Son Kale: Fedailerin Kalesi Alamut İncelemesi

Ali Özdemir
Yetkin Yayın
Published in
6 min readAug 17, 2023
https://www.youtube.com/watch?v=PK3lYzb3Sfs&t=27s
(18) Kitap Zamanı : Alamut Kalesi Hasan Sabbah — Vladimir BARTOL — YouTube

“Dostum! Kardeşim! İnsanı dostluğun gücü kadar kahramanlaştıran başka bir şey var mıdır? Yüreğimize aşktan, sevgiden daha fazla işleyen bir şey bulabilir misin? Ve hakikat kadar övgüye layık başka bir kavram var mıdır?”

Bu cümleler Alamut’un destanlara konu olacak nitelikte hikayesini kaleme alarak bunu ölümsüzleştiren Slovenyalı yazar Vladimir Bartol’a ait. Bu destansı hikâyeyi kurgusal unsurlarla süsleyip bizlere sunan bir yazarın ağzından dökülen bu sözler aslında kaleme almış olduğu kitabın bir özeti niteliğinde. Adından da anlaşılacağı üzere kitap; tarihteki ilk terör faaliyetlerine imza atan Haşhaşilerin lideri ve Haşhaşilik tarikatının kurucusu Hasan Sabbah’ın ele geçirmiş olduğu Alamut Kalesi’nde geçen olayları konu alıyor. Ele almış olduğu konu itibariyle tarihin karanlık sayfalarına ışık tutan kitap yer yer İran coğrafyasından ve Selçuklu İmparatorluğu’ndan da esintiler sunuyor.

Kitapla ilk tanışmam bundan yaklaşık altı yıl öncesine dayanıyor aslında. Üzerinde kalenin ürkütücü tasvirine yer verilen siyak kapaklı baskısını ilk defa lisede sınıf arkadaşımın elinde görmüştüm. Kendisi tarihe ilgili biriydi. Bense gerek tarihle çok fazla aramın olmamasından gerekse o dönemki okuma seçimlerimden dolayı arkadaşımın elinde gördüğüm bu kitabı önemsememiş, dikkate almamıştım. Zihnimin saklı derinliklerinde kendine yer edinen bu eser altı yıl sonra karşıma çıkarak beni kendine hayran etmeyi başardı. Kitapla ilgili bir ön okuma veya araştırma yapmadım. Bu yüzden her ne kadar ilk başta kitabın bilgi verici niteliğe sahip olduğunu zannetsem de Bartol’un yaratmış olduğu bu kurgusal dünyaya çabucak adapte oldum. Eseri, olaylarla hiçbir bağlantısı bulunmayan bir coğrafyada hayatını sürdüren Slovenyalı bir yazarın kaleme almasından tutun da satır aralarına gizlenen politik mesajlara kadar içerisinde birçok cevher barındırmasından ötürü iki üç sayfada anlatmak imkânsız. Ben burada dilim döndüğünce kendi çıkarımlarım ve yorumlarımla ileride bu kitabın sayfalarını çevirecek okuyuculara farklı bakış açıları sunmaya çalışacağım.

Yukarıda da bahsettiğim gibi kitap Slovenyalı bir yazara ait. İran coğrafyasında hüküm süren Hasan Sabbah’ın elinde bulundurmuş olduğu korkutucu gücü konu olan bu yapıt, bu coğrafyayla hiçbir bağı bulunmayan Slovenya Alpleri’ndeki bir vadide kaleme alınmış. Eser, konusunu her ne kadar tarihten alsa da yazarın hüküm sürdüğü coğrafyada yaşayan diktatörlere atıfta da bulunuyor. Vladimir Bartol, eserinin ilk baskısını Mussolini’ye adamayı arzu etmiş fakat bu isteği reddedilmiş. Vazgeçmeyen Bartol, eserin sonraki basımını da tüm diktatörlere adamak istemiş fakat bu istek de farklı sebeplerden ötürü reddedilmiş. Bartol bizlere, İran coğrafyasında koca bir imparatorluğun korkulu rüyası haline gelen bir yapılaşma vasıtasıyla kendi coğrafyasında hüküm süren diktatörlerin acımasız ruhlarını ve katılaşmış merhametlerini gözler önüne seriyor. Bizlerse Bartol’un bu eşsiz eseriyle birlikte hem kendi tarihimize ışık tutuyor hem de yazarla empati kurma şansına erişiyoruz.

