Hanımefendinin İsmini Ben de Bilmiyorum

Enes Günal
Yetkin Yayın
4 min readMar 21, 2024

--

Fuji Dağı güneşi selamlıyordu, güneşin hep doğduğu ülkede yine güneş doğuyordu. Baharın gelişiyle birlikte ülke sakura ağaçları ile bezenmişti. Kawaguchi Gölü’nün Fuji’ye bakan bölgesinde güzel eski tarz evler vardı; sayıları fazla olmasa da en azından birlikte yaşayabiliyorlardı. Evlerden birinde bir hanımefendi her sabah olduğu gibi kalkar kalkmaz penceresini açıp gökyüzüne baktı, ardından da Fuji Dağı’na bakıp iç geçirdi.

Bugün en sevdiği kimonosunu giyecekti anlaşılan. Normal şartlarda kimono giyerken birisinden yardım alması gerekirdi fakat yalnız yaşamaktan olacak ki hanımefendi tek başına üstünkörü de olsa giyebiliyordu. Kimonosu kırık beyaz rengindeydi, üzerinde çiçek desenleri vardı fakat desenler renkli değildi, yani sadece yakından bakınca çiçekler açıyordu. Hafif bir geleneksel makyaj yaptı, ardından da kanzashi ile saçını güzelce topladı. Yer masasını bahçeye açılan sürgülü kapının önüne koydu, lambasını söndürdü, kalem ve defterini aldı, Fuji ve doğan güneşe bakarak haiku yazmaya başladı.

Oldukça zorlanıyordu yazarken, çünkü ona ilham olan şey yoktu. Elbette ki ilhamsız da yazabilirdi fakat yazdığı haiku'dan tatmin olması için ilhama ihtiyaç duyuyordu. Bu ilham kaynağının sesi onu hüzünlendiriyor, kokusu umutlandırıyor ve görüntüsü mutlu ediyordu. İlk yazmaya başladığı zaman da ilham kaynağı yine yanındaydı. Onun ilhamı gökyüzünün ağlamasıydı. Bu ağlayış bir doğa olayından daha fazlasıydı. Her damla sakince yeryüzüne indiğinde hanımefendi mest olurdu. Dışarıya sadece yağmur yağdığında çıkardı, önce haiku'sunu yazar, tatmin olduğunda ise dışarıya çıkardı. Makyajı akar, kimonosu ıslanır ve hasta olurdu. Fakat şu anda bu durum gerçekleşmiyordu.

Yaklaşık on yıl sonra haiku’larını yayınladığı derginin editörünün oğlu ile evlenecekti. Eşi de kendisi gibi yağmuru seven biri olacaktı. İki yıl geçmeden çocuk sahibi olacaklardı. Çocuğun doğduğu gün yağmur yağacak ve hanımefendi zorlu doğumdan sonra çocuğunu kucağına alacaktı. Mutlu bir aile olma yoluna girerken çocuk bir yaşına basmadan önce hastalanacak ve babasının kucağında can verecekti. Cenaze töreninde hışımlı bir yağmur yağacaktı. Olgun hanımefendi bunalıma girecek ve haiku yazmayı bırakacaktı. Beyefendi ise hanımına göre daha soğukkanlı olduğu için hanımının yasını hafifletmeye çalışacaktı, fakat yağmurlar bile çözüm olmayacaktı. Şu an için bunların hiçbiri henüz gerçekleşmemiş olsa da, yazgılar toplamından oluşan yaşamda kurallar konulmuştu.

Yazdıkları onu tatmin etmese bile devam ediyordu. Kendince eğer yazmaya devam ederse yağmurun yağacağını düşünüyordu. Güneşin battığı zamanda, hanımefendi kaleminin mürekkebini yenilerken göz ucuyla gökyüzüne baktı. Hafifçe yağmur başlamıştı. Gökyüzü temiz ve narin bir tavırla yeryüzüne duygularını aktarıyor gibiydi. Gökyüzü ile yeryüzü arkadaşlardı sanki. Bu arkadaşlık menfi hislerden doğan ilişkiden değil, samimiyet içeriyordu. Bu samimiyet hanımefendiye tanıdık geliyordu. Hanımefendi henüz gelecekteki çocuğunun öldüğü yaşta iken, annesi ile daikon almaya gitmişlerdi. Annesi onu çarşaflara sarmıştı, fakat küçük hanımefendi bundan rahatsız olup ellerini dışarı çıkarmıştı. Annesi ise ellerindeki eldivenleri çıkartıp küçük hanımefendiye çok büyük gelmesine rağmen eldiveni evladının ellerine takmıştı. Evet, o gün de yine yağmur yağıyordu. Bu samimiyetin sebep olduğu haikyu'yu eline aldı ve dışarı çıkıp gökyüzüne bakarak haykırdı:

“Beklerken seni,
Olmazlar oldu.
Işıldadı yalnızlık.”

Çok bağırmıştı, bahçenin dışında evine yetişmek için koşuşturan insanlar ona tuhaf bir şekilde bakmıştı. Ağzını eliyle kapattı, çok utanmıştı. Evine doğru hızlıca adımladı. Kapıyı kapattı ve kahkaha atmaya başladı. Sonradan ise hiçbir şey olmamış gibi oturup ağlamaya başladı. Gökyüzünün duyguları bulaşıcıydı.

--

--