Nagasaki’nin Çanları ve Atom Bombası
Nagasaki’nin Çanları, Ağustos 1945’te Nagasaki’ye atılan atom bombasının şehirdeki insanların gözünden anlatılmış olduğu bir kitap.
Bu zamana kadar okuduğum Japon klasiklerinde farklı kültürde hissettiren bir tat vardı hep satırlarda ama bu kitabı okurken farklı bir kültürden insanın kitabını okuma hissiyatını asla alamadım. Herhalde savaşın yarattığı acı bütün dünyanın kullandığı bir dilde oluyor daima. Dili akıcı ve oldukça güzeldi. Çok çarpıcı yanları vardı. Bombanın düşme anını, insanların yaşadığı paniği, o an neler olduğunu kavrayamayışlarını, yarım kalan hayatları, sadece 137 sayfaya sığdırabilmiş yazar.
Openheimer filmini izlerken hep fizikçilerin gözünden gördüğümüz o bombayı hazırlayış, fırlatış ve bomba hazır olsun diye verilen onca emeğe karşı, bombanın, canını alıp hayatlarını korkunç bir şekilde yarım bıraktığı on binlerce masum insan. Daha doğmamış bebekler, kendi canı pahasına yaralı ya da ölmek üzere olan insanlara yardım etmeye çalışan doktorlar, daha üniversiteki ilk yılından cesetlerde belki bir umut nabız bulabilmeyi umut eden öğrenciler…
Kitapta bununla ilgili çok çarpıcı bir yer var:
“Bilimin zaferi, vatanımın yenilgisiydi. Fizikçilerin sevinci, Japonların kederiydi. Karmaşık duygular yüreğimi yakarken atom bombasıyla kavrulan, sefil durumlardaki topraklarda dolandım.”
Bu cümleleri okuduktan sonra benim aklıma sadece Openheimer filminin sonundaki insanların bomba atıldıktan sonra ne kadar sevinçli oldukları sahneler geldi ve cümlelerle kurduğu empati tüylerimi diken diken yaptı.
Hatırlarsanız ilk atom bombası Hiroşima’ya ikinci atom bombası Nagasaki’ye atılmıştı. Bu bombalarda önce 140 bin insan sonra 70 bin insan öldü. Belki daha yüz binlercesi ağır yaralandı.
“Bugün de yine hayattayım.
Pamuk ipliğine bağlı hayatım.
Paha biçilemez.”
Kitabı okurken bir kere daha sorguluyor insan, savaşın bunca aldığı hayat gerçekten değer mi? Bunca masum insanın hayatına son vermek hangi vicdana sığar?
Bütün bunların dışında kitaptaki her şey tadındaydı. Ne içinde feryat vardı ne acı ne de kaybetmişlik düşüncelerinde boğulan insanlar. Bu düşünceler tabii ki var ama kitabı kaplamıyor. Sanki bir film izliyormuşsunuz hissiyatı veriyor kitap. Bazı satırlarda doktorun yanına oturup onunla güneş doğana kadar hiç konuşmadan oturmak istiyorsunuz. Çünkü savaşın yarattığı acının dilinde hiç kelime yoktur. Oturursunuz, susarsınız. Susmak bazen insanları duymaktır zaten.
Kitap neden bilmiyorum ama bana bir yandan da çok düzenli çizilmiş bir portre hissiyatı da verdi. Tıpkı Picasso’nun Guernica’sı gibi kaos dolu görünüyor ama aslında her bir parçası bir anlam taşıyor. Merak edenler için Guernica tablosu da savaşın yarattığı bir dilin kelimesiz konuşmasıdır. Ya da feryadı mı demeliyim?
Kitabı gerçekten sevdim, dışardan bakınca kaos dolu gözükse de acıyı hızlıca kabullenip devam edilmesi insanda tuhaf bir huzur bırakıyor. Openheimer’ı izlerken o çok merak ettiğimiz ‘Bomba düştükten sonra ne oldu?’ sorusuna çok güzel bir yanıt niteliğinde. Benim gibi devamını merak eden herkese tavsiye ederim.
Keyifli okumalar dilerim.