Depremler ve İnsanlar

Çocukluk yıllarımdan bu yana sembollere karşı kuvvetli bir sezgim var. Bu kez güneş tutulmasının uğursuzluğuna tutulmuştum.

Salih Seçkin Sevinç
14 min readFeb 11, 2023

1999 İstanbul depremi olduğunda İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi idim ve 19 yaşındaydım. Mersin Taşucu’nda babası kaptan olan bir arkadaşımın yanından, unutulmaz bir ergen tatilinden dönmüştük. 11 Ağustos 1999'da büyüklüğü 1029 olan bir güneş tutulmasına Silifke’deki Cennet-Cehennem mağaralarını gezerken şahit oldum. Hava gün ortasında kararmış, üstümüze büyük bir gölge düşmüş, sanki hiç tanımadığım gezegenlerin rüzgarları yüzümü yalamaya başlamıştı.

11 Ağustos 1999 — Güneş Tutulması

Çocukluk yıllarımdan bu yana sembollere karşı kuvvetli bir sezgim var. Bu kez güneş tutulmasının uğursuzluğuna tutulmuştum. İstanbul’daki evime döndükten iki gün sonra deprem olmadan önceki akşam bu semavi olayı ve evrendeki hareketliliğin biz canlılar üzerindeki ürkütücü boyutlarını düşünüyordum.

Güneş niye tutuldu şimdi?

E, normalde araya giren ay güneşin gücüne meydan okumuyor mu? Güneş bu engellemenin hesabını sormaz mı?

Ay güneşi nasıl engelleyip de gölge eder?

Sen kimsin ki bacak kadar boyun ile güneşi, ana enerji kaynağımızı engelliyorsun?

Bu gezegensel işleyişe engel olan tutulma matematik sonuçlara gebe değil mi? Dünya/yeryüzü buna bir tepki vermez mi? Verse ne kadar verir?

Bunlar çocukça “A priori” düşünceler… Gördüğüm ve şahit olduğum kadarıyla, hayal gücüm ve sezgilerimle çıkarımlar yapıyordum. (Hala da yaparım. Zaten beni de bu yazar yaptı sanırım.)

11 Ağustos 1999 Tam Güneş Tutulması

1999 İstanbul Depremi

Altı gün sonra gece yarısı, yine o uğursuz sezgilerimden olsa gerek, depremden iki dakika önce (03:00'da) göğüsümün üzerinden bir gölge geçmişçesine ürperti ile uyandım. Hissi sanki geçen gün gördüğüm güneş tutulmasının bendeki izdüşümü gibiydi.

Tanımadığım gezegenlerin ağırlığı yüreğimi eziyordu.

Benden yedi yaş küçük erkek kardeşimle birlikte annem ile babamın karşısındaki odada çek-yatta birlikte uyuyorduk. Ben duvar tarafındaydım. Tekirdağ Malkara’da yaşayan yengem ve bizlerden yaşça biraz daha büyük iki oğlu bize tatile, İstanbul’u gezmeye gelmişlerdi. Yattığımız odaların camları havanın sıcaklığından ardına kadar açıktı.

Uykum ansızın bitmiş, duyularım hızlıca açılmıştı. Dışarıdan daha önce tanımadığım derinlikte, boğuk ve korkunç bir ses geldi. Saat tam 03:01'de İsrafil sura üflüyordu. 03:02'de kıyamet başladı. Ayağımızın altındaki zemine, yerçekimi denen güce artık güvenemez hale gelmiştik.

Vay, demek buraya kadarmış!” dedim. Kusursuz kıyamet planı işlemeye başlamıştı işte. Sabah olmayacak, güneş öteki taraftan son kez doğacak, sonra tüm insanlığın ve gezegenimizin sonu gelecek, böylece hepimiz evrenin karanlığına gömülüp gidecektik.

Derken annem ve babamın besmeleler eşliğinde, panikle karşı odadan seslendiklerini duydum. “Deprem, deprem!” diye bağırıyorlardı. Sonra kardeşim ve benim adımı haykırdılar.

