Unutmak: Lütuf mu? Lanet Mi?
Unutmak umduğumuz kadar güzel bir şey mi? Ya da düşündüğümüz kadar kötü mü?
Şu ana kadar pek çok şeyi unutmuş olabilirsiniz. Kiminiz akşam yediği yemeği unutur. Kimi dün yaşadıklarını unutur.
Bu, insanoğlunun yaşadığı en doğal süreçlerden biri olsa gerek. Zira öğrenebilen bir canlı unutabilmeli de. Fakat bazı şeyleri unutmak bizim için bir lütuf, bir hediye iken bazı şeyleri unutmak da bir o kadar eziyet olabiliyor.
Misal, bir fotoğraf çekmek istediğinizi hayal edelim. Fakat çekmek istediğiniz fotoğraf için telefonunuzda yer kalmadı. O zaman elinizde iki seçenek var: Ya o fotoğrafı çekmeyeceksiniz, veyahut galeriden sizin için o kadar da önemi olmayan ya da o andan itibaren önemini kaybeden birkaç fotoğrafı sileceksiniz. Elbette günümüzde yedekleme gibi bir seçeneğimiz de var ama şu anki konumuz bu değil.
Verdiğimiz örnekte yeni fotoğraf için eski değersiz bir fotoğrafı silmek gibi bazı insanların unutması da beynin doğal sürecinin bir sonucudur. Bir bilgi o insan için önemli değilse, bundan kastım tekrar edilmeye muhtaç değilse veya o bilgi insana zarar veriyorsa, o bilgiyi beyin otomatik olarak siliyor.
Bu kulağa güzel geliyor, değil mi?
Nihayetinde bizim için artık gereksiz ve düşünmek zorunda kalmayacağız. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Adeta bir lütuf, bir hediye.
Fakat kimi durumlarda bilgi silinmesi gerektiği için silinmiyor. Birtakım aksaklıklardan ötürü beyin o bilgiyi tabiri caizse sistem hatası olarak siliyor. Fakat bu sadece kitapta okuduğumuz bir bilgiyi unutmak gibi basit bir hata da değil. Yemeyi içmeyi bile unutuyor insanlar. Bu durum da gündelik hayatta her yaşta ve her hastalık sonucu karşımıza çıkabilen Demans ile ya da genel olarak yaşlılarda gördüğümüz Alzheimer ile literatürde yer ediyor.
Ülkede geçmişte yaşadığımız pek çok olumsuz durumlar var. Oğlunu askere gönderip şehit haberini alan anneler var. Nitekim bu dünyaya bir daha gelmeyecekleri için onların kokusunu alarak hafızalarında diri tutmaya çalışıyorlar.
Kokunun hafıza ile olan ilişkisini anlattığım yazıma göz atmak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.
Bu ülkede yaşadığımız bir diğer olumsuz durum ise geçtiğimiz sene şubat ayında yaşanan deprem felaketi. Ailenizi bir daha göremeyecek olmanın hüznünü siz de yaşamış olabilirsiniz.
Bu vesileyle hayatını kaybeden vatandaşlara Allah’tan rahmet, bu durumu yaşayan tüm okurlara sabır diliyorum.
Siz de bilirsiniz ki o acı çok tarifsiz ve de insandan yaşama isteğini alan bir acıdır. Fakat ne yaman bir çelişkidir ki o acı insanı ayakta tutan. Eğer o acıyı unutursan, o insanı unutacakmışsın gibi gelir insana.
Son bir aydır yaşadığımız acının haddi hesabı yok. Zira yaşadığımız acı yalnızca bir kişinin, bir kızın, bir erkeğin acısı değil. Bu acı bir kadının acısı da değil. Hatta bu acı sadece bir ülkede yaşayan insanların yaşadığı bir acı da değil. Bu acı bütün bir insanlığın acısı. İnsanlık adını verdiğimiz koskoca bir vücut can çekişiyor. Bir kişi yüzlerce, binlerce kişinin ölürken yaşadığı bir acıyı nasıl yaşar, bugünlerde çok acı bir şekilde tecrübe ediyoruz.
Burada amacım hiçbir şekilde insanları nefrete sürüklemek, suçlu bu, suçlu şu kişi demek değil. Fakat gözü olan, aklı olan, vicdanı olan, kısacası İNSAN olan her kişi suçluyu görecektir.
Benim bunları neden unutmak başlığı altında yazdığımı hiç düşündünüz mü? Mutlaka düşünmüşsünüzdür ama müsaadenizle ben de açıklayayım. Bu insanlık suçu yalnızca Gazze’de ya da Batı Şeria’da yaşanan bir acı değil. Bu acı yaklaşık 70–80 yıl önce günümüzde Çin’in doğu bölgesinde yaşayan Uygur Türklerinin de yaşadığı bir acı. Ya da Kızılderili olarak bildiğimiz Aztek ve İnka İmparatorluğu’nun -liderleri de dahil- her bir ferdinin de çektikleri acının da günümüzde yaşanan acıdan bir farkı yok.
Ve bu acıların her birinin ortak noktası aynı: Unutulması
Gazze’de yaşanan acıları hala yaşadığımız için unutulmayacağını pekâlâ düşünüyor olabilirsiniz ama bu acının belli aralıklarla 1967'den itibaren duyulduğu fakat unutulduğu gerçeğini göz ardı edemezsiniz. Daha önce isimlerini saydığım Amerika Yerlilerinin ve Uygur Türklerinin yaşadığı acıyı; dillerinin, kökenlerinin, tarihlerinin unutulduğu, unutturulduğu gerçeğini de göz ardı edemezsiniz.
Maalesef ki unutan bir varlığız. Maalesef ki çok çabuk unutan bir varlığız. Fakat hatırlatanımız da olsun. Çaresizlik içinde unutmayı beklemeyelim. Çaresizce oturup, sessiz kalmayalım.
Kabul ediyorum, ben bu yazıyı gündeme dikkat çekmek için yazdım. Fakat çaresiz kaldığım bir anda çaresizliğe alışmamak için de yazdım. İnsanız, unutabiliriz. İnsanız, günlük meşgalelere dalıp hatırımızdan çıkarabiliriz ve bu gerçekten sorun değil. Hatta hiçbir şey yapamayıp çaresiz de kalabiliriz. Bu yazıyı okuyanlardan yalnızca tek bir şey istiyorum. Ne bir alkış istiyorum, ne bir övgü, ne bir yorum istiyorum.
Çaresizliğe alışmayın!
Eğer siz de çaresizliğe alışmak istemiyorsanız bu yazıyı insani değerlerini kaybetmediğini düşündüğünüz herkes ile paylaşın. Paylaşın ki çaresizlerin sesi olabilelim. Paylaşın ki çaresiz kalma duygusundan arınabilelim. Çaresizliğe alışmamayı, yazımı bitirirken kullanacağım yazarın sözünden dolayı unutmayın.
Şimdi pek çok durumdan bahsettik, pek çok şey anlattık. Biyolojik süreçleri ve hastalık durumlarını dışarıda bırakarak soruyorum.
Unutmak lütuf mu? Yoksa lanet mi?
Albert Camus der ki:
Umutsuzluğa alışmak, umutsuzluğun kendisinden de beterdir.
Editör: Berfin Yeşilyurt