Çanakkale Savaşı’nda Albay Mustafa Kemal (Çanakkale Part III)

Diamond Tema
18 min readMar 18, 2019

Merhaba bu blogdaki konuları ve daha fazlasını, yeni açtığım Youtube kanalında video olarak paylaşacağım. Dilerseniz kanalı inceleyebilir ve takip edebilirsiniz: https://www.youtube.com/c/diamondtema

Evet. Çanakkale dönemiyle alakalı hazırladığım yazı seriisinin sonuncu bölümüne geldiniz. Bundan önceki iki bölümü okuyanlar zaten artık ortama hakimlerdir; hangi paşanın nereyi yönettiğini, kimin kiminle anlaşamadığını, Osmanlı’nın Almanya ile ilişkisini ve İngiliz’lerin izledikleri politikaları, borçlanan Osmanlı’nın durumunu ve dünyada gördüğü saygıyı, Mustafa Kemal’in önemini ve daha birçok şeyi elimden geldiğince aktarmaya çalışmıştım. Lafı fazla uzatmadan kaldığımız yerden devam edeceğim. Yazı boyunca birçok kaynak kullanmam gerekti dolayısıyla ilk yazıdan itibaren her ne merak ediyor iseniz kaynakça kısmında hepsini bulabilir, tetkik edebilirsiniz.

Part I: Çanakkale Savaşı’na Doğru Osmanlı ve Dünya

Part II: Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal

Atatürk’ün 2. Defa Haklı Çıkması

28 Haziran-5 Temmuz arası Zığındere Muharebeleri yaşandı. Bu, cephenin en kanlısı olan muharebe olarak anılır. Türk uçakları ilk defa bu muharebede kullanılabildi. Sekiz gün süren muharebeler sonunda Türk tarafının zayiatı çok ağır oldu. 16 bin zayiat verildi, bunun sırf 14 bini Zığındere’de verilmişti. Bu muharebeler Alman Weber Paşa’nın da sonu oldu. Yerine 15 Temmuz tarihinden itibaren Vehip Paşa atandı. Yine de İngilizler tasarladıkları hedefe ulaşamadılar ve bir sonraki taaruza hazırlanmak için uzun bir süreliğine geri çekildiler. Bu durum, Türkler’in de toparlanması için fırsat oldu.

12–13 Temmuz tarihleri arasında da İkinci Kerevizdere Muharebeleri cereyan etti ve düşman saldırısı yine boşa çıkarıldı.

Türkler, ellerindeki tüm kaynaklardan bulabildikleri kadar askeri yarımadaya takviye etmek üzere cepheye gönderdiler. Artık Balkan savaşından kalan, Anadolu’ya göçmen olarak yerleşen kişiler de savaşa gönüllü olarak katılıyordu. Resmen, bir savaştan başka bir savaşa taşınmış gibiydiler. “Zaten bir kere Balkanlardan olduk, bir de Anadolu’dan olmayacağız!” diyorlardı. “Selanik’i verdik, Çanakkale’yi de vermeyiz!”

Özellikle bugün Tokat bölgesine yerleştirilmiş olan ve Trakya bölgelerinde yaşayan göçmen kesim işte bu savaştan arta kalanlardır…

Derken zaman gelmişti. Tarih tekerrür etmekteydi. Tıpkı savaşın başlarında olduğu gibi Sanders, yine saldırının nereden geleceğini kestiremiyordu. 1 Aydır beklenen, istihbaratı alınan saldırı, 6 Ağustos gecesi başladı. Hedef, Kocaçimen Tepe’ydi. Burası, Conkbayırı’nın kuzeyinde ve onunla bağlantılı bir tepeydi. Haberi alan Sanders, Kannengeiser’e kumandası altındaki 9’ncı Tümen’le Kocaçimen’e yapılan saldırıyı durdurması emrini verdi. Kannengeiser, güç arazi koşullarında olabildiğince hızlı hareket ederek saat 04:30’da tepeye ulaştı. Saldırıyı durdurdular fakat Kannengeiser ağır yaralandı.[43]

Atatürk, düşmanın asıl ve büyük taaruzunun Arıburnu’nun kuzeyinden olacağını üst makamlara tam üç kez söylemişti. Tarihi bilinemezdi fakat eninde sonunda İngilizler akıllılık edecek, ve düşünülmeyecek bir harekata kalkışacaktı. O harekatın içeriğini ise Atatürk gene tamı tamına doğru tahmin ediyordu. Size biraz önce Atatürk’ün bu savaşta iki kere rütbeleri yendiğini ve üstlerinin aksine haklı çıktığını söylemiştim. Birincisi 25 Nisan günüydü, orasını zaten okudunuz. Şimdi ikincisine geldik.

Atatürk, 1 Haziran’da Ordu Komutanı Kurmay Başkan Kazım’a, 3 Haziran’da Kuzey Grubu Komutanlığı’na Esat Paşa’ya yazdı; 9 Haziran’da telefonla Liman Paşa’ya olacakları anlattı. Ancak bu istekleri sonucunda bölgeye sadece bir tabur asker gönderildi. Atatürk haricinde kimse düşmanın oradan geleceğine inanmıyordu, çünkü bölge çok yamaç ve zorlu bir araziye sahipti.

Yarbay Fahrettin, “Buradan ancak çeteler yürüyebilir” dedi. Esat Paşa, “Söyleyin Mustafa Kemal, siz düşmanın ne yapacağına inanıyorsunuz?” dedi.

Mustafa kemal elini kaldırdı ve kayalıkları göstererek, “Düşman buradan, Arıburnu’ndan başlayıp Kocaçimentepe’ye kadar yay çizerek gelecek. Oradan bir saldırı beklemeyeceğimiz için bizi gafil avlayacak.” Dedi.

Esat Paşa, Mustafa Kemal’in omzunu sıvazlayıp gülerek “Merak etme beyefendi, gelemez!” dedi.