Annem ve babam bizleri korkuyla kapının girişine (kiriş altına) topladı. (Babam İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Fakültesi mezunu, o yıllarda Kentbank isimli bankanın İnşaat Emlak Ekspertiz Müdürü ünvanıyla çalışıyordu, annem ise Emekli Sandığı’ndan emekli memurdu.) Her nasılsa annemin tıpkı benim “A priori” bilgilerim gibi ‘kapı altı daha güvenlidir’ düsturu o telaşlı anda hepimizin aklına yatkın gelmişti.

Lars Von Trier’in “Melancholia” filminin son sahnesine benzer şekilde birbirimize “güvenli ve korunaklı” bir yerdeymişizcesine sarıldık.

Bir ara o sallantı arasında odamdaki elektro gitarımın yere düştüğünü gördüm. O kutsal mevziden ayrılıp gitarımı tekrar ayağa kaldırdım. Birçok şey yere düşüp, dökülürken en çok elektro gitarımın yere düşmesine öfkelenmiştim. Babam ve annem kapının altındaki kutsal korunağımızdan ayrıldığım için bana kızdılar. İşte hayatta olmak da böyle bir şeydi aslında. Ortada rasyonel olan bir şey yoktu.

Algılarımıza dayalı “sakat” hakikat bilgimiz ile irrasyonel hayatlarımızı rasyonel hale getirmeye çalışıyorduk sadece. Buna da günümüzde hala “yaşamak” diyoruz.

Sallantının uzun sürdüğünü hatırlıyorum. Bitmek bilmedi. Duruyor gibi yapıp devam etti. Beşik gibi salladı da salladı. Sonra sallantı durduğunda apar topar evden dışarı attık kendimizi.

Photo by moein rezaalizade on Unsplash

Depreme Dair Bilgilerimiz Hep “A priori”

Oysa ki daha önce hatırladığım en belirgin depreme yıllar önce 4,6 şiddeti ile ortaokuldayken yakalanmıştım. Dersin ortasında alttan şöyle bir vurup, iki salladığını ve sonra hemen durduğunu hatırlıyorum. Öğretmenlerimiz de bizi önce sıralarımızın altına sokmuş, daha sonra da erken vakit evlerimize göndermişti. Bu kadar! (Bana kar tatili falan gibi gelmişti deprem o yaşlarda. Sonra da kimse bize bir daha deprem üzerine bir ders/eğitim vermedi.)

Peki o deprem ise bu 1999'da yaşadığımız neydi!?

Bu benim için çok yeni ve hazmetmesi zor bir bilgi idi.

Depremin şiddetinin sallanma süresinin uzunluğu ile doğru orantılı olduğunu 99 depremi ile öğrendim mesela. Fay hattının yeryüzüne yakınlığı ile yıkımın daha fazla olacağını yine 99 depremi ile öğrendim. Ülke olarak sürekli kırılabilecek fay hatları üzerinde olduğumuzu, böylesine büyük bir depremin felaket yıkımlara yol açabileceğini, binalarımızın depreme uygun yapılmadığını, müteahhitlerin üçkağıtçı olduğunu, siyasetçilerin laf salatasından başka bir şey yapmadıklarını, vicdanlarımızı hızlıca rahatlatıp hayatlarımıza dönebilmek için fevri yardımlaşma çağrılarının tertiplendiğini, deprem sonrası yağmaların olduğunu, acısından başını kaldıramayan insanların ağzına muhabirler tarafından mikrofonlar sokulduğunu, mucize diyerek çocukların ve hatta anne babasını kaybeden bebeklerin (sonraki yıllarda yaşayacakları travmaları zerre düşünmeden!) boy boy fotoğraflarının basıldığını, insanların bunları şak-şaklayarak vicdanlarını rahatlattıklarını ve çoğunun aslında zerre kadar empati kuramadığını, hatta empati yoksunu olduğunu öğrendim.

Başka ne öğrendim biliyor musunuz?

Deprem sonrası gece yarısından öğlene kadar dışarıda aç ve uykusuz bekleyince eve tek başıma uyumak için geri dönmüştüm. Herkesin korkudan evden içeri adım atacak hali yok iken ben geri dönüp yatağa uzandım ve çok büyük bir artçı deprem ile tam uykuya dalmak üzereyken yerimden sıçrayarak uyandım. O andan sonra da bir daha eve girmedim.

Büyük depremlerin ardından en az ilk deprem kadar etkili artçı depremler olduğunu, artçı depremlerin hafızada ana depreme nazaran daha çok yer ettiğini de ilk kez 99 depreminde öğrendim mesela. AKUT gibi bağımsız ama örgütlü sivil toplum kuruluşlarının böyle bir afette ne kadar etkili olabileceğini, tektonik hareketlerin bunca yoğun yaşandığı ülkemizde deprem üzerine, ilk yardım üzerine zerre eğitim verilmemesinin, hatta bunun üzerine bir dersin olmamasının ne kadar büyük şuursuzluk olduğunu, aslında ülkemizde insan hayatına (yaşama) zerre değer verilmediğini, öte dünya inancı ile kaderciliğin, bu dünyanın gerekliliklerinin üstünü örtmek adına paçavra ve cahil insanların hatalarını kapatmaya maske olarak kullanıldığını, düştüğün ve göçük altında kaldığın anda yalnız olduğunu, yıkılan bir binada depremden kurtulmanın ölmekten beter olduğunu ve yücelttiğimiz tüm değerlerin aslında bir anda (30 saniyede) tıpkı depremde yıkılan evler gibi kolayca çökebileceğini öğrendim.

Photo by Derek Lee on Unsplash

Ailemle beraber haftalarca, havalar soğuyana kadar dışarıda, sokağın başındaki boş arazide kaldık. Daha sonra Kozyatağı’ndaki (o zamanki) CarrefourSA otoparkında konakladık. Artçılar azalıp da havalar soğumaya başlayınca mecburen büyük deprem görmüş, hasarlı/yaşlı binalarımıza girip yaşamlarımıza devam ettik.

1999 depreminin yıkımı korkunç oldu. On binlerce kişi öldü, deprem uzmanları aylarca bizleri korkutmaya devam etti. Her toplumsal felaket gibi bu felaket de kendi kahramanlarını ve kendi personalarını yarattı. Hayat her zamanki gibi hayatta kalanlar ile beraberdi. Hayatını kaybedenler ölüler diyarına havale edildiler ve bizim çıkarcı, aşağılık “menfaatler” dünyamızdan hızlıca uzaklaştırıldılar. Acıları ve hatıraları da kaldırılan molozlarla birlikte zaman içinde -ne yazık ki- silinip gitti.

Böylece yaşadığımız fiziksel dünyalarımızdan bir kez daha felaketi ve ölümü defetmeyi başarmıştık.

Lakin asıl önemli kısmı kimse aşamadı.

1999 Depremi

Ruhsal Travma

Depremin kalanlar için psikolojik etkisi fiziksel etkisinden çok daha büyüktür. Bunu hangi uzmana sorsanız size aynı yanıtı verir.

Yıllarca rüyamda deprem olduğunu ve sallandığımızı gördüm. Etkisinden on yıla yakın kurtulamadım. Karakterimin bir yanı hep deprem oldu. (Üstelik 99 depreminde benim bir yakınım da vefat etmedi. Bu kayıpları yaşayanların ruhsal sıkıntılarını ve taşıdıkları ruhsal yükü hayal bile edemiyorum.) Yine de evlerin nasıl yıkıldığını, kaç çeşit yıkılma biçimi olduğunu, sıkışarak ölmenin nasıl bir acıya tekabül ettiğini düşünmekten alamadım kendimi.

Çok ağladım. Çok üzüldüm. Hatta yıllar sonra 2013'de gördüğüm bir rüyada annem ile çok ileri bir zamanda yıkılmış evimizin molozları üzerinde dikiliyorduk. Sanki sadece bizim evimiz değil, tüm Türkiye çökmüş, ülke maddi/manevi enkaza dönüşmüştü. Sokağımızdaki bütün evler (bizimkisi dahil) yıkılmış, taş taş üstünde kalmamıştı. Annemle çaresiz bir biçimde molozların üzerinde aslında insanlığın (kendimizin) çöküşünü izliyorduk.

Bu rüya adeta bugünü haber eder niteliktedir.

Benim için hayat depremden önce ve depremden sonra diye ikiye ayrılır. Deprem adeta bir milada dönüştü yaşamımda. Deprem öncesi ve deprem sonrası diye...

Tanıştığım ve doğumları 99 depremlerine yakın kişilere istemsizce “A, sen depremi bilmiyorsun!” derim. Bunu onları küçümsemek için değil. Yıkımını bilmediği, acısını bilmediği, travmasını bilmediği için söylerim. Çünkü 99 depremlerini yaşayanların oluşturduğu ayrı bir “toplumsal bilinçaltı” vardır. O travmayı yaşayan herkes hala yaralıdır.

Çok kayıplar, çok acılar, çok üzüntüler yaşadık. Bu depremler, yaşadığım 43 yıllık hayatımda toplumsal olarak bende en çok iz bırakan travmadır. İkincisi ise Corona salgınıdır.

Hüzün nedir derseniz? Hüzün depremdir benim için. Oluşturduğu boşluğu bir türlü dolduramadığımız trajedinin ismi hüzündür.

1999 Depremleri Sonrası

1999 yılından sonra ne oldu?

Hafızam bana şunları hatırlatıyor…

Devletimiz elbette bir takım kararlar aldı. Öncelikle bizden zorunlu deprem vergisi almaya başladı. Yapı denetimi üzerine yeni yönetmelikler çıkarıldı. Kentsel dönüşüm adı altında “zenginlerin” evlerini sağlamlaştıran ya da yıkıp yeniden yapan adımlar atıldı. 99 depreminin kahramanları olan Akut ve Nasuh Mahruki siyasi bir alana çekildi; ötekileştirilip, itibarsızlaştırıldı. Görevinden alındı. Tüm İstanbul’un en baştan yapılandırılması aylarca konuşuldu ama bir felakette evlerin yıkılması ve oluşan sonuca göre aksiyon almak her zaman daha kolaydı. Neticede “sistem, planlama, organizasyon” gibi kelimeler lügatımızda yoktu. Bunlar hep ithal edilmiş kelimelerdi. (Bu kelimelerin neden Türk insanının lügatında olmadığını Rahimler ve Adalar isimli makalemde detaylı anlattım.)

Sonra yıllar içerisinde ülkemizin çeşitli yerlerinde irili ufaklı ölçeklerde depremler olmaya devam etti. Her deprem sonrası uzmanlar çıkıp, olacak daha büyük depremler konusunda insanları uyarıyor ama film hep başa sarıyordu.

Üniversite hayatım bitti. Bir süre Amerika’ya gittim. Türkiye’ye dönüp uluslararası bir firmada çalışmaya başladım. Evlendim. 2008 yılında bir erkek çocuğumuz oldu. 2012 yılında eşimle birlikte elimizdeki on yıllık tüm birikimimizi Esenyurt’ta güvenli ve yeni yapılan bir site içerisinde olacağını düşündüğümüz bir evin hayaline yatırdık. (Bulut İnşaat) Binlerce insanla beraber dolandırıldığımızı yıllar geçtikçe anladık. (Benim için metaforik anlamda bu da bir depremdir mesela. )Dolandırıldığımızı anladığımızda tek avuntumuz en azından bu “aşağılık” müteahhitin, altında kalacağımız bir bina inşa etmemiş olmasıydı. (Yapsa o da kesin yıkılırdı çünkü.)

2012 yılında Erenköy’de Bağdat Caddesi’ne yakın kiralık eski bir eve taşındım. Aynı eve 3 yıl sonra “kentsel dönüşüm” müteahhitleri geldi. Zaten kentsel dönüşüm sadece zengin muhitlere geliyordu. Müteahhitler ancak rant var ise binaları yıkıp yapmaya yanaşıyorlardı. Aksi mümkün değildi. O evden mecburi çıkıp Maltepe Başıbüyük’te depreme dayanıklı başka bir kiralık eve geçtim. (Narcity)

Ülkenin bitmek bilmeyen krizleri ardından, ekonomik olarak hepten zorlandığım bir dönemde kendimi nerede buldum biliyor musunuz? Çocukluğumun geçtiği, 1999 senesinde deprem yaşadığım Sahrayıcedit’teki hasarlı baba evimde. Böylece 2016 yılında, evlenerek ayrıldığım baba evime on yedi yıl sonra geri dönmüştüm.

İyi olan artık en azından artık kira ödemeyecektim. Kötü olan ise başladığım noktadaydım. O eve geri dönünce yaşadığım tüm anılarla birlikte zihnime tuhaf, karamsar ve yıllar öncesinden tanıdığım birçok duygu hücum etti. Kaderimi değiştiremiyor, başladığım alandan bir türlü çıkamıyordum.

Sanki yıllar evvel dünyamızın üzerine düşen ayın gölgesi üstümden bir türlü kalkmamıştı. Tutulma halen devam ediyordu.

Bu evin, bu anıların, bu enerjinin değişmesi elzemdi.

Bu ev yıkılmalıydı!

Apartmanımızın genelinde eğitimsiz insanlar vardı ama karşı komşumuz olan müzisyen Hakan Abimiz, İzmir depremi (Ekim 2020) sonrası oğlunun geceleri artık hiç uyuyamadığını ve bu hasarlı evden çıkıp gideceğini söyleyince, onunla birlikte karar verip gerekirse Belediye’ye şikayet etme pahasına (bu durumda eviniz yıkılıyor ve istemediğiniz, küçük hacimlerde bir ev sahibi oluyorsunuz. Kat malikleri de bu yüzden buna asla yanaşmıyor. Yani aslında şu anda herkes hasarlı bir evde oturduğunu ve olası büyük depremde öleceğini biliyor.) harekete geçmeye karar verdik. Kendimize bir son tarih (deadline) belirledik. Özdemir Apt daire sahipleri bütün sürecin kapı girişinde ayaküstü yaptığımız bu konuşma sonrası başladığını bilmez. Kararımız şuydu: Bu zamana kadar eğer bir müteahhit bulunup anlaşılamaz ise biz (Hakan Abi ve ben) belediyeye binayı şikayet edip, onların rızasınca zorunlu yıkılıp yapılmasına razı gelecektik. Evin küçülmesi bizim canlarımızdan daha değerli değildi çünkü. En azından başımızı yastığımıza rahat koyabilecektik.

Ne yazık ki şu anda dairelerinin metrekaresi küçülecek diye evlerini yeniden inşa ettirmekten kaçan milyonlarca insan var. (Bu noktada da suçu kesinlikle kendimizde (kat maliklerinde) aramamız gerekiyor.)

Sonuçta Hakan Abi, tüm apartman sahipleri için bir Whatsapp grubu kurdu ve o günü takiben de onlarca müteahhitle görüşülmeye başlandı. 2022 Temuz ayında nihayet aklımıza en çok yatan bir müteahhitle anlaştık ve evi boşalttık. (Bu süreç elbette anlattığım kadar kolay olmadı. Bir sürü cahil ses elbette buna muhalif olmaya çalıştı ama apartmanda yaşayan gençler ve inşaat mühendisi babam Kayahan Sevinç’in de bu süreçteki ısrarı ve çabası ile yıkım nihayete erdirildi.) Şu anda ev yıkıldı ve belediyeden alınacak onaylar ile sıfırdan inşa edilme aşamasında.

Yapılan analizler ve sonuçlar bize evin gerçekten yoğun hasarlı olduğunu, MR7 üzeri bir depremde, komşusu birçok bina gibi yerle bir olacağını net bir şekilde gösteriyor.

2013 yılında gördüğüm rüya gerçek olmuştu. Depremden tam 22 yıl sonra hasarlı binayı yıkmayı başarmıştık. Ama aynı zamanda Şubat depremi ile birlikte 10 ilimiz de yıkıldı. Memleket ansızın enkaza dönüştü.

Bir gerçek var:

Kendi yıkımlarınızı gerçekleştiremezseniz, yıkımlar sizin üzerinizde kendisini gerçekleştirir.

Şubat Depremleri

“Anadolu çöktü!” Depremi öğrenir öğrenmez ilk tepkim ve ağzımdan çıkan cümle bu oldu.

Yaşananın çok büyük bir afet olduğunu ve sonuçlarının dayanılmaz aşamalara geleceğini hemen anladım. (Sanırım tecrübe böyle bir şey.)

Ekibimdeki arkadaşlarımı da bu doğrultuda uyardım hatta. Sağduyulu olmaya çağırdım. Panik ve şok ile daha büyük bir kaosu tetikleyebileceğimizi söyledim. Ortalık karışacaktı. Yetkili mercilerle koordineli hareket etmemiz gerektiğini, atacağımız her fevri adımın başka felaketlere yol açabileceğini söyledim.

Tahmin ettiğim gibi de oldu. 99 depreminden bu yana deprem felaketi öncesi ve sonrası adına bir adım yol kat edemediğimiz gibi, insanlık adına da bir adım yol kat edememişiz maalesef. Depremin ilk gününden şu ana kadar tüm şahit olduklarımdan, önceki büyük depreme göre çok daha geri gittiğimizi net bir şekilde söyleyebilirim.

Gerekli önlemler ve yaşanılan depremlerden zerre kadar ders alınmadığı gibi, insanoğlu kendi varoluşunu ve “empati” sandığı “ego”sunu depremde göçük altında kalan insanlar üzerinden tatmin etmeye, onların cesetlerinden kanlarını ve ruhlarını emmeye devam ediyor.

Şahsi markalarını ve ürünlerini deprem bölgesine götürerek vicdanlarını rahatlatanlar ölüler üzerinden prim yapıp, egolarını yücelterek vicdanlarını rahatlatırken, gelecekte olası büyük depremlerin hepten yozlaşmış neferlerine ışık tutuyorlar.

Vicdanlarını hızlıca tatmin edenler ve bunu sizlere göstermekten çekinmeyenler, hayata ve kendi dünyalıklarına en fazla sarılanlar, herkesten daha çabuk normalleşecek olanlardır.

Bunu asla unutmayın!

Yukarıda 1999 depremi için ne yazmıştım hatırlayalım;

Ülke olarak sürekli kırılabilecek fay hatları üzerinde olduğumuzu, böylesine büyük bir depremin felaket yıkımlara yol açabileceğini, binalarımızın depreme uygun yapılmadığını, müteahhitlerin üçkağıtçı olduğunu, siyasetçilerin laf salatasından başka bir şey yapmadıklarını, vicdanlarımızı hızlıca rahatlatıp hayatlarımıza dönebilmek için fevri yardımlaşma çağrılarının yapıldığını, deprem sonrası yağmaların olduğunu, acısından başını kaldıramayan insanların ağzına muhabirler tarafından mikrofonlar sokulduğunu, mucize diyerek çocukların ve hatta anne babasını kaybeden bebeklerin (sonraki yıllarda yaşayacakları travmaları zerre düşünmeden!) boy boy fotoğraflarının basıldığını, insanların bunları şakşaklayarak vicdanlarını rahatlattıklarını ve çoğunun aslında zerre kadar empati kuramadığını hatta empati yoksunu olduğunu öğrendim.

O günden bu güne değişen zerre kadar şey yok.

Ara ara ağlama nöbetlerine ben de yakalanıyorum. Sadece depremde göçük altında kalanlara değil, insanlığımızın, ülkemizin altında kaldığı manevi göçüğe de ağlıyorum. İnsan görünümlü akbabaların leş yemelerine ağlıyorum. İnsanlığın bitişine ağlıyorum. Nasıl bu hale geldiğimize ağlıyorum.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yıllar önce söylediği “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” cümlesine ağlıyorum.

Bir Sembol Olarak Deprem

Tüm sembolik mitlere ve kutsal metinlere baktığımız zaman helak olanlara verilen cezaların başında “evlerin başlarına yıkılması” alegorisini görürüz. Demek ki toplumsal bilinçaltında bile, insanlık adına “Deprem” hususunda bir adım bile ileri gidememişiz.

Kuvvetli ve hafızalarda yer eden depremlerin yarattığı içsel görüntü çöküştür. Medeniyet adına var etmeye çalıştığımız her şeyin, tüm değerler silsilesinin çöküşünü sembolize eder. Aile, birey, değer, din, gelenek, yardımlaşma, ahlak, iletişim, teknoloji, yani insanlık adına var ettiğimizi düşündüğümüz her ne varsa Şubat 2023'de Anadolu’da çökmüştür.

İsmi Anadoludur. Arketipi dişidir. Doğru düzgün var edemediğimiz insanlığımızı bir kez daha kendi rahmine (içine) çekmiştir. Bilim insanları tarafından defalarca uyarmıştır. Anadolu bunu tarih boyunca yapmaktadır.

Aslında en başta ahlak ve moralin çöküşüdür deprem. Çünkü deprem öldürmüyor, ama sizin yarattığınız her değeri eğer siz “insanoğlu” akıllanmaz, yani “büyümez” iseniz üstünüze yıkarım diyor.

Şu anda hepimize uğrayan ağlama nöbetleri de aslında fiziki depremin altında yatan manevi depremlere şahit olmamızdan, bu derinlerde yatan manayı/uyarıyı hissetmemizden kaynaklanıyor.

Var ettiğimizi düşündüğümüz her şeyin, tüm değerler silsilesinin çöküşüne şahit oluyoruz.

Kendi göçen insanlığımıza ağlıyoruz.

Siyasetten zerre haz almam. İktidarların işleri iktidar üretmektir. Bizim iktidarlarımız da benim yaşadığım yıllar boyunca iktidar üretmek dışında bir şey yapmamıştır.

Öyle ki dünyadaki tüm siyasi iktidarlar gözümde 23 Nisan’da başkanlık koltuğuna oturan çocuklar nezdinde. Yarattıkları gölgeler, güneş tutulmasında gördüğüm ay kadar gelip geçici.

Mühim olan ise sevgi. Her ne olursa olsun birbirimizi, en azından şu iki günlük dünyada aynı zaman diliminde denk gelebildiğimiz için bile sevmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Düşüncesi ve görüşü ne olursa olsun bir insanı bir deprem süresi kadar bile olsa sevmeyi başaramıyorsak, bir deprem süresince hepimiz aynı göçük altında (tüm insanlığımız ile birlikte) kalmaya mahkumuz.

Sevgiye, hakikate sarıldığımız sürece, uzun zaman da alsa tüm yaralar teker teker sarılır. Işığın kaynağını ve hakikati ise kimse gizleyemez.

Tutulmalar hiçbir zaman daimi değildir.

Erich Fromm’un “Rüyalar Masallar ve Mitler” isimli kitabından bir alıntıyla yazımı sonlandırıyorum.

Gerçekten de insanlığın yarattığı kültürlerin yalnızca geliştirici ve olumlu etkilere sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Uygarlıklar insanları birbirlerine bağlı ve bağımlı yapmıştır. Ama insanlık tarihi içerisinde maddi üretim imkanları , bugüne dek insanların zorunlu ihtiyaçlarını tamamen karşılamaktan uzak kalmıştır. Yani yemek masasına oturmak isteyenlerin sayısı çok olmasına rağmen, masada yalnızca birkaç kişilik yer vardır. Masaya oturabilmiş güçlü kişiler de, kendi yerlerini korumakla meşguldürler. Bunun diğer bir anlamı da, başkalarının yerlerinin zapt edilmiş olmasıdır. Eğer bu masada yer kapmış olanlar Buda’nın, İsa’nın ya da diğer peygamberlerin öğretilerine uygun bir sevgi gösterecek olsalar, ekmeklerini diğer insanlarla da paylaşırlardı. Fakat aksi yönde davranmalarına da kızmamak gerekir. Yemek dolu masaya oturup hayatın tadını çıkarmalarına ve diğer insanlarla hiçbir şeylerini paylaşmamalarına nasıl kızabiliriz ki? Onların diğer insanları ezmelerini eleştirmemek gerekir. Çünkü o sevgi denilen şey, insanlığın yarattığı en yüce fakat aynı zamanda ulaşılması da o denli zor olan bir eserdir. Oysa içinde yaşadıkları toplumlar onlara, kendileri için tehlike yaratanların ezilmesi gerektiğini söylemektedirler. Masada oturanların gücü, genellikle bir zorbanın ya da bir fatihin fiziksel yaptırım gücüdür. Çoğunluğu oluşturan diğer insanların bu güç altında ezilmeleri ve kaderlerine razı gelmeleri kaçınılmazdır. Bu fiziksel gücü her zaman el altında bulundurmak mümkün olmayabilir. Ya da bu güç, geniş toplulukları yönetmekte yetersiz kalabilir. İşte o zaman azınlıktakiler, çoğunluğu oluşturan insanların ruhları üzerinde de bir egemenlik yaratmaları gerektiğine inanmaya başlar ve kendi imtiyazlarını korumak için düşünce ve duyguları baskı altına almaya çalışırlar. Ama bu egemenliği kurma süreci içerisinde hem çoğunluk hem de azınlık ruhsal yönden geriye gider. Öylesine ki, artık gardiyan da bekçiliğini yaptığı hapishanenin bir mahkumu haline gelir. Böylelikle “seçkin” olmayanları idare eden “elit” sınıf da kendi yarattığı dar kalıpların tutsağı olur. Sonuçta, idare edenler kadar idare edilenler de asıl insancıl görevlerinden saparlar. Oysa bu asli görevler insanca düşünme ve hissetmeyi, herkeste bulunan akıl ve sevgi gücünü geliştirmeyi ve desteklemeyi amaçlamaktadırlar. Bu değerleri gelişmemiş bir insan ancak yarım bir insan sayılabilir.

İnsanlık tarihi boyunca görülen böyle bir farklılaşma ve değişim süreci içinde insanların karakterleri de bozulmuştur. Gerçek insanın yapısına ters düşen hedef ve amaçlar ön plana çıkmaya başlayınca sevginin gücü de azalmıştır. Bunun sonucunda iç huzuru ve iç güvenliği kaybolan insanlar, eksiklik ve bozukluklarını dengeleyebilmek için “meşhur olmak”, “dikkat çekmek” gibi garip yollara başvurmaya başlamışlardır. Böylece insanlardaki onur ve birlik duyguları zamanla yok olmaya yüz tutmuş, herkes birbiri üzerinde bir egemenlik kurmaya çalışır olmuştur. İnsanlar artık kendilerini bir ürün ya da eşya olarak görmektedirler. Onurlu olmak, kendini pazarlayabilmek ya da başarılı olmak ile ölçülmeye başlanmıştır. Tüm bunlar göstermektedir ki insanlar toplum içinde yaşarken neyin doğru olduğunu öğrenmekle kalmaz, aynı zamanda neyin yanlış olduğunu da görürler. Ayrıca her an kendi hayat biçimlerine yönelik birçok olumsuz fikrin de etkisi altında kalırlar.

Yukarıda söylediklerim hem ilkel kabile hem de çağdaş bir toplum için geçerlidir. İlkel kabilelerde kesin ve güçlü töreler, insan ruhu üzerinde korkunç bir egemenlik kurmuşlardır. Çağdaş toplumlarda da böyle bir egemenliğe başka biçimler altında rastlanır. Okuma-yazma oranının neredeyse yüzde yüze ulaşması ve kitle iletişim araçlarının inanılmaz bir biçimde yaygınlaşmasıyla beraber birçok kültürel klişe yaratılmıştır. Bu klişeler ilkel kabilelerdeki katı kuralları aratmayacak bir düzeydedir. Günümüz insanı her yönden gelen yoğun bir “gürültünün” esiri ve hatta kurbanlarıdır. Bu gürültünün ardından radyolar, televizyonlar, gazeteler ve filmler saklıdır. Uygarlığın meyveleri olan bu araçlar, sanıldığının aksine, bizi daha akıllı yapmazlar. Ne yazık ki tam tersine, bizleri giderek daha çok şaşkın ve aptal bir hale getirmektedirler. Sonuç olarak insanlık birçok olumsuz etkinin suçsuz kurbanı olmuştur. Gerçeği temsil ettiğini iddia eden yalancı bir akılcılık, normal düşünceyi temsil ettiğini iddia eden kocaman bir saçmalık, büyük bilgelerin ulaşılmaz gözüyle bakılan bilgelikleri ve bunların yarattığı entellektüel tembellik ve korkaklık, bize onur ve gerçeklik diye yutturulmaya çalışılmaktadır. Buna rağmen, çağdaş toplumların ilkel toplumlardaki batıl inançlardan arındığına ve onlardan üstün olduğuna inanılıyor.

Uyuduğumuzda bütün bu olumsuz gürültülerden kurtulur ve kendimizle baş başa kalabiliriz. Böylece de rahatsız edilmeden kendimizi dinleyebilme imkanı buluruz.

Depremde ebedi uykularına dalan tüm vatandaşlarımıza üzerinde yaşadığımız dünyanın tüm “gürültülerinden” uzak “huzurlu” bir istirahat dilerim. Umarım gittiğiniz yerde “Tamam” olursunuz. Zira biz hepimiz burada hala “Yarım İnsanlar” olarak debelenmeye devam edeceğiz.

Ta ki sevgi kazanana kadar!

Asıl süreç esas bundan sonra başlıyor.

Vesselam.

Bu yazının tamamlayıcısı ve duygularıma tercüman olan video da budur. Sağ olun İlker Canıklıgil ve Nevzat Hoca

--

--