Alamut Kalesi’nin günümüze kadar ulaşan görüntüsü (Alamut — Sitotravel)

Kitapta karşımıza çıkan ilk karakter Halime oluyor. Henüz çocuk yaşta bir cariye olan Halime’nin yolunun İran sınırları içerisindeki Kazvin eyaletinde bulunan Alamut Kalesi’ne düşmesiyle hikayemiz başlıyor. Daha sonra bu hikâyeye, içerisinde edebi bir ruh barındıran İbn Tahir ekleniyor. Uzunca bir süre olayları bu iki karakterin gözünden görüyoruz. Masum ve saf bedenlerin ölümü arzulayan birer köleye dönüşme süreci bu iki karakter üzerinden ustaca aktarılıyor bu süreçte. Kalenin harem kısmında Meryem karakteri ile karşılaşıyoruz. Meryem harem içerisindeki kızlardan sorumlu eski bir cariye olarak aktarılıyor bizlere. Yazar, karakterin tasvirinde Hz. Meryem figüründen esinlendi mi bilmiyorum fakat bu noktada isim seçiminin bilinçli bir şekilde tercih edildiğini düşünüyorum. İlerleyen bölümlerde Meryem ile İbn Tahir’in karşılaşmasına tanık oluyor ve imkânsız bir aşkın başlangıcına şahit oluyoruz. İki karakteri de çepeçevre kuşatan bu tutkulu aşk hikayesi okuyucuyu kendine o kadar çok çekiyor ki hikâyenin mutlu bir sona bağlanmasını sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Bu tutkulu aşkın sonunu kitabı okuyacaklara bırakıyorum. Biraz Hasan Sabbah ve elinde bulundurduğu gücünden bahsetmekte fayda var. Bir çeşit afyonla kurbanlarını ölümü arzulayan sadık birer köle haline getiren ve fedailerine dünyada cenneti yaşatan Hasan Sabbah’ın yıllarca tırnaklarını kazıyarak eriştiği inanılması güç noktaya yaptığı yolculuğu ağzım açık bir şekilde okudum. Bartol, bizlere Sabbah’ın kurmuş olduğu bu küçük imparatorluğu gözler önüne sererken aynı zamanda dönemindeki totaliter rejimleri de taşlamakta, onların propagandalarına karşı ustaca bir cevap vermektedir. Kitapta bu hususla ilgili herhangi bir ipucu yakalayamasam da yazarın hayatını ve kitapla ilgili değerlendirmede bulunan diğer yazarları araştırdığımda bu çıkarımı yapmak çok da zor olmadı.

“Esasen her türlü tarikat, mensuplarını aldatma üzerine kurulur. Bilinç seviyesi ne kadar düşerse fanatiklik de o ölçüde artar.”

Kitabı okurken karakterlerle ister istemez bir bağ kuruyor okuyucu. Birbirinden farklı mizaçlara sahip o kadar fazla karakter var ki illaki biriyle özdeşleştiriyorsunuz kendinizi. Bağ kurduğunuz her bir karakterle ilgili beklentiye giriyorsunuz. Kimisinin özgürlüğe adım atıp kendisini köleleştirmeye çalışan bu düzenden uzaklaşmasını, kimisinin gözünün açılıp bu oyunun kurallarını yazan yılanın başına gereken dersi vermesini, kimininse sevdiğine kavuşmasını bekliyorsunuz. Girmiş olduğunuz beklentilerin çoğunu ise karşılamıyor bu kitap. Karakterle kurduğunuz bağ biran da kesiliyor ve kitabın başından beri beraber olduğunuz karakteri karanlık sayfaların sonsuzluğuyla baş başa bırakıyorsunuz. Özellikle bazı karakterlerin ölüm tasvirlerinin çok acımasızca yazıldığını söyleyebilirim. Bazı karakterlerle de zamansız bir ayrılık yaşayıp bambaşka diyarlara yolcu ediyorsunuz. Bu yüzden kitapta bahsi geçen karakterlerle çok yakından bir bağ kurmamanızı öneririm zira ne kadar sağlam bir bağ kurarsanız o kadar büyük hayal kırıklığına uğramanız olası.