Konuyu daha fazla uzatmanın bir işe yaramayacağını anlayan Atatürk, “İnşallah sizin dediğiniz gibi olur.” Demekle yetindi. Atatürk’ün söylediklerini ondan üst rütbede olan onca insan dikkate almadı, gülüp geçti fakat Atatürk’ün söylediği her şey bir bir gerçekleşecekti. Lord Kinross’tan alıntı yapmak gerekirse;

“Seferin başından beri ikinci kez, Mustafa Kemal’in görüşü doğru, üstlerininki ise yanlış çıktı. 6 Ağustos’ta düşman, tam Esat Paşa’ya söylemiş olduğu çizgi üzerinden saldırıya geçti…” [44]

Atatürk gene yetkilerini aşan kararlar vermeye, hakkından fazla sorumluluk almaya başladı. İş emir-komuta zincirini dinlemeye gelirse aylardır verdikleri mücadele boşa gidecekti. 7 Ağustos sabahı, saat 06:10’da 14. Alay 1. Tabur Komutanlığı’na telgrafla şu emiri geçti:

“İki bölüğü orada bırakıp diğer iki bölüğü bizzat kumandanız altına alarak süratle Conkbayırı’na hareket ediniz ve düşmanın hiçbir ateş tesirine bakmaksızın en kısa yoldan hareket edip Conkbayırı’nı tutunuz.” [45]

Saat 08:55’i gösterdiğinde Kuzey Grubu Kumandanlığı’na 72. Alay Kumandanı Binbaşı Mehmet Münir’den bir telgraf geldi, telgrafta saldırıya uğradıklarını ve zaiyatın fazlaca olduğu yazıyordu. Mustafa Kemal oraya da destek birlik gönderdi.

Mustafa Kemal’in Kuzey Grubu Kumandanlığı’na çektiği telgrafa göre saat 13:10’da durum şöyleydi:

“İstihkâm bölükleri kumandanlığından alınan rapor aşağıda arz olunur.

1. Düşman Şahin Tepe’deki evvelce istihkâm bölükleri tarafından işar edilen mevkiyi işgal ettiyse de, tarafımızdan açılan ateşe mukavemet edemeyerek siperleri terkle batıya doğru kaçıyor. Ateşle takip edilmektedir.

2. Düztepe’nin batısındaki Tahkimat kale bölüğü ile işgal edilip sağında 25. Alay, solunda 72. Alay vardır. İrtibat kurulmuştur.”[46]

6 Ağustos cehennem yeri gibi geçmişti. 7 Ağustos’ta ise İngilizler bütün gün boyunca Suvla önünde dinlendiler. Halbuki devam etselerdi kolaylıkla ilerleyebilirlerdi. Karşılarında çok az ve dağınık bir Türk birliği kalmıştı lakin farkında değildiler. [47]

Ağustos Muharebeleri ve Bütün Yetki’nin Mustafa Kemal’e Verilmesi

8 Ağustos sabahı şafak vaktinde, İngilizler Kocaçimen’e ve Conkbayırı’ndaki Mustafa Kemal’in birliklerine saldırdılar. Çatışmalar son derece şiddetli oldu. Sanders, acilen Mustafa Kemal’i çağırttı. Anafarta köyünün arkasında buluştular. Sanders öfke içerisindeydi: Bolayır’dan gelmesini emrettiği birlikler henüz gelmemişti; 45 km’lik bir yol yürümeleri gerekiyordu ve arazi düzensizdi. Suvla cephesi tam anlamıyla savunmasızdı. İngilizleri engelleyecek hiçbir kuvvet yoktu. Bütün gün her cepheye birlik göndermeleri için telgraflar çekilmiş fakat hiçbir cevap alınamamıştı. Sanders kendini yetersiz görmeye başladı. Mustafa Kemal’e “Bütün birlikleri bu cephede birleştirmeye karar verdim, umarım bu yeni birliğin komutasını siz alırsınız!” dedi.

Mustafa Kemal’in “Az gelir!” sözünü hatırlayınız. Şimdi bütün komutanları bir bir onun dediğine geliyorlardı. Ordu harap olduktan sonra, toparlamak ve düzenlemek tekrar ona kalıyordu.

Mustafa Kemal, bütün birlikleri saldırıya hazırladı. Bütün bir gün bu hazırlıklarla geçti, aynı gün İngiliz Başkumandanı Sir Ian Hamilton da bölgeye gelmişti ve saldırı hazırlığı emri vermişti. Hazırlıklar tamamlandı.

Sabah saat 05:55, durumu anlatan şu telgraf çekildi:

“Düşman bu gece Conkbayırı’na taaruza kalkışmış ise de, 25. Alayın kahramanca müdafaası ve karşı koyması üzerine büyük kısmının yere serilmiş olarak def edilip püskürtüldüğü müjdelenir.”

Saat 11:00, Mustafa Kemal, günün Tümen Emri’ni yayınladı.

“1. Düşmanın Conkbayırı’na kadar yanaşan piyadeleri kahraman askerlerimizin, fedakâr subaylarımızın gayretiyle, orada bulundurduğumuz bataryalarımızın faaliyetiyle, iftiharla bayırdan aşağı püskürtülmüştür. Ağıldere içinde düşmanın kaçmakta olduğu görülüyor.

2. Bu bilgiyi şimdi bütün erlere duyurunuz. Düşmanın sağ kanadığımızdaki başarısızlığının örtülmesi için cephenize gösterebileceği her türlü teşebbüsün şimdiye kadar yaptığınız gibi yine iftiharla durdurulacağına emin olduğumu belirtiniz.”[48]

8 Ağustos’ta Liman Paşa’nın isteği üzerine 21:50’de Mustafa Kemal’in Anafartalar Grubu Komutanlığı’na atanması onaylandı. Atatürk bu vazifeyle alakalı olarak şunları söylemiştir:

“Böyle bir sorumluluğu yerine getirmek, basit bir iş değildir. Sorumluluk, ölmekten ağırdır. Fakat ben vatanım mahvolduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için, kemâli iftiharla bu sorumluluğu üstüme aldım ve hemen, saatlerce uzakta bulunan Çamlıtekke karargahına atla hareket ettim.”

