Spiritüalizm ve Kuantum İlişkisi Bölüm I
Merhaba bu blogdaki konuları ve daha fazlasını, yeni açtığım Youtube kanalında video olarak paylaşacağım. Dilerseniz kanalı inceleyebilir ve takip edebilirsiniz: https://www.youtube.com/c/diamondtema
Bu yazıda bilimsel araştırmalardan, Kuantum fizik, Kuantum mekanik ve inancın temellerinden bahsedilecek ve Spiritüalizm eleştirisi yapılacaktır. Size belirli bir görüşü aktarmaya ve bunu yaparken elimden geldiğince yazıyı zengin tutmak için birçok konuya değinmeye çalışacağım, bunu yaparken de okuyucunun kolay anlayabilmesi için yapabildiğim kadar basitleştirip yorumlayacağım.
Ruh Nedir?
Peki “ruh” kelimesini kulandığımızda gerçekte ne demek istiyoruz? Yaşamanızı sağlayan enerji mi, kişiliğiniz mi, yoksa var olmanızı sağlayan şey mi? Bilinç diyelim biz buna kısaca çünkü en doğru anlam bu olur. Çünkü her şey bilinç üzerine kuruludur. Bilinciniz yoksa şuan siz olarak düşündüğünüz siz yoksunuz. Bu bilinci yaşamanızı sağlayan bedeniniz ve o bedeni oluşturan atomlar, siz öldükten sonra da bir şeyler oluşturmaya devam ederler. Siz doğmadan önce de ediyorlardı zaten. Kısacası siz bedeninizle ya da beyninizle izah edilebilecek bir varlık olamazsınız.
Eğer siz canlılığınızı bir enerji olarak görüyorsanız, bu enerji siz öldükten sonra da var olacak ve hayvanlara, bitkilere, başka şeylere dönüşecektir. (Kısacası reenkarnasyon) Gene de bu sizin bilinciniz değil, başka bir yaratılış olacaktır. Çünkü siz artık olmayacaksınız, sadece sizi var etmiş olan sistem, çevreye katılacak. Kısacası sizi siz yapan şey, sizin bilincinizdir. Enerjiniz veya atomlarınız değil, farkındalığınızdır. O yüzden ruha “bilinç” diyelim çünkü bilinçli varlıklarız, öyle değil mi? şuan bu yazdıklarımı okuyan sen her kimsen, bilinçlisin ve bunu okumayı seçtin. Şu anda aklından türlü şeyler geçiyor, bir karaktere sahipsin ve bir yaşantın, fikirlerin var doğru mu? Düşüncelerinin bilincindesin, bedeninin bilincindesin, mekanın bilincindesin. Algılıyorsun ve yorumluyorsun. Ve bilincin, senin düşünmeni, algılamanı ve de konuşmanı sağlıyor.
Biri öldüğünde, “onun bilinci de öldü, kayboldu” diyoruz. “artık bu dünyadan gitti. Belki başka bir dünyadadır..” diyoruz ve böylece öteki alem bilinci oluşturuyoruz. Çünkü o ölen yakınımız, artık burada değil. Yani bir bakıma bilinç, hayat ile eş anlamlı. Ve eğer şuan bilimin tam olarak çözemediği bir sır varsa, bu sır bilincin sırrıdır.
Big Bang, Astrofizik, Kozmoloji, Evrim vesaire bir çok şey hakkında bir çok şey biliyoruz. Matematik, fizik, kimya ve biyoloji yasalarını ileri seviyede öğrendik. Ama bilinç bizi yanıltıyor. Aslında, biyolojiyi anladıkça, sinir sisteminin nasıl çalıştığını anlıyoruz ve bilinci anlamak da bir o kadar zorlaşıyor. Bize göre karmaşık gelen şeyler açıklığa kavuştukça, aslında varlığımız ve kendimiz ile alakalı bildiğimiz her şey suya düşmeye başlıyor.