Hasan Sabbah

Kimine göre sahtekâr, kimine göre deli, kimine göre terörist… Bana göreyse oyunu kurallarına göre oynayan bir deha Hasan Sabbah. Hayata gözlerini yumduktan yıllar sonra bile fedailerinin imparatorluklara korku salmaya devam etmesi ve Moğollar tarafından Alamut Kalesi yıkılmasına rağmen tarikatın faaliyetlerine devam etmesi ne kadar büyük ve kusursuz bir plan kurduğunu gözler önüne seriyor. Kurduğu plan o kadar kusursuz işliyor ve o derece korkunç bir boyuta erişiyor ki finalde Hasan Sabbah kale halkına son kez seslenerek kulenin kendine ayrılan bölümünde ebedi istirahate çekilip dış dünyayla bağlantısını kesiyor. Çünkü yetiştirmiş olduğu fedailer aslında kendisi için de bir tehdit oluşturuyor. Ölüme susamış bir dizi fedai ve fedailerin kaderlerini avucunda tutan efendi. Gücün sürekli yön değiştirdiği bir paradoks aslında bu. Ölüme koşmak için can atan bedenlerden oluşan bir kalkan oluşturuyor Sabbah. Bu kalkanın bir gün kendine dönmesi halinde kaçacak hiçbir yeri yok. Bunun bilinciyle bir süre sonra dış dünyayla bağını koparıyor. Kendisi ölüyor fakat öğretileri yıllarca yeryüzünde imparatorluklara kâbus olmaya devam ediyor.

Kitap, okudukça farkındalık düzeyinizi artıran ve ara ara kitabın kapağını kapatıp duvara bakarak düşüncelere dalacağınız bir kitap. 11. yüzyılda yaşanan bu olay aslında defalarca tekrar eden ve farklı şahıslarca denenen bir oyundan ibaret. Bu oyunun bir benzerine de yıllar önce şahit olduk aslında. Sabbah’ın varisleri hala hayatta ve bu oyun hala oynanmaya devam ediyor. Tüm bunları topladığınızda bambaşka bir boyuta çıkıyor Bartol’un eseri ve baş ucunuzdan ayıramayacağınız bir kitap haline geliyor.

“İnancımızın bize öğrettiği en yüce bilgi nedir biliyor musun? Hiçbir şey gerçek değil her şey mübah…”

İsmaili inancının temel dayanak noktası olan bu söz Sabbah’ın saraydan sürgün edildiği zamandan kendi imparatorluğunu kurup emrindeki fedailere dünyada cenneti göstermeyi vaat edecek dereceye gelene kadarki süreci de gözler önüne seriyor. Sabbah’ın temel amacı ayak bastığı yeryüzünün tanrısı olmak. Kurduğu mekanizmayı da buna göre şekillendiriyor. Her ne kadar günümüzde Haşhaşilik tarikatından eser kalmasa da bu öğretinin farklı kılıflar altında hala bu coğrafyada hüküm sürdüğünü söyleyebilirim.

Bilginin cehaletle, zekinin cahille olan savaşı sonsuza kadar sürecek gibi görünüyor. Bu noktada bizim de hangi safta savaşacağımıza karar vermemiz gerekiyor. Verilen her kararın savaştaki dengeleri ve savaşın seyrini değiştirebilecek güce sahip olduğunu da unutmamamız gerekiyor.

--

--