Her şeyi hızlı hızlı anlatıyorum fakat Mustafa Kemal o haftalarda ağır hastaydı, sıtma nöbetleriyle mücadele ediyordu. Yaveri Kâzım Efendi birkaç saat önce şehit olmuştu. Yola çıkarken yanına doktor Hüseyin Bey’i almak zorunda kaldı. Artık bütün yetki ona verildiği için orduyu kendi bildiği gibi yönetecekti. Hoş, kimseye hesap verecek bir tip de değildi. Sürekli haklı çıktığı ve başarılı olduğu için emirlere karşı gelse bile üstleri bunu hoş görmek zorunda kalıyorlardı. Gece 01:30’da grup karargahına vardı, sabah 04:30’da atına binip savaşı yöneteceği tepeye gitti. [49]

9 Ağustos sabahı, iki taraf da aynı anda saldırıya başladı. Eğer Mustafa Kemal bu görevi almış olmasaydı savaş orada kesinlikle kaybedilecekti, çünkü Türk tarafı düşmanın hareketlerine göre davranmakta ısrarlıydı. İki taraf da boğaz boğaza dövüştüler fakat İngilizler ilerleyemediler, çünkü Türkler’in bu savaş hazırlığı ve hücumu başarılı olmuştu. Suvla önündeki mevziler korunmuştu. Bu arada Conkbayırı’ndaki mücadele de dengesiz ilerlemekteydi. Türkler bir üstün geliyor, bir geri düşüyorlardı. Bu kovalamaca esnasında İngiliz filosu o toz bulutu içerisinde hedefi karıştırıp kendi askerlerine ateş açmaya başladı ve o gün için İngilizler geri çekilmek zorunda kaldılar.[50]

Fakat 19’ncu Tümen’in kurmayları panik içindeydiler. Mustafa Kemal’i arayarak, adamlarının yorgun düştüğünü, bir saldırıyı daha kaldıramayacaklarını ve kendilerinin de saldıramayacaklarını, düşmanın top atışlarının orduda moral bırakmadığını, isyan çıkacağına dair belirtiler olduğunu bildirdiler.

Emrine bütün ordu bırakılmıştı, fakat ortada ordu diye bir şey kalmamıştı. Cepheler, aylardır sürekli savaşan ve rütbelilerin yanlış değerlendirmesi sonucu telef olan, savaştan bıkmış, evine dönmek isteyen veyahut “Öleceksek ölelim de kurtulalım.” diye düşünen askerlerle dolmuştu. Birçok birliğin başında subay kalmamıştı, takım ve birlik komutanlarının çoğu şehit olmuştu. Çoğu karargahta komutayı erler ve onbaşılar almaya başlamıştı. Mustafa Kemal, gayet sakin bir ses tonuyla “Endişe etmeyin.” Dedi. “Sadece benim burada, Anafarta cephesindeki durumu düzene koymam için 24 saat dayanın yeter, kısa bir süre içinde yanınızda olacağım. O zaman her şeyi düzene koyarım.”

10 Ağustos için Mustafa Kemal bütün geceyi hazırlıkla geçirdi. Sanders, ona Anadolu yakasındaki 8’nci Tümen’i göndermişti. Adamlarını siperlerin içine birbirleriyle olabildiğince yakın olacak şekilde yerleştirdi. Aralarında dolaşıp onlarla konuşarak moral vermeye çalıştı. “Telaş etmeyin evlatlarım.” Dedi, “Hiç acele etmeyin. En doğru anı seçeceğiz, o zaman ben en öne çıkacağım. Süngülerinizi takmış olarak hazırda bekleyin. Ben kırbacımı kaldırdığım anda peşimden gelin ve taaruza geçin.”

Bu an, okul kitaplarında yarım yamalak da olsa anlatılan, Atatürk’ün savaşla nasıl iç içe olduğunu anlatan çok önemli bir andır. Bu yüzden burayı bir tarihçinin veya bir savaş raporunun anlatımıyla değil, bizzat Atatürk’ün Falih Rıfkı ve Afet İnan’a verdiği bir röportajından alıntı yaparak aktaracağım:

“Gecenin karanlık perdesi tamamen kalkmıştı. Artık hücum anıydı. Saatime baktım. Dört buçuğa geliyordu. Birkaç dakika sonra ortalık tamamen ağaracak ve düşman, askerlerimizi görebilecekti. Düşmanın piyade, mitralyöz ateşi başlarsa ve kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı düzende duran askerlerimiz üzerinde bir defa patlarsa, hücumun imkansızlığına şüphe etmiyordum. Hemen ileri koştum. Hücum safının önüne geçtim. Gayet seri ve kısa bir teftiş yaptım. Yüksek sesle askerlere selam verdim ve dedim ki:

Askerler! Karşımızdaki düşmanı mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız!

Dört saat mücadeleden sonra 23. Ve 24. Alaylarımız Conkbayırı’nı tümüyle düşmandan temizledi ve 28. Alay da Şahinsırt’ın en yüksek sırtını geri aldıktan sonra Sarıtarla-Ağıl üzerine batıya saldırdılar. Birliklerimiz önüne çıkan düşman kıt’alarını mağlup ediyor ve hezimete uğratıyordu. Conkbayırı, askerlerimizin eline geçtikten sonra düşman karadan ve denizden yönelttiği seri ve yoğun topçu ateşiyle Conkbayırı’nı cehenneme çevirmişti. Gökyüzünden şarapnel, demir parçaları yağıyor, büyük çaplı deniz toplarının tam isabetli mermileri yerin içine girdikten sonra patlıyor, yanımızda, kenarımızda büyük lağımlar açıyordu. Bütün Conkbayırı yoğun dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes kaderine razı, akıbetini bekliyordu. Etrafımız şehitler ve yararılarla doldu. O esnada göğsüme bir şarapnel parçası isabet etti, fakat vücuduma giremedi, bir subayımın hediye etmiş olduğu cebimdeki saate çarptı, parça parça etti. Bu saat enkazını daha sonra hatıra olmak üzere Liman von Sanders’e hediye ettim, o da bana üzerinde aile asalet arması bulunan kendi saatini verdi. 8 Saattir savaşıyorduk, düşmanı kıyılardan bile temizlemiştik. Taaruzu durdurma emri verdim.”[51]

O gün de İngilizler için korku verici bir gün olmuştu. Karanlıkta, hiçbir ses yokken birden “Allah Allah!” nidalarıyla bağırarak, ellerinde süngülerle üstlerine atlayan Türklerle karşılaştılar. “Böyle giderse kazanacağız, az sabır!” diye ümitlenirken geldikleri gibi gerisin geriye kaçmak zorunda kaldılar ve aylardır tuttukları bütün mevziler ve tepelerden oldular. Yüzerek dretnotlara kaçmak, boğulmak durumundalardı.

10 Ağustos 1915’de yaşanan Conkbayırı muharebeleriyle alakalı General Hamilton şunları yazar:

“Zamanımız fenninin hazırladığı bütün silahları ellerinden atarak, hasımlarımızla boğaz boğaza dövüşen erlerimizin yanına Generaller de katıldılar. General Cayley, General Cooper, General Baldvin o gün hayatlarını kaybedenler arasındadırlar. Türkler, birbiri ardınca, pek yiğitçe savaştılar. Bu boğuşmayı yazı ile tasvir etmek mümkün değildir.” [52]

Birdwood da o günün zayiatının 12 bin civarında olduğunu bildirmiştir. Emperyalizm, ilk büyük yarayı Çanakkale’de almıştır. Zafer kesinkes Türklerindir. İngilizler, resmen geldiklerine pişman olmuşlardı. Yüksek rütbeleriyle, daha da yükselmek için bu savaşa gönüllü katılan subaylar alınlarında bir kara leke ve başarısızlıkla, tabiri caizse g…lerine baka baka geri dönmek zorunda kalacaklardı. İngiltere’den “Savaşı durdurun! Yeter artık!” telgrafları gelmeye başladı.

Bizde ise moraller yükselmiş, güçlü bir inanç hakim olmuştu. Conkbayırı Taaruzu hakkında Fahrettin Altay Paşa’nın yorumu şudur:

“Mustafa Kemal, 10 Ağustos’ta yalnız İstanbul’un değil, bütün bir memleketin işgalini önlemişti. Artık ümitleri kalmayan İngilizler, iki ay sonra Gelibolu Yarımadası’nı boşaltıp, çekilip gitmeye mecbur kalıyorlardı.”

Zaferin Ayak Sesleri

Demem o ki, bunca olay yaşanmışken, hem Alman hem de Osmanlı subayları arasında Atatürk’ün kararları bu denli isabetli olmuş ve başarı getirmişken, gösterdiği metanetle “Anafartalar Kahramanı Sarı Paşa!” ünvanını almış, kısa süre içerisinde Yarbaylıktan Miralaylığa yükselmişken, “Atatürk’süz bir Çanakkale Savaşı Tarihi” yazmaya kalkmak, halt etmektir. Buna teşebbüs etmek için ya kör, ya cahil, ya nankör; ya da azılı bir Atatürk düşmanı olmak gerekir. Atatürk, “Anafartalar Kahramanı” olarak her zaman hatırlanacaktır ama bugünlerde Atatürk’e çamur atmaya kalkanları yarın halkımız ya hatırlamayacak, ya da “yalancı” olarak hatırlayacaktır.

Buyrunuz, 10 Ağustos’ta elde edilen bu başarıdan sonra ertesi günü Beşinci Ordu Kumandanlığı’na çekilen telgraf:

“Bugün öğleden evvel saat 4:30 sıralarında Sekizinci Tümen cephesinde yapılan hücum başarıyla son bulmuş ve düşman Conkbayırı’ndan püskürtülüp atılmış ve Şahintepe’nin yüksek kısmı da zapt edilip geri alınmıştır. Ganimet olarak elde edilen silah vesaire hakkında tam bilgi alınamadığından bunlar daha sonra arz edilecektir.

1. Dördüncü Tümenden On Dördüncü Alay ile Yedinci Tümenin Yirminci Alayının İkinci Taburu birlikte kışlalarındaki Kayacıkderesi güneybatı sırtlarına taaruz etmişler ve kısmen adı geçen derenin güney yamaçlarına çıkmışlardır.

2. On İkinci Tümen mıntıkasında dün yapılan taaruzda düşman üç binden fazla ölü bırakmış ve Otuz Dördüncü Alay tarafından iki makineli tüfek ele geçirilmiştir.

3. Kıtalar zapt edilen mevzilerde tahmikatla bilhassa Conkbayırı’nda 161 rakımlı tepede birer dayanak noktası yapmakla meşgul oluyor.

-Anafartalar Grubu Kumandanı, Mustafa Kemal”[53]

Zaman böylece geçti. İngilizlerden artık ses çıkmıyordu. Gizliden gizliye geri dönmeye hazırlanıyor ve yavaşça birliklerini topluyorlardı. Hatta mevzilere silah bağlayıp sanki asker varmış gibi bir görüntü vererek askerleri tahliye etmeye başladılar. Yorucu geçen aylardan sonra Mustafa Kemal iyice rahatsızlanmaya başladı. Böbrek sancıları ve sıtma krizleri baş gösterdi. Kendisine Alman kralından bile nişanlar gelirken, sıhhatlar dilenirken, 4 Ekim günü teftişe gelen Enver Paşa, Mustafa Kemal’i ziyaret etme gereği bile duymadı.[54]

Mustafa Kemal, düşmanın çekileceğini haftalardır biliyordu. Düşmanın Gelibolu topraklarında artık başarı şansının kalmadığının farkındaydı. Enver Paşa’ya düşmanın sessizce kaçmasına meydan vermeden ani bir taaruzla nihai bir zafer almayı teklif etti fakat bu tasarısı reddedildi. “Artık feda edecek tek bir askerimiz bile yoktur.” denildi.

Mustafa Kemal, 10 Aralık 1915’de “Öyleyse bana da gerek yoktur, savaş zaten bitmiş sayılır. İngilizler pes ettiklerini birkaç güne bildirirler.” Diyerek istifasını verdi, zaten Enver’in terbiyesizliği yüzünden buna sonuna kadar hakkı vardı. Bir savaşın galibi olarak, hem de tabiri caizse süper bir akıl gösterisi sergileyerek böyle bir hizmet vermiş olduğu halde ziyarete bile gelinmemesi kabul edilemez bir terbiyesizlikti.

Liman von Sanders bu istifayı ne yaptı etti, hava tebdiline çevirdi ve onu izne gönderdi, zira gelecekteki savaşlarda ordunun ona ihtiyacı olacaktı. Mustafa Kemal, İstanbul/Beşiktaş’ta kiraladığı evde dinlenmeye ve iyileşmeye çalıştı zira söylediğim üzere böbreğinden hastaydı ve zor savaş şartları altında, sabah akşam barut ve kan kokusu solumak onu iyiden iyiye kötüleştirmişti. Zaten 9 gün sonra da aynen öngördüğü gibi savaş tamamen bitmiş olacaktı. İngilizler mevzileri terk edeli haftalar olmuştu ancak mevzilere kasıtlı olarak dikilen silahlar yüzünden nöbetçiler bunu fark edememişti. Zaten emir gelmediği sürece kimse başını çukurlardan kaldırıp bakmaya yeltenmiyordu.

Aralık 1915’de, İngilizler Gelibolu’yu tamamen boşaltmışlardı. Türk birlikleri de sadece devriye görevi görecek miktara indirilmişti.[55]

Sonuç

Değerli okurlar; savaş, insanı erken büyümek zorunda bırakan bir olaydır. Savaşla geçen bir gün, insanı 10 yıl yaşlandırabilir. Çünkü o ateş altında insanın oynadığı şey, kendi hayatıdır. Fakat eğer o savaş gününde teraziye koyulan yalnız kendi hayatınız değil de, sizin emrinizde olan yüzlerce, binlerce insanın da hayatıysa, işte o zaman Mustafa Kemal’in de dediği gibi “Ölümden daha ağır olan şey” sorumluluk olur ve bu sorumluluk sizi bir gün içinde insanüstü biri yapabilir ve tarihe de adınızı yazdırabilir.

Tabii ki bu savaşın birçok kahramanı vardır. Örneğin, Boğaz’daki mayınlı alanları düşmanın temizlemesine rağmen, saldırı başlayacakken Türkler tekrar gizlice mayın döşemişlerdir. Bu, Nusrat mayın gemisinin askerlerinin tarihe geçen bir başarısıdır ve iftiharla anılır. Mehmet Çavuş gibi, Nusrat Mayın Gemisi gibi, Seyit Onbaşı gibi onlarca kahramanın azmiyle ve bunları en iyi şekilde değerlendiren Mustafa Kemal’in dehasıyla, alnımızın akıyla bu savaştan galip çıktık.

Çanakkale Savaşı, 1. Dünya Savaşı’nda tek kazanabildiğimiz savaştır. Kut’ül Amare gibi muhteşem savunmalarımız da olmuştur fakat Kafkasya cephesi ve Sarıkamış hatırlandığı zaman, Çanakkale Zaferi’nin, “Var olma mücadelemiz.” Açısından ne denli önemli olduğu gayet iyi anlaşılacaktır.

“Metrekareye 6000 mermi düşen savaş!” olarak da anılan Çanakkale Savaşı gerçekten de binlerce ton cephanenin harcandığı, cesetler vadisine dönüşen son derece acı dolu bir savaş olmuştur. Bununla alakalı bir rapor paylaşmak gerekirse, buyrun size düşman orduları kumandanının bir telgrafını sunayım:

“Türklerin bir hafta önce, 24 saat zarfında yalnız Anzak mevzilerine en az bir milyon mermi (tüfek mermisi) attıkları hesap edildi; güney cephemizde, bizim üzerimize yağdırılan mermiler buna dahil değildir. General Birdwood’un siperlerine on dakikada 240 top mermisi atıldığını Amiral Thursby saymıştır. 18 Mayıs’ta bu mevzilere 50 adet büyük top mermisi atılmıştır.“ [56]

Şimdi bunun 8 ay 14 gün boyunca her gün katlanarak devam ettiğini düşünün…

Churchill’in verdiği rapora göre İtilaf Devletleri’nin Çanakkale’deki zayiatı 200 bin civarındadır. Biz de 186.869 şehit, yaralı ve kayıp verdik.[57]

Fakat şunu da unutmamak gerekir ki, düşman askeri dar bir boğazdan gelmek zorunda kalmıştır. Eğer durum Sakarya’da olduğu gibi bir meydan muharebesi olsaydı İngilizler kuvvetle muhtemel kazanacaklardı. Fakat bir kanaldan gelmek ve ilerlemek zorunda oldukları için, gerekli kıyıları, tepeleri almalarına izin vermeyen askerlerimiz tarafından çokça yıpratıldılar. Haritada baktığınız zaman avantaj stratejik açıdan Türkler’dedir. Bizim dezavantajlı olduğumuz kısım, asker sayısı ve cephanemizin azlığıdır. Askerlerimiz zaten başka savaşlardan kalkıp gelmiş ve bırakın cephaneyi; yiyecek yemeği zor bulan insanlardır. Yıllardır saldırıya uğramış insanlardır. Yıllardır kardeşlerini, akrabalarını, hatta uzuvlarını kaybetmişlerdir.

Buna karşın İngiltere güle oynaya asker yollamıştır, tabiri caizse İngilizler “Türk öldürmeye gidiyoruz!” şeklinde sevinç çığlıklarıyla gelmişlerdir. Fakat aynı şekilde İtalyan’ların yüzlerce yıldır çocuklarını gece yatarken korkutmak için kullandığı “Mama, li Turci!” cümlesi gibi, “Annee, Türkler geliyor!” diye car car ağlayarak kaçmışlardır.

Nitekim aklı başında İngiliz Generalleri de zaten başarısız saldırı teşebbüslerinden sonra geri dönmeye niyetlenmişlerdi. Aylardır “Buradan gidelim artık.” Demekteydiler.

Bkz, İngiliz Savaş Lordu Kitchener’in bu konudaki raporu :

“Çanakkale’de kalmak, bütün avantajları düşmanın elinde olan bir oyunu oynamak demektir. Eğer siyasi sebeplere dayanarak işgalin sürdürülmesi gerekiyorsa, her asker elinden geleni yapar. Fakat askeri açıdan bakıldığında çekilmemiz gerekiyor.” [58]

İngiltere’nin 1. Dünya Savaşı’ndaki genel kaybı toplam 900 bin kadardı. İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’nda bile bu denli bir kayıp vermeyecekti. 250 bin Kişi, sivil hayata kol-bacak kayıp şekilde geri döndü. Asıl önemli sorun ise, savaştan dönenlerdeki psikolojiydi. Bu savaş, bütün dünyada en az bir neslin boşa gitmesiyle sonuçlanacaktı.

1 Kasım 1918’de saat 11:00’de Fransa, harap olduğu savaşın galibi olarak, Compiegne ormanında Almanya ile imzaladığı mütareke ile Birinci Dünya Savaşı’nı fiilen bitirmişti. Bilahare barış antlaşmaları arasında, Versailles’da (Versay) mağlup Almanya’dan 1870 savaşının intikamı alınmaya çalışılacak ve bu, İkinci Dünya Savaşı’nı hazırlayan nedenlerden biri olacaktı.

Esasında Birinci Dünya Savaşı’nı sadece mağluplar değil, galipler bile kaybetmişti. Dünya büyük bir değişime girmek zorunda kaldı. Tahtlar ve taçlar kalktı. Birçok ülke parçalandı. Sadece Osmanlı İmparatorluğu değil, Habsburgların Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rusya’nın Romanov hanedanı ve aslında geleneği zayıf olsa da o güne kadar varlığını devam ettiren Alman İmparatorluğu da tarihe karıştı. Birçok ülkede hanedan ailesi bebeklere kadar kurşuna dizildi. Kalan birkaç imparatorluk da 2. Dünya Savaşı’nda temizlenecekti.

Bu savaş birçok millet için kötü sonuçlandı, fakat, belki de en kötü sonuç İngiltere için gerçekleşmişti. Bu savaş sonunda İngiltere teb’asının hayatında fevkalade büyük değişiklikler yaşandı. İngiltere İmparatorluğu, ilk defa dört uzun yıl boyunca kavga etmek durumunda kalmıştı. Bu kavgada ağırlık onun desteklediği Fransa’da değildi.

Neredeydi? Gelibolu’daydı.

Neredeydi? Süveyş’ten sonraki Filistin Cephesi’ndeydi.

Neredeydi? Irak’ta, Kut’ül Amare’deydi.

Dört yılın sonunda İngiltere ordusu yorgundu, İngiltere halkı yorgundu, politikacılar ağır imtihanlardan geçmişlerdi. Kimisi, mesela bizzat Churchill bile bu imtihanı parlak notlarla atlatamamıştı. İngiltere ekonomisi, tarihte yaşamadığı bir buhran öncesine girmişti. Savaşı çok uzattıkları ve bir türlü pes etmedikleri için bunun suçlusu olarak Osmanlı görülmekteydi. Dolayısıyla ilk fırsatta bunun faturası onlara kesilecekti. Nitekim Sevr ve Mondros gibi projeler bunun kanıtıdır. Osmanlı yıkılmıştır. Fakat Osmanlı, yıkılışıyla birlikte yeniden dirilmiş, Türkiye Cumhuriyeti’ni doğurmuştur. İngiltere’ye bakıldığında ise, yıkılmamakla beraber doğru dürüst bir yenilik bile geçirememiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda İngiltere, Dünya gemisinin kaptanlığını kaybetmiş, 1928’de yaşanacak olan Büyük Buhran’la ipleri Amerika’ya kaptırmıştır. “Üstünde güneş batmayan imparatorluk.” Olan İngiltere’de hanedan artık temsili bir konuma gelmiştir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda silah ticaretini sağlayan, ülkelerin birbirini yok etmesi için gerekli desteği sağlayan en önemli ülke Amerika’dır. Tabiri caizse bu savaşlar bir tek Amerika’ya yaramıştır. Amerika’ya bela olmak için ileride SSCB Harekete geçecek, fakat o da başarılı olamayacaktır. O günden bu güne toparlanmaya çalışan ülkelere Amerika yardımda bulunacak, bunun karşılığını da sinsice, misliyle alacaktır –ki, halen daha almaktadır.

Türk halkı, acı dolu Balkan muharebelerinden, parçalanan Ortadoğu’dan, Sarıkamış’ta verdikleri kayıplardan, bitmek bilmeyen Çanakkale savaşlarından bunalmış olsa da yılmamış, bunun üstüne Yunanlarla savaşarak kurtuluş mücadelesine devam etmiş ve kararlı bir şekilde küllerinden dirilmeyi başarmıştır. Diğer dünya ülkeleri bu buhranları başarıyla atlatamamış, nihilizme, komünizme veya ateizme kayarak hayata devam edebilmek adına başka çareler aramıştır. Halbuki Yeni Türkiye, sadece yenilik üstüne yenilikler getirerek bile güçlü iradesini tarihe kanıtlamıştır.

Alman halkı Nazizm’in, İtalya Faşizm’in, Sovyetler SSCB’nin kurbanı olmuş, daha doğuda ise Mao, halkını felakete sürüklemiştir. Türkiye ise sadece Hilafet’i kaldırarak, modernleşerek, Laikleşerek hayatta kalmayı başarmış, fakat nedense yine de torunlarına yaranamamıştır. Öyle ki hala günümüzde Atatürk beğenilmemekte, onun başarıları küçümsenmekte, hatıraları unutturulmaya çalışılmaktadır.

Atatürk not defterine altı çizili olarak şunları yazmıştır:

“Ben binbir müşkil karşısında yıkılacak bir insan olsa idim, büyük işlerin rehberliğinde, milletim beni yalnız ve yaya bırakırdı. Milletimin hüsnüniyetine daima minnettarım.” [59]

Zira Atatürk, gerçekten de hayatı boyunca binbir müşkil karşısında kalmıştır. Atatürk’ün Çanakkale’ye Yarbay olarak gidip Tuğgeneralliğe yükseldiği herkesçe bilinir, zira siz de bilmiyor idiyseniz bile bunu bu yazıda öğrenmiş oldunuz. Fakat şimdi söyleyeceğim halk tarafından az bilinen bir husustur:

Atatürk’ün Çanakkale’de generalliğe yükseldiği sanılır. Halbuki bu durum aylar sonra gerçekleşmiştir. Evet, normal şartlarda Çanakkale’den Tuğgeneral olarak dönmesi gerekirdi, zira aldığı madalyalar ve gösterdiği başarılar ortadadır. Fakat bu terfi bir türlü gelmemiştir. Herkes “ne zaman rütbe atlatılacak, gidelim tebrik edelim” diye beklerken, bunun dedikodusunu yaparken, Enver bu süreci ertelemek için gelinden geleni yapmıştır.

Enver, Mustafa Kemal’deki potansiyelden ve hırstan korkmaktadır. Önü açıldığı taktirde Başkomutanlığa kadar gelebilecek ve çevresindekileri etkileyebilecek birisi olduğunu bilmektedir. Bunu da açık açık dile getirmişliği vardır.

Öyle ki, bir gün “Bu terfi amma da gecikti, Enver, Kemal’in başarılarını gölgelemek ister gibi…” şeklinde aralarında konuşan Talat ve Dr. Kazım’ı duymuş ve içeri girerek şunları söylemiştir:

“Neden Mustafa Kemal’i terfi ettirmediğimi konuşuyorsunuz. Bakın, işte terfi belgesi elimdedir. Fakat bilin ki, onu generalliğe yükselttiğimizde mareşal olmak isteyecek, mareşal olunca da yetinmeyip Sultanlığı isteyecektir. O yüzden ona istediklerini bir anda değil, zamanla vermek daha makbuldür.”

Yıllar sonra Atatürk bu konuşmayı duymuş ve onaylar nitelikte şunları söylemiştir : “Enver’in böylesine akıllı ve ileri görüşlü olduğunu bilmezdim.”[60]

Mustafa Kemal, başarı sebeplerini Ruşen Eşref’e verdiği röportajda şöyle ifade etmiştir:

“Biz, kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Fakat, size Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arası mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperlerin hiçbirisi kurtulamamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler onların yerine gidiyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılıkla ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendinin de öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran-ı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler ise Kelime-i Şehadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebeleri’ni kazandıran da bu yüksek ruhtur.”[61]

Atatürk, binbir güçlükle karşılaşmış, hem askeri alanda hem de politikada sürekli üstüne oyun oynanmış bir adamdır. Hani derler ya, meyve veren ağaç taşlanır; onunki de o hesaptır. O, bütün bunlara göğüs germiş ve başarılı çıkmış biridir, bu yüzdendir ki büyük bir adamdır. Bugün bile hala onun üstüne oyunlar oynanmaktadır. Birçok sahte belge uydurulmakta, “Lozan’ın gizli belgeleri!”, “Lozan’da satılan 13 Adalar!”, “Lozan’da Patrikhane’ye verilen Tavizler!” gibi uydurma olaylar halka dayattırılmaktadır. Bunlar hiçbir belgeye dayanmayan, hiçbir haysiyeti olmayan saldırılardan ibarettir. Atatürk gibi büyük bir sembole böyle küçük adamların pençeleri kat’iyen erişemeyecektir. Peki, Atatürk’e göre büyüklük nedir?

Atatürk, her ne başardıysa kendi iradesiyle, kendi yeteneği ve zekasıyla ve Türk halkının sarsılmaz desteğiyle başarmıştır. O, arkadaşları sayesinde değil, arkadaşlarına rağmen başarılı olabilmiş bir dehadır. Bu yüzden de o tam manasıyla “büyük bir adam”dır.

Daha Selanik yıllarında bile Cemal Paşa’ya söylediği sözler bunu ortaya koymaktadır:

“Kimselere kendinizi beğendirmek derdine düşmeyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. Şunun bunun pöhpöhünden kuvvet almaya tenezzül etmeyiniz. Büyüklük odur ki hiç kimseye eğilmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki mefkure ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, asla irkilmeyeceksin. Önüne sayısız engeller yığacaklardır. Kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra da sana büyüksün derlerse bunu diyenlere gülüp geçeceksin!”[62]

Öyle ya da böyle I. Cihan Harbi yaşanmıştır ve milyonlarca kayıp verilmiş, imparatorluklar ve krallıklar yıkılmış, yeni ahlak kavramları gelişmeye başlamıştır. Osmanlı savaşa katılmadan paçayı kurtarabilir miydi ya da en azından ne kadar az zararla bunu atlatırdık bilemiyoruz. Bu husustaki raporlardan, belgelerden ve dönemin dünyasından bir önceki yazıda uzun uzadıya bahsetmiştim.

Burada tartışılması gereken Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi değil, savaş sırasındaki ve sonrasındaki siyasi ve askeri stratejileridir. Dönemin hükümeti bu noktada çok büyük hatalar yapmıştır. [63]

  • Türk ordularını Alman subayların komutası altına vermişlerdir.
  • Geleceği doğru okuyamayarak Anadolu dışında; Arap çöllerinde ve Transkafkasya’da gelecek aramışlardır.
  • Alman çıkarlarının, Türk çıkarlarının önüne geçtiğini fark edememiş ya da bunu engelleyecek iradeyi gösterememişlerdir.
  • Savaş sonrasında, Wilson İlkeleri’ne güvenerek ve “İngilizlerin merhameti”ne sığınarak Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamışlardır.

Şimdilik “Ya şöyle olsaydı!” şeklinde bir tarih yazımına gitmek tamamen roman uydurmak olur. Nitekim Çanakkale’yle alakalı zaten birçok yalan tarih yazımı yapılmıştır, tonla uyduruk kitaplar Bestseller olmuştur. Bunların içinde “Çanakkale’de Atatürk yoktu!”, “Atatürk düşük rütbeli bir adam, o kim oluyor da Çanakkale’yi kurtarıyor! Orada ne üst rütbeli subaylar var!” diyenler var. Bunu söylemek için ya zırcahil ya da Atatürk düşmanı olmaktan başka gerekçe göremiyorum. Zaten yazıda defalarca tekrarladım fakat önce de dediğim gibi, bazılarının kıt kafalarına zühur edebilmesi için bunu ısrarla, bastıra bastıra söylemek gerekiyor.

Çanakkale ve Atatürk, bu millet için övünülesi bir anıt’tır. Allah kimseyi Çanakkale gibi, Kurtuluş Savaşı gibi savaşlarla, İnönü Muharebeleri’yle, Cumhuriyet’le ve Atatürk İlkeleri’yle övünemeyen, bunlardan utanan, “Keşke Yunan kazansaydı!” diyen insanlara itibar edecek kadar cahil bırakmasın.

Yazıyı buraya kadar okuyan herkese teşekkür ederim. Benim tek derdim, okurlara bir şeyler katabilmek, günümüzde internet yüzünden yalan tarihe inanmaya başlamış insanlara gerçekleri gösterebilmektir. Özellikle tarih ve din içerikli yazılarımda objektif kalmaya, tarafsızlık göstermeye gayret eden biriyim. Fakat burada size Çanakkale’yi anlatırken, 1. Dünya Savaşı’nı anlatırken başarılı-başarısız olayları anlatmaktan kaçınır, ya da birini övmekten-yermekten korkarsam asıl o zaman tarafsız bir bilgi sunamamış olurum.

Dolayısıyla bu yazıda sırf Atatürk’ün gayretlerini aktardığım için bu birilerine batıyor ya da zoruna gidiyorsa, yazık ki bu onun basiretsizliği ve cehaletinden kaynaklıdır. Aksi türlüsünü düşünmek bile istemiyorum. Çanakkale’den Atatürk’ün adını çıkardığınız zaman, ortada sadece 8 ay 14 gün süren bir başarısızlık örneği kalır. Kaldı ki Atatürk olmasa o savaş 2 ay bile sürmezdi sizin de gördüğünüz üzere.

Ayrıca, Enver Paşa ile Atatürk’ün anlaşmazlığını aktardığım için burada “Enver Düşmanı!” olmakla suçlanacağıma eminim. Halbuki Enver, benim çok sevdiğim bir kişidir. Yazık ki başarılı olamamıştır, fakat has bir vatanseverdir. Vakit bulursam Kut’-ül Amare’yi de, Sarıkamış’ı da, İttihat ve Terakki’yi de bütün iddialarıyla aktarmaya çalışacağım. Umarım bu yazı sizler için bir şeyleri aydınlatıcı olabilmiştir. Sıradaki yazılarımda ve kısmet olursa ilk kitabımda görüşmek üzere. Keyifli okumalar…

https://www.facebook.com/diamondtemaofficial/notifications/

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım tamamen bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden ve benden izin almadan herhangi bir makalemi elektronik ya da matbuu mecrada kullanmanız halinde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

Kaynakça

[43]- H.C. Armstrong, “Bozkurt”, Arba Yayınları, 4. Baskı, 1997, İstanbul. s.50

[44]Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, İnkılap Yayınevi, İstanbul-2018, s,137.

[45]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s231.

[46]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s241.

[47]H.C. Armstrong, “Bozkurt”, Arba Yayınları, 4. Baskı, 1997, İstanbul. s.51,

[48]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s.254.

[49]Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, İnkılap Yayınevi, İstanbul-2018, s.138

[50] H.C. Armstrong, “Bozkurt”, Arba Yayınları, 4. Baskı, 1997, İstanbul. s.52,

[51]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı s,444–46.

[52]Şevket Süreyya Aydemir — Tek Adam, 1963, Ankara, 1. Cilt, 1. Baskı, s235.

[53]Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, 1903–1915, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İlk Baskı, s260.

[54]Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, Kaynak Yayınları, 4. Basım, Mart 1998, s.173

[55]H.C. Armstrong, “Bozkurt”, Arba Yayınları, 4. Baskı, 1997, İstanbul. s.54,

[56]Sir George Arthur, Savaş Lordu Kitchener, Kurtuba Kitap, 1. Baskı 2010, s204.-213–14

[57]Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 4, S.430

[58] Sir George Arthur, Savaş Lordu Kitchener, Kurtuba Kitap, 1. Baskı 2010, s257

[59]ATATÜRK’ün Not Defterleri, Ali Mithat İnan, Gündoğan Yayınları, 3. Baskı, 1998, s139.

[60]Paraşkev Paruşev, Demokrat Diktatör, E Yayınları, 1. Baskı, 1973, s,105

[61]Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal ile Mülakat, s.102.

[62]Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Hatıraları, 1914–1919, İş Bankası Yayınları, 1965.

[63]Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 5. Baskı, İnkılap Yayınevi, s39.

--

--

Diamond Tema

Din, Bilim ve Tarih üzerine yazılar yazmaktayım. Ayrıca Youtube adresimiz: https://www.youtube.com/c/diamondtema