen eylemlerin ilki vegan olmak. Ardından da kendimizi eğitmek ve veganlığı yaygınlaştırmak için harekete geçmemiz gerekiyor. Ancak harekete geçtiğimizde karşımıza bir karar verme aşaması çıkıyor: Kafessiz yumurta savunusu mu yapacağım, yoksa veganlık savunusu mu? “İkisi birden”, bir cevap değil.
Yazıda çevreyle ve insan haklarıyla ilgili kademeli reform talepleri söz konusu edilerek refahçı ve yeni refahçı yaklaşım savunuluyor. Ancak bunlar isabetsiz örnekler. Çevrecilerin nükleer ve yeşil enerjiyle olan hassasiyeti hayvan hakları meselesinden tamamıyla farklı bir mesele. Hissedebilir canlıların hakları, köle olmamaları, eşya olmamaları, mülk statülerinin ortadan kaldırılması ile enerji konusu arasında benzerlik kurmak mümkün değil (bu noktada akla serbest çağrışımla hayvanların çevre tahribatından gördüğü zarar gelebilir, ancak bu zararın gerçekten ve gereken kapsamda umursanması için, öncelikle bedenlerini ve bedenlerinden çıkanları tabaklarımıza ve dolaplarımıza koyduğumuz birer eşya olmaktan kurtulup, toplumda hak sahibi birer kişi statüsü kazanmaları gerekiyor).
Toplumdaki insan hakları konusunun kademeli ilerlemesini toplumun normal karşılaması örneği de bu durumda karşılığı olmayan bir örnek: Dünyanın büyük bir kısmında insanların bir başkasının mülkü olmama, yani köle statüsünde olmama hakkı tanınmış durumda, biz hayvanlar için de bu temel haktan bahsediyoruz. Başkasının mülkü olmamak, bir kişi olmak, haklara sahip olmanın ön koşulu olması bakımından temel haktır. Kişi olma hakkı, haklara sahip bir varlık olma hakkıdır. İnsanların başkasının mülkü olmama temel hakkı tanınmış olduğu için, diğer konularda kademeli hak talepleri bir mantıksal çerçeveye oturabilecektir, fakat hayvanların mülk statüsü devam ettiği için, hayvanların çıkarları söz konusu olduğunda, mülk sahibinin çıkarları her zaman ağır basacaktır. Bunun yanı sıra, insanlarla ilgili bir hak toplumun büyük kesimi tarafından tanınmıyor olsa dahi bizlerin halen üzerimize düşen ahlaki yükümlülükler gereği bu hakkı savunmamız, insanlara da bundan azını önermiyor olmamız gerekir.
Son olarak tekrar hatırlatmakta fayda var: Refahçılık hayvanların eşya statüsünü onaylamaktan başka bir şey yapmaz, iki yüz yıldır denenip başarısız olmuş bir yöntemin peşinden gitmek yerine yeni bir şey denemekten korkmayalım. Kendimizi eğitip insanlara doğru argümanlarla neden vegan olmaları gerektiğini anlatalım, veganlıktan azını önermeyelim ki hayvanların hâlihazırda olan mülk statüsünün ortadan kalkmasını hızlandıralım.
Refahçılık ile bir iki yüz yıl daha mı kaybedelim yoksa veganlık odaklı aktivizm ile insanların vegan olmalarını ve hayvanların mülk statüsünün ortadan kalkması için çabalamasını ve vegan bir geleceği mi hedefleyelim?
Şimdi de eleştirilerin kaynağı olarak sunduğu Francione ile ilgili eleştirilerine bakalım:
« Francione’un tam anlaşılamayan kuramı »
Yazar burada “Francione’nin refah reformları karşıtı argümanları birçok kişi tarafından öne sürülürken, yine aynı kişiler Francione’nin aynı gerekçelerden ötürü karşı çıktığı başka kampanyaları (mesela ‘faytona binme, atlar ölüyor’, ‘canlı hayvan ticareti yasaklansın’, ‘yunus parkları kapatılsın’, ‘deneye hayır’, ‘hayvan hakları yasası — hemen şimdi’, ‘havai fişekler yasaklansın’ gibi) desteklemektedir [yazım hatası yazara ait]” şeklinde bir eleştiri ile Francione’un kuramının tam olarak anlaşılamadığını belirtiyor. Her ne kadar Francione’un kuramı ile ilgili birçok Türkçe kaynak olsa ve Francione yazdığı kitap ve yazılarda bu konuları çok net bir şekilde açıklamış olsa da[*][*][*][*], yazar burada kısmen haklı bir eleştiride bulunuyor. Yazarın da belirttiği gibi hem Türkiye’de hem de dünyanın geri kalanında refahçılığa karşı olduğunu öne süren ancak abolisyonist yaklaşımın refahçılığa ve yeni refahçılığa yönelik eleştirisini tam olarak anlamamış kişiler oldukça fazla. Bu kişiler, Hayvan Haklarına Abolisyonist Yaklaşımın temel ilkelerinde net bir şekilde eleştirilen tek konulu kampanyaları yapmaya devam ediyorlar ve bu kampanyaların yine yazarın da belirttiği gibi refah kampanyalarından çok da farklı olmadığını göremiyorlar.
Ancak bu durumdan yola çıkarak söz konusu kişilerin tek konulu kampanyalar yaptıklarına göre refah reformlarını da savunmaları gerektiği sonucuna varmak doğru değil. Tek konulu kampanyalar, refah reformlarından farklı olarak, hayvan hakları kuramı bilmeyen ama hayvanların haklarına ulaşmalarını isteyen bir vegana, “en azından bazı türlerin haklarını elde etmesi” (örn. kürk kampanyaları) ya da “en azından bir tür hayvan kullanımının sonra erdirilmesi” (örn. deney kampanyaları) gibi, dayanaksız olduğu ilk anda anlaşılmayan vaatler sebebiyle cazip gelebiliyor. Oysa ki, hayvanların mülk statüsünü hedef alan bir aktivizm yapılmadığı müddetçe tek bir türün haklarına kavuşması ya da tek bir kullanımın sona ermesi mümkün değil. Hayvan hareketinin tek konulu kampanyalarla dolu yakın tarihine ve hayvanlar açısından sonuçlarına bakıldığında da bu vaatlerin ne kadar boş olduğu açıkça görülüyor.
Aksine, tek konulu kampanya yapan veganların, refah reformlarına karşı çıkmalarına sebep olan ahlaki sezgi ve düşüncelerinden yola çıkarak abolisyonist kuramın eleştirilerini anlama konusunda daha fazla çaba sarf etmeleri, ve karşı çıktıklarını söyledikleri mantığa hizmet eden tek konulu kampanyaları bir kenara bırakarak veganlık savunusunu benimsemeleri gerekiyor. Neyse ki bu konuda erişebilecekleri çok sayıda kaynak ve bu konuyu kendileriyle tartışmaya hazır ve abolisyonist kuramı hem iyi bir şekilde anlamış hem de pratiğe dökmüş veganlar var.
« Francione sadece hayvan refahı reformlarına karşı değil »
Yazıda Francione’un vegan olmak, kendimizi hayvan hakları savunusu üzerine eğitmek ve veganlığı yaygınlaştırmak için çalışmak olarak özetlenebilecek yöntemin dışında tüm yöntemleri yanlış bulduğundan bahsedilmekte. Bu doğru: Abolisyonistler, veganlıktan azının önerildiği, türcülüğü pekiştiren ve şiddeti reforme edilmiş bir başka şiddetle çözmeye çalışan yöntemleri yanlış bulduklarını açıkça söylemektedirler.
Ardından belli bir hayvan kullanımı biçimine odaklanan kampanyaların — yani tek konulu kampanyaların — neden yanlış olduğu konusundaki argümanlar kısmen aktarılmış. Tek konulu kampanyalar da refah kampanyaları gibi, hayvanların mülk statülerine odaklanmak yerine, hayvan kullanımı biçimleri arasında keyfi ayrımlar yaparlar. Bu ayrımın temelinde çoğunlukla hayvanın o kullanım esnasında gördüğü muamele yatar; böylece refahçı anlayışı da beslerler. Refahçı kampanyaların yanlışlığına dair yukarıdaki açıklamaların birçoğu tek konulu kampanyalar için de geçerlidir. Bunlara ek olarak, tek konulu kampanyaların bir diğer sıkıntısı da bir tek hayvanı ya da bir tek hayvan kullanımını odağa alarak hayvanlar arasında önem sıralaması yapan türcü algılardan beslenmesi ve bu algıları yeniden yaygınlaştırmalarıdır. O an için odağa alınan hayvanın diğer hayvanlardan daha önemli olduğu, ya da odağa alınan hayvan kullanımının diğer hayvan kullanımlarından daha kötü/daha acilen ortadan kaldırılması gerektiği mesajı verir. Örneğin, kürk karşıtlığına odaklanan bir kampanyaya denk gelen bir kişi, kendi dolabında bulunan yün ve deri kıyafetleri sorgulama gereği duymaz, kendisinin kürk giyen birine göre daha iyi bir konumda olduğunu düşünür. Hayvan aktivistlerinin özellikle kaz ciğerinin yasaklanması için çabaladığını gören bir kişi, kendi tükettiği hayvansal gıdaların kaz ciğerine göre daha kabul edilir olduğunu düşünür. Ayrıca bu kampanyalar türcülüğün yanı sıra cinsiyetçilik ve ırkçılık gibi başka ayrımcılıkları da beslemektedir.
Bu tarz sorunlardan dolayı abolisyonistler tek konulu kampanyaları desteklemezler, zamanlarını ve kaynaklarını veganlığı yaygınlaştırmak için kullanırlar. Abolisyonistler, tek konulu kampanyalarda sözü edilen kullanım biçimlerini de ortadan kaldıracak olanın veganlık savunusu olduğunu bilirler, çünkü tüm kullanımların altında yatan sebep aynıdır: Hayvanların mülk statüsü. Ve bu sebep ortadan kalkmadan, sonuçları ortadan kaldırmak mümkün olamayacaktır.
« İkilem »
Yazar, hayvan hareketinde refahçılığa karşı olduğunu söyleyen ancak tek konulu kampanyalar düzenleyen kişilerin olmasını bir ikilem olarak nitelemiş. Bu gerçekten de haklı bir eleştiridir. Türkiye’de güçlü bir abolisyonist vegan hareket mevcut ve bu hareket yıllardır tek konulu kampanyaları ve hayvan refahı reformlarını tutarlı ve tavizsiz bir biçimde eleştiriyor, veganlık odaklı bir hareketi inşa ediyor, veganlığın toplum içerisinde yaygınlaşması için çaba sarf ediyor.
« Dünya nereye gidiyor, Francione nerede ?»
Bu başlık altında yazar, dünyadaki büyük hayvan derneklerine bakıldığında, bu derneklerin Francione’un kuramına dayanmadıklarından bahsetmiş ve Türkiye’de Francione’un abolisyonist yaklaşımının gördüğü ilginin bir anomali olduğunu ifade etmiş. Francione’un hayvan hakları kuramı dünyanın hemen her yerinde temel yaklaşımlardan biri olarak konuşuluyor olmakla birlikte, kendisinin de her fırsatta belirttiği üzere, kuramın en iyi uygulandığı yerlerden biri de Türkiye, evet. Bu başarıyı Türkiye’de sadece 7–8 yıl içinde yüz bine yaklaşan vegan sayısında da görmek mümkün. Ayrıca, Francione kuramını öncelikle hareketteki dernekleşme ve şirketleşmeye karşı ortaya koymuşken, kuramı derneklerin takip etmesi zaten beklenmezdi; asıl anomali bu olurdu.
Bu durumun sebeplerini abolisyonist kuramın içerisinden biraz daha açalım. PETA ve benzeri büyük hayvan dernekleri toplumdan bağış toplama ya da kurumlardan fon sağlama üzerine kurulu bir ekonomiye sahiptir. Bağışa ve fonlara dayanan bu ekonomi modeli toplumdaki navegan çoğunlukla ters düşmemek ve insanlara (ya da fon sağlayan kurumlara) duymak istediklerini söylemek gerekliliği üzerine inşa edilir. Başka bir deyişle, bu dernekler, tam da abolisyonistlerin eleştirdiği tek konulu kampanyalar ve hayvan refahı talepleri ile beslenir. Francione’un önerdiği veganlık odaklı aktivizmin bağışçı tabanını rahatsız edeceğinden endişe eder ve bağışçılarını kaybetmemek için topluma hayvanları önemsiyorlarsa vegan olmaları gerektiğini söylemekten çekinirler. (Öte yandan son yıllarda artan vegan sayısı karşısında veganlara da hitap edebilmek için sitelerinde ve yayınlarında veganlığa da yer vermeye başladılar, ancak bunu da yine aynı sebeplerle veganlık kavramına karşı durarak ya da bu kavramı sulandırarak, esnek veganlık, azaltmacılık gibi önerileri ön plana atarak yapmaktalar.) İşte bu yüzden Francione’un görüşlerini benimseyen dernek bulamamamız normaldir. Francione’un dernekleşme yerine taban hareketi ile aktivizm yapmanın önemine vurgu yapması da bu durumla ilişkilidir. Biz taban hareketi olarak oldukça sağlam bir şekilde aktivizm yapmaya yıllardır devam ediyoruz ve sonuçlarını sahadan gözlemliyoruz. Bu gözlemleri bizlerle beraber yapmak isteyen herkesi de abolisyonist faaliyetlere davet ediyoruz.
Farklı kaynakları okuma konusunda kendisiyle hemfikir olduğumu söylemek isterim. Elbette eleştirel okumalar da yapılmalı ki diğer görüşlerin de neleri savunduğunu bilelim ve en doğru yöntemi bulalım.
Maalesef yazı mantıklı argümanlar yerine safsatalar üzerine kurulu olması ve çoğu iddiayı kaynaksız ve dayanaksız olarak öne sürmesi sebebiyle verimli bir okuma sağlamadı. Elbette bir görüş yazısından bir akademik makale disiplini beklemek haksızlık olur, ancak görüş yazısı da olsa bu kadar fazla safsata ile karşılaşmak üzüntü verici oldu. Safsatalar konusunda şu yazıya göz atabilirsiniz « Veganlık karşıtı diye sunulan safsata yöntemleri »
Not: Gülce Özen Gürkan’a önerileri için çok teşekkürler.
Berk Efe Altınal, Oğuzhan Kaya