Sabahları uyandığımızda, uyurken gördüklerimizi “Bir rüya gördüm” diyerek geçiştirebiliyoruz. Peki hiç düşündünüz mü; gerçek hayat dediğiniz bu yaşamı rüyadan ayıran şey nedir? bunun da rüya olma ihtimali nedir? gerçeklik olarak algıladığınız şeylerin kesinliği nedir? Gördüklerimiz, duyduklarımız, hissetiklerimiz vs…
Duyu organlarımız ile algıladığımız her şeyin bize beyin tarafından iletilen sinyaller ve yorumlamalar olduğunu sanırım biliyorsunuzdur. Yani bu demek oluyor ki aslında gerçekliğimiz sadece bir yanılsama, beynimizin bize yorumladığı bir biçim ve tam olarak “gerçek” bile sayılmaz. Bize iletilen bu yorumlamaların, gerçekliğin ne kadarını oluşturduğunu bilemiyoruz. Beyin saniyede milyarlarca veri ve bilgi algılıyor ancak bize yorumlayabildiği bunun sadece birkaç bin tanesi.
Yani gerçeklik algımız mutlak gerçeklik değildir, sadece bir yorumdur. Ve beynimizin bize yorumlayamadığı kocaman bir okyanus var arkada. Biz buz dağının görünen yüzünü yaşıyoruz yani. Bunu fark ettiğiniz zaman da artık beynin size tanımlamadığı öz bilinci, bilinç içindeki bilinci, yani bilinçaltımızı vesaire aramaya başlıyorsunuz. Bu da Tanrı arayışına ve meditasyonlara, “kendini bulma” yoluna kayıyor en nihayetinde. Bunlara ulaşamıyoruz, bilemiyoruz; ancak kendi bilincimiz ile alakalı neredeyse eminiz: “Ben varım, ben gerçeğim.”
Size siz olduğunuzu düşündüren bilincin ne olduğuna dair size deneyime dayanan bir fikir vereyim. Beraber test edelim: Gözlerinizi kapatın, ve mesela güneşi düşünün, sıcaklığını hayal edin(yapın lütfen, ve birkaç saniye sonra gözlerinizi açın)… Bunları düşünürken bir deneyim yaşadınız. Ve bu zor değildi, bir niyetiniz vardı ve deneyimlediniz. Şimdi beyninizin içine baktığımızı farzedelim, (ki bugün bunu yapabiliyoruz) bir düşünce düşünürken beyni görüntüleyecek bir takım araçlara sahibiz. Şu an yaptığımız da bu. Bugün bir karbon atomu alıp bir şeker molekülüne koyar ve radyoaktif olarak etiketleyip enjekte edersek, “düşünce” esnasında beynin ne durumda olduğunu görüntüleyebiliriz. Yani bir diğer deyişle: siz düşünürken, bunu resmederiz. Buna Pozitron Emisyon Tomografisi (Pet) denir. Ve bunun başka yolları da vardır. Mesela: Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme. (fMRI)
Sizin düşünceleriniz aslında beyninizde meydana gelen elektriklenmelerden ibarettir ve o elektriklenmeler ne güneşi ne de sembolleri içeremezler. Hazır “beyin” ve “Düşünebilme” konusuna değinmişken, size bunlarla alakalı bilimsel çalışmalar ve “insan olmak”taki farklılığı açıklamaya çalıştığım bir iki yazı sunayım:
Bkz: Beyin, Zeka ve Hafıza İlişkisi
Bonus: Akıl ve Düşünce (Diğer Canlılardan Farkımız)
Konumuza dönersek: Şimdi bir düşünün… O güneşe baktığınızı ve sıcaklığını hissettiğinizi düşünün. Bunu yaparken beyninizin içine baksak, o güneşin resmini görebilir miyiz? Hayır. Ama siz gördünüz? Malesef hiçbir test bu resmi bize gösteremez. (Black Mirror adlı dizinin 4. Sezonunda, kişi düşünürken beynindeki görüntüleri ekrana aktarabilmekle alakalı güzel bir bölüm vardı. ) Beyninizin içinde dönen resimleri en azından şimdiki teknolojimizle görebilme şansımız yok. İleride belki…
O resim sizin beyninizin içinde gerçekleşiyor. Ama beynin içinde ses yok, his yok, resim yok. Beynin içi karanlık ve sadece elektrik ve elektrokimyasal tepkimeler oluyor orada. Gerçekte nöronlar arasında sinaptik ağlar boyunca ilerleyen elektro impulslardan ibarettir beyin. Çok teknik bilgiye girmeden tarif etmek gerekirse: Sinaptik ağları küçük mikro fiber optik kanallar olarak düşünebilirsiniz. Ama siz bir resim gördünüz. Peki, bu resim neredeydi? Resim bilincinizdeydi. Beyninizde değil. Beyindeki elektriklenme mi bu resmi oluşturdu? Ya da resim mi elektriği oluşturdu, ya da niyetiniz mi her ikisini de oluşturdu ve bu niyet nereden geldi? Bunun cevabını beynimizi kurcalayarak, araştırarak öğrenmek neredeyse imkansız. Beyni ne kadar incelersek, bilinç o kadar aldatıcı oluyor.
Yani sizin bütün düşünceleriniz ve bütün algılarınız sadece ve sadece bilincinizde oluşuyor. Bütün kişisel deneyimleriniz, hayalleriniz, istekleriniz, hafızanız, niyetiniz, yaratıcılığınız, seçiciliğiniz, kısacası kişiliğinizin bütün özellikleri. Sizi siz yapan her şey, beyninizin içinde dolaşan o saptanamaz şeyde kayıtlı. Aklınızdan geçirdiğiniz her şey ve içinizden konuşurken algıladığınız sesler de buna aitler. Buna ister Ruh, ister Enerji, isterseniz tesadüfen oluşmuş bir mekanizma diyin. Size kalmış.
Görüş Yetimiz Üzerine
Peki, şimdi de başka bir şey deneyelim. Mesela elinizde tuttuğunuz telefona ya da karşınızdaki bilgisayara bakın. Bir rengi var değil mi? Siyah, beyaz veya kırmızı, fark etmez hangi renk olduğu. Neler olduğunu inceleyelim, karşınızda bir elektromanyetik enerji ya da dalga var, bu oradan gözünüze ulaşıyor ve giden elektromanyetik enerjide bir bozulma meydana geliyor. Bu arada gözlerimiz, aldığı görüntüleri (henüz görüntü haline gelmemiş olsa da ben böyle tarif edeyim) saniyenin 10'da 1'i kadar bir sürede bir araya getirip yorumluyor ve iletiyor. Birtakım fotonlar kırılarak gözlerinize yansıyor ve gözleriniz bazı sinirsel hareketlerle ve biyolojik tepkimelerle bunları yorumluyor, böylece bir resim oluşmuş oluyor. Fakat bu resim kişiden kişiye ve durulan bölgeye göre değiştiği için bu resim tamamen beyninizde, daha doğrusu bilincinizde yaratılmış oluyor.
Yani gözünüz bu optikleri süzgeçten geçirip bir anlam vermeye çalışıyor. Böylece bu bir araya getirilmiş puzzle parçası tipinde sinyaller beyninizde yorumlanacak ve siz, beyninize ulaşan bilginin ne olduğunu “biliyor” olacaksınız. Ancak bunun için ışık lazım. Gözün seçebileceği şeyler lazım. Karanlıkta bu yüzden görüntüyü seçemeyiz ve yeterli ışık olmadığından tamamen karanlık bile değil, bulanık görürüz. İşte bu yüzden birçok bozulma meydana gelir o verileri ve karşısındaki şeyleri tam olarak yorumlayamadığı için beynimiz bize “bilinmeyenden korkma hissi” yollar. Karanlıktan korkmanın temel sebebi budur. Çünkü beyninize ulaşan bilgi size tam olarak “anlatılamamıştır”. Bunu rüyanızda yüksek bir yerden düşerken veya öldürülürken uyanmanıza benzetebilirsiniz. Beyniniz henüz 100 metreden düşüp çarpmayı veya ölmeyi deneyimleyemediği için, bu rüya bile olsa size nasıl yorumlayacağını bilemiyor ve sizi uyandırma yöntemine gidiyor. (Genelde böyle olur. Yoksa 30 kere bıçaklandığınız halde hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam ettiğiniz rüyalar da çıkabilir. Beyninizin tepkisine bağlı)
Kısacası organlarımız süper seviyede iyi değiller. Ancak olabildikleri kadar iyi olmaya çaba gösteriyorlar. Aynı şekilde bize etrafımızda ne olduğunu gösterip anlam katmaya çalışan beynimiz de tam olarak yeterli değil. Yaptığı yorumlamalar ve verdiği anlamlar her zaman doğru çıkmayabiliyor. Bu da sizi zaman zaman şizofrenliğe veya olmayan şeyler görmeye itebiliyor.
Konuya dönersek; sizin şu an telefonunuza baktığınızda gördüğünüz renk (mesela kırmızıysa) gerçekten kırmızı mı? hayır. Ama elektromanyetik spektrumdaki belirli bir frekanstaki görünmez bazı bozunmalar (etkiler) gözümüze ulaşmakta ve orada bozunmaya neden olmakta, bir kimyasal reaksiyona girmekte. Yani beyninize giden bir elektrik akım var ve bu akım kırmızı değil. Nöronlar arası elektrik impulslar yayan sinaptik ağlar var ve onlar da kırmızı değil. Size gösterilen bir şeyler var ve o da kırmızı değil. Beyinde de kırmızı yok. Kırmızı nerede? cevabı siz vermeden ben söyleyeyim: Bilincinizde.
Bedenimizde Emir-Komuta Zinciri
Geçtiğimiz yüzyılda yaşamış Wilfer Penfield adında bir bilimadamı vardı, ruhu araştıran bir beyin cerrahıydı. Ve hastalarını ameliyat ederken ne olacağını görmek için beynin farklı bölümlerini uyarırdı. Deneylerinden birinde beyindeki “Motor Korteks” adı verilen ve bedenin hareketlerini kontrol eden bir bölgeyi uyarıyordu. Ve orayı uyarırken hastasının kolu, yukarı kalkmaya başlıyordu. Ancak hasta bunu bilinçli olarak yapmıyordu.
Dr. Penfield emin olmak için “Sen mi kolunu kaldırıyosun”, diye sorduğunda hasta “Hayır, kendiliğinden kalkıyor. Belki de beynimi uyararak sen kalkmasını sağlıyorsun?” diye cevapladı. (Burada tek bir hasta varmış gibi anlatıyorum ama bu deneyler defalarca kere farklı hastalarda test edilmiştir.) Ve Dr. Penfield, hastasına “Beynini uyarsam ve kalkması komutunu vermiş olsam da, senin bir seçim yapmanı ve başka bir tarafa hareket etmeni istiyorum” dedi. Böylece hasta, komut geldiğinde kolunu diğer koluyla başka taraflara hareket ettirerek, zaman zaman da harekete karşı direnip, diğer kolundan destek almadan bunu başardı. Ve bu basit deney ile Dr. Penfield, çok ilginç bir sonuca ulaşmış oldu. Beynin bedene bir şekilde hareket etmesini söylediğini ve birisinin beyine “Senin bunu yapmana izin vermiyorum, farklı şekilde hareket ettireceğim” dediği sonucuna vardı. Beyinden bedene giden komutu yeniden yazan bir “Karar verici”nin olduğunu söyledi. Peki; bu durumda komuta yerinin nerede olduğunu biliyoruz(beyin) ama, komuta eden nerede?
Yani beyinden bedene giden komutları geçersiz kılan bir “Karar verici” var. Bu durumda siz birer karar vericisiniz. Hayatınızın her anında bir şeyleri hatırlayıp, yorumlayıp geleceğinizle ilgili kararlar veriyorsunuz. Bunun dışında; hayal gücünüze, yaratıcılığınıza ve diğer bahsettiğim özelliklere sahipsiniz. Bu sizin sezgisel yönünüz, özünüz veya bedeniniz ya da beyninizin içinde bulunamaz. Kısacası siz, bedeniniz ve beyninizin içinde olamazsınız. Belki de kendinizi bununla sınırlandırıyor olabilirsiniz? En basit açıklama, sizin şuan orada olmadığınız, bilincinizin beyniniz ya da bedeninizde olamayacağı, ancak bir şeyin size bu hayatı bu şekilde deneyimlettirdiği olacaktır. İşte bu da başlıkta bahsettiğim Spiritüalizm’e geçiş evresi oluyor.
Spiritüalizm Nedir?
Bilmeyenler için açıklamasını burada yapayım: Spiritüalizm, Tasavvufa yakın bir inançtır. Evrendeki her şeyin birer enerji olduğu, madde aleminin birer yanılsama olduğu ve bizim aslında bu maddesel ortamı oluşturan enerjinin bir parçası olduğumuz ve kişiliğimizin, irademizin; kısacası kimliğimizin bu evrenin ufak bir parçası olarak maddesel ortamda bulunmasına karşın, aslında her yerde ve her şeyde olduğumuz, çünkü Big Bang’den beri her şeyin birbiriyle bağlantılı ve “tek” bir enerjiyle iç içe olduğunu savunan bir inanç türüdür. Panteizm ve Panenteizm ile doğrudan bağlantılı gibi görünse de, Karma ve Enkarnasyon felsefesi (sürekli yeniden doğuş ve ruhu nirvana/en üst kademe/Tanrı katı’na ulaştırmak misyonu) ile harmanlanmış, Sufizm türü bir dindir. Günümüzde “New Age” denilen bir şekil almıştır. Bu sürekli yeniden doğuş ve her şeyin, herkesin aslında “tek bir bütün” ve “tek bir iradenin farklı yansımaları” olarak görüldüğü bir ideoloji olarak bilinir. Eskiden de bu düşünce biçimi, günün popüler dinleri veya akla yatkın felsefi düşünceleriyle birleştirilerek (Tasavvuf gibi) bazı toplumlara girmiştir. Günümüzde de Kuantum biliminin bize sundukları ve sunmaya devam ettikleriyle, “bilimle harmanlanmış” yeni bir dine evrimleştirilmiş ve bize “New Age” olarak sunulmuştur. Doğrudan baktığınız zaman binlerce yıldır bu inançda hiçbir şey değişmemiş, sadece gündeme göre “anlatım şekli” değişmiştir. Güncel olarak tarif etmek gerekirse bu inanç, insana “sen bir kulsun”, “sen bu evrende önemsiz bir varlıksın” veya “sen rasgele oluşmuş bir primatsın” demek yerine, “sen tanrısın”, “sen bu evrendeki her şeysin”, “sen evrenin varolma sebebisin” gibi gazlamalarla, özellikle dinden yeni çıkmış veya bir arayış içerisinde olan kişilere sunulmuştur. Nitekim idolojisi veya inandığı dini değiştirebilme cesareti gösterdi diye kendini süperzeka, veya etrafındaki insanlardan daha zeki gören arkadaşlarımız da bu kişiyi pohpohlayan inanca sarılmakta hiç çekinmemişlerdir.
Her neyse, Spiritüalist düşüncenin elbette kuantum dünyası ve bizim şahsiyetimizi oluşturan etkenleri açıklamadaki dil ustalığı ortadadır. Bunu inkar etmeye lüzum yok. Ancak burada bir kurnazlık yapılmakta. Bu da size 2 doğru içerisine bir tane de yanlış fikir katılarak, gizliden gizliye “bilimden sapmış, ama gerçek bilim gibi görünen bir din” sunularak gerçekleşmekte. Size kuantum fiziğiyle alakalı bazı temel ilkelerden bahsedip, kasıtlı olarak araya boşluklar koymak ve bu boşlukları kendi istedikleri şekilde doldurmak, veya gerçekten günümüzde henüz bilinemeyen kısımları bariz bir şekilde “biliniyormuş” gibi kendi fikirleriyle değiştirerek size sunmak. Spiritüalizmin yaptığı budur: maskeli bir “bilimsel din” sunmak. Kuantum ilkelerinden bahsetmişken, bu konuda geniş çaplı bilgi edinmek isterseniz profilimi kurcalamanız iyi olacaktır.
Düşüncelerimizin Etkileri Üzerine
Farkındayım, Spiritüalizm felsefesinden bahsedeyim derken önceki konudan uzaklaştım. Bilinç ve yorumlamalarımız üzerine konuşuyorduk. Bu konuda bir örnek daha verelim, mesela hayal ile rüya arasındaki fark: Rüya görürken, gerçekliğiniz hayal etmenin bir kademe üstünde olur. Çünkü bilincimiz, bize gösterdiği hayali bir nebze daha fazla gerçekçi yaratmış olur. Gerçekten canınızın yandığını hissettiğiniz rüyalar olur olur mesela. Bunun daha üst seviyesi olarak astral seyahat, beden dışı deneyimeme ile alakalı bir çok hikaye duymuşsunuzdur ve bunlar çoğu dinde ve inanışta yer edinmiştir. Bununla alakalı bir çok kitap yazılmıştır.
Kuantum yasalarının bize öğrettiği şeyler arasında en önemlilerden birisi de, Dr Emoto’nun Su Mineralleri Deneyi’dir mesela. Düşünce gücünün maddeye ve enerjiye etki ediyor olması kanıtlanmış oldu ve birçok uzakdoğu kültürü de zaten düşünce gücünün, daha yüksek konsantrasyon ile daha yüksek şeyleri başarabileceğini iddia ediyordu. (Bu Kuran’da yazıyordu zaa xd demeyeceğim merak etmeyin) Demek istediğim, bütün dinlerde, özellikle uzak doğu dinlerinde büyük önem arz eden bir prensip böylece güçlenmiş ve kanıtlanmış oldu. Bu da “edilen duanın gerçekleşmesi”, “nazar değmesi” gibi şeyleri açıklar niteliktedir. İsteyen bunu diniyle bağdaştırır, isteyen ise “dinin sırlarından birini” ortaya basitçe döken bir çalışma olarak görür. Okuyucunun takdirine kalmış.
Deney hakkında bilgi geçmek gerekirse: Birçok öğrenci/kişi çağırılır. Bunların arasında Ateist, Agnostik, Teist birçok farklı ideolojiye sahip insan vardır. Bunların önüne soğuk ortamda dondurulmuş bazı su damlaları koyulur ve bu su damlalarına bakmaları, bu damlalar hakkında kötü şeyler düşünüp küfretmeleri, onları lanetlemeleri istenir. Daha sonra yeni su damlaları getirilir ve bu su damlaları içinse dualar, kutsamalar, sevgi sözcükleri kullanmaları istenir. Yani onlarca farklı insandan, önlerine getirilen 2 farklı su damlası için hem olumlu, hem de olumsuz düşünceler kurmaları isteniyor. Bu deney sonrasında ise bu su damlaları tek tek inceleniyor. İyi düşünceler aktarılmış su damlalarının minerallerine bakıldığında, gayet açık bir şekilde suyun yapısının olumlu şekilde değiştiğini, kötü düşünceler iletilmiş su damlalarınınsa “bozulacak kadar” kötü yönde değiştiği gözlemleniyor. Bu da, inançlı veya inançsız birçok kişinin sadece düşünerek suyun yapısını değiştirebileceğini kanıtlamıştır. Kısacası düşündükleriniz, makroskobik de olsa, mikroskobik de olsa, hatta daha büyük seviyelerde de olsa gerçekleşiyor. Bunun olumsuzuna nazar dersiniz, olumlusuna kutsama dersiniz. Size kalmış.
Spiritüalizm ve Meditasyon İlişkisi
Bildiğiniz üzere dinler , dua ederek ya da meditasyon yaparak (ibadet), öz benliğinize dönmenizi ve Tanrı’yı tanımanızı, onunla barışmanızı ve birleşmenizi, iletişimde olmanızı söyler. Bazı dinlerde ise meditasyon yapmanın amacı; göremediğiniz, bilemediğiniz varlığa ulaşmak değil, bizatihi kendinize ulaşmaktır, yani aslında iç dünyanızı keşfetmektir. Sizi size fark ettirebilen bu sistemin arkasındaki asıl kişiyi bulmak ve onunla bütünleşmektir. Bunu bir ağacın dibine oturarak da yapabilirsiniz, dua ederek de. Genelde de zaten dua etmeniz öğütlenir, dua bir meditasyondur. Tanrı ile konuştuğumuzu düşünürsünüz, ancak bir Ateiste göre kendi kendinize, bir Spiritüaliste göre ise “kendi kendinizle” konuşuyorsunuzdur. Tabii ki bu konuştuğunuz ‘kendiniz’, aslında evreni yaratan ve sizin bu ufacık kişilik içerisinde sıkışarak bu ruh parçacığınızı yükseltmenize yardımcı olarak asıl benliğinizi, evrenin arkasındaki sırrı, bilincin altındaki asıl bilinci size sunacak olan bir “yükseliş yolu”dur.
Ancak, esas sır, konudan uzaklaşmazsak eğer; bu ufacık bedenin içinde, bir şeyler hakkında nasıl bilgi ve fikir edinebildiğimizdir… “Varlığımızın farkında, ve var olanların farkında olabilme şeklimiz”dir. Spiritüalizme göre bu; bizim zaten bedenimizin içinde olmadığımız, aslında evrenin her yerinde aynı anda var olduğumuz, her şeyle iletişimde olduğumuz, ancak maddesel ortam yüzünden kendimizi beynimiz ve bedenimizle sınırlandırdığımız, dolayısıyla aslında zihnimizin bedenimizin içinde değil, bütün evrenin bizim zihnimizin içinde olduğu ancak bir insan zekasına sahip olduğumuz için bunu fark edemediğimiz iddiasıyla açıklanır. Spiritüalizme göre, bedenin içinde değiliz, beden bizim içimizde. Sen, ben, o değiliz, “biz”iz, hepimiz bir’iz. Bu, bir müslüman için “aşırı şirk, ağır küfür” olarak algılanmalıydı, ancak nedense “ermişlik, evliyalık seviyesinde bilgi” olarak adlandırıldı ve Mevlana Celalettin Rumi, bu Spiritüalist çakması fikirleri İslam dinini içerisine soktuğu için yere göğe sığdırılamayan bir zat oldu ülkemizde. Hatta bu New Age ve benzeri akımlar ikide bir Mevlana’dan alıntılar yaparak hala onu yüceltmeye devam etmektedirler. Hadi onları anlarım, adamların kutsal kitaplarında “şirk” veya “Allah’ın bir değil, TEK” olması gibi şeyler geçmiyor. İyi de kardeşim, size ne oluyor? Sizin kutsal kitabınızda (müslümanlar için) