Freya

Cankut Değerli
Yazı Rehberi
Published in
5 min readJan 29, 2024

Yazarın Notu: Bu öykü, Pamuk Prensesin Gerçek Hikâyesi’nde geçen olaylar esas alınarak yazılmıştır. Öncelikli olarak onun okunması yazarın tavsiyesidir.

Bing AI tarafından oluşturulmuştur.

Camın kenarına oturmuş, şafağın solgun ışığının göğü aydınlatmasını izliyorum. Şafak, gecenin karasını kızıla boyarken serin bir rüzgâr yüzümü okşuyor.

Gün doğumlarını izlemeye alışkınım, hayatım boyunca onları izlemek için hep sebebim oldu.

Bazen hastaların başında olurdum, son nefeslerini veren veya dünyaya ilk defa gözlerini açanları karşılardık onunla birlikte.

Bazense sırf güneşin doğuşunu izlemeyi sevdiğim için oturur, göğün kızıl ve pembe tonlara boyanmasını izlerim.

Ama bugün farklı. Bugün yüreğimdeki acıyı hatırlatıyor.

Çocukluğumda mutlu sonumun kiminle olacağını düşündüğüm anlar olurdu. Öyle ya, masallar hep mutlu sonla biter. Prens ve prenses kavuşur, sonsuza dek mutlu yaşarlar. Ama ben prenses değilim ki.

Göklerdeki yaradan, Hilda gibi konuşmaya başladım!

Yüzümde oluşan gülümsemeyi hissedebiliyorum ancak sadece bir an sürüyor. Hilda’yı düşünmek aklıma eskileri de getiriyor, beş yıl öncesini… Savaşı…. Ve onu…

Stephan… Mutlu sonu bulmayı umduğum adam, tek ve biricik aşkım…

Stephan… Yaşamda ve ölümde mutluluğun sonlarda değil şimdide olduğunu bana öğreten adam…

Gözümden düşen bir damla yaş yanağımdan boynuma akıyor. Öldüğü günü düşünüyorum, çaresizce ölümünü izlediğim ânı…

Rovina’yı tutsak aldıktan bir gün sonraydı. Stephan askerlerini toplamıştı. Ordunun en yüksek rütbeli askeri değildi, sadece bir yüzbaşıydı ancak karizmatikti, herkes tarafından çok sevilir ve saygı görürdü.

“Dostlarım. Sizlerle gurur duyuyorum. Artık yeni bir gelecek bizleri bekliyor. Tutsaklık ve savaş günleri sona erdi. Özgürlük ve yeni bir yaşam…”

Başımı ellerimin arasına alıyorum, o an kafamda tekrar canlanırken dişlerimi sıkıyorum.

Stephan devam edemiyor çünkü sırtına saplanan bir mızrak göğsünden çıkıyor. Stephan kanlar içinde yere devriliyor.

Yüzünde şok ve şaşkınlık ifadesi var. Arkasındaki adam sinsice gülüp mızrağını çıkarıyor. Ufak tefek, pislik içinde bir haydut. Sakallı bir yüzü ve sarı dişleri var.

Stephan’a koşuyorum ve önünde dizlerimin üzerine çöküyorum. Yarasına bakmak istiyorum ancak zayıfça ellerimi tutuyor. Son nefeslerini verdiğini ikimiz de biliyoruz.

Çaresizlik içindeyim, bu yarayı tedavi edemeyeceğimi biliyorum, onu asla kurtaramam ama yapamam, gökteki yaradan, onu kaybedemem!

Ellerimi tutarken kendi kanının oluşturduğu bir gölcüğün içinde yatıyor. Elleri kanlı, gömleği kanlı, yüzü bile kanla kaplı!

Etrafımda bir gürültü kopuyor ama ben duymuyorum.

Stephan başını çevirmeye, beni daha iyi görmeye çalışıyor, eğilip gözlerimi onunkilere dikiyorum. Hayat ışığının gözlerinden silindiğini görebiliyorum.

“Freya…” diyor. Devam etmek istiyor ama vücudu ona ihanet ediyor. Yüzündeki şok ifadesi yerini bir gülümsemeye bırakıyor.

“Freya…”

Gözleri gözlerimde, yüzükoyun yatarken son nefesi de onu terk ediyor, gözlerindeki yaşam ışığı soluyor.

Ağlamak istiyorum, avazım çıktığı kadar bağırmak… Ama vakit yok… Yapamam…

Öfke, acı, üzüntü bedenimi ele geçiriyor.

Yayımı kapmak ve o sinsi piç kurusunu delik deşik etmek istiyorum ancak yayım burada değil.

Fakat başımı kaldırdığımda buna gerek kalmadığını görüyorum çünkü zaten Orik ve Torek haydutu yere mıhlamışlar, işini görüyorlar.

Artık sinsi sinsi sırıtmıyor, acıyla bağırıyor. Stephan’ın çektiğinden kat be kat fazlasını çekiyor.

Bir anda kendimi Stephan’ın bedeninin üzerine atıyorum…

Biri çığlık atıyor… Tanrım, boğazım neden bu kadar çok acıyor?

Birileri beni omzumdan kavrıyor, kurtulmak için elimden geleni yapsam da, mücadele etsem de beni geri çekiyor.

Hayır, onu bırakmak istemiyorum!

Faydası yok… Tüm itirazlarıma rağmen uzaklaştırıyorlar beni. Elimi, yüzümü yıkıyorlar, sevdiğim adamın kanını üzerimden temizliyorlar…

Bana temiz bir elbise giydirdiklerinde ellerinden kurtuluyorum. Sonra bir bakıyorum, kendimi uyuyan Hilda’nın başucunda bulmuşum…

Şifacı reflekslerim devreye giriyor. Koyu saçlarını alnından nazikçe çekip ateşine bakıyorum, nefesini kontrol ediyorum… Her şey o kadar anlamsız ki…

Nazikçe yanıklarına ve yaralarına ince bir tabaka merhem sürüyorum.

Ruhum bomboş, zihnim olanları inkâr etmek için ne gerekirse yapıyor.

Hilda’yla ilgilenmeye devam ediyorum. Dudaklarının arasından gücünü toplamasını sağlayacak birkaç damla iksir veriyorum. Başını yana çevirip anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıyor ancak uyanmıyor. Yine de huzursuz.

Saçlarını okşuyorum, elini tutuyorum; uyumaya devam ediyor.

Gözlerimi dostumun yüzüne dikmiş, öylece onu izliyorum. Sanki başımı başka bir yere çevirirsem Stephan’ı görecekmişim gibi geliyor. Kendi kan gölünün içinde çaresizce yaşam savaşını kaybederken göreceğim onu… Dudakları son kez adımı söyleyecek ve ölecek…

Yeniden ağlamaya başlıyorum, gözyaşlarım bu sefer öncekilerden de şiddetli; hıçkırıyor ve titriyorum.

Bir an Hilda’yı uyandırmak geçiyor içimden, olanları ona da anlatmak… Ama hayır, yapamam…

Dün kollarımda ağlarken berbat haldeydi ve çok güçsüz düşmüştü. Verdiği mücadele onu tamamen tüketmişti. Şu an onu uyandıramam.

Serin rüzgâr beni âna döndürüyor.

Beş yıl sonra tüm bunları bu kadar net ve kesin bir şekilde hatırlıyor olmam ne acı verici!

Oysa savaştan bir gece önce ne kadar da güzeldi…

Stephan’la küçük bir ateş yakıp üzerinde şekerleme eritmiştik. Gecenin karanlığında herkes ertesi günkü savaşı düşünürken biz birlikte yaşayacağımız hayatı düşlüyorduk.

“Belki Yeşil Dere’ye taşınırsın.” Demiştim ona gülerek. Sırıtmıştı.

“Bana otacılık da öğretecek misin?”

Gülmüştüm.

“Sen bana kılıç kullanmayı öğretecek misin?”

O da gülmeye başlamıştı.

Ateşin karşısından uzanıp elimi tutmuştu, bana bakarken gözlerindeki huzuru görebiliyordum.

“Seni seviyorum Freya.” Demişti parmağıma yüzük takarken. “Yaşadığım her anda mutluluğu seninle bulmayı diliyorum.”

Gözlerimde parıldayan yaşlarla ona gülümseyip ben de ona yüzüğünü takmıştım.

“Ben de seni seviyorum Stephan. Mutlu sonumu seninle yazmak istiyorum.”

Gülmüştü. Bunu ona bilerek söylemiştim çünkü vereceği cevabı çok seviyordum. Artık aramızda bir tür ritüel ve şaka gibi olmuştu.

“Mutluluğu sonlarda bulamazsın Freya, eğer onun peşinden koşarsan senden hep kaçar. Mutluluk tam da…”

“…Şu anda.” Diyerek onu tamamladım.

Ateş ellerimizi ısıtıyordu. Yaz olmasına rağmen hava serindi ama ikimizin de umrunda değildi çünkü birbirimize sahiptik.

Ve sonra…

‘Mutluluk tam da şu anda.’

Stephan öldükten sonra bunun ne demek olduğunu çok düşündüm. O ölmüşken nasıl mutlu olabilirdim?

“Gitmek istiyorum Freya.”

Stephan’ın tabutu alevlerin arasındayken Hilda bana böyle söylemişti.

“Nereye?” Diye sormuştum.

“Belki seninle Yeşil Dere’ye gelirim.”

Mutluluk tam da şu anda.

“Çok isterim kardeşim.”

Bunu istiyordum. Hilda da ben de ağır kayıplar yaşamıştık. Rovina hepimizden çok şey almıştı.

Üstelik Stephan da Hilda’yı çok severdi. Kampı ona bizzat gezdirmişti, bu utangaç kızı tanımak için uğraşan ilk kişi o olmuştu.

“O çok yalnız Freya.” Demişti. Öyleydi, hepimiz öyleydik. Ta ki birbirimizi bulana kadar…

Penceremin önündeki sedirde oturuyorum. Başım ellerimin arasında, güneşin doğuşunu izliyorum. Yavaş yavaş yükseliyor. Yeni bir günü ve eski acıları getiriyor.

Bing AI Tarafından Oluşturulmuştur.

Dalların arasında öten kuşları duyabiliyorum. Bir tanesi hızla uçarak penceremin önünden geçiyor.

Serin havanın ve ormanın taze kokusu burnuma doluyor. Ellerimle yanaklarımı siliyorum.

Kalkmalıyım, yapmam gerekenler var ancak kıpırdayamıyorum. Oturduğum yere çakılmış kalmışım sanki…

Beni yerimden kaldıran şey kapımın nazikçe çalınması oluyor.

Ağır adımlarla ilerliyorum.

Usulca açıyorum kapıyı, ne gıcırdıyor ne itirazla inliyor. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle kapıda duruyor, gözlerini anlayışla bana dikmiş. Rüzgâr uzun siyah saçlarını uçuşturuyor, yüzüne düşen tutamı elinin tersiyle geri atıyor.

Elleri dolu, bir demet karanfil tutuyor. Gözlerindeki derin hüznü görebiliyorum, o da benimkini görüyor olmalı.

Artık Grimmes ormanındaki yalnız ve çekingen kız değil o.

Karanfil demetini sessizce bana uzatıyor, bakışları yumuşak. Demeti bana verip koluma giriyor. Nazikçe beni dışarı çekiyor ve kapı arkamızdan kapanıyor.

Mezarı burada değil ama ikimiz için de fark etmiyor. Söze gerek yok. Yüzlerimizde zayıf bir gülümseme, gözlerimizde derin bir hüzün ve ellerimizde karanfillerle yola koyuluyoruz.

Son…

Editör: Berfin Yeşilyurt

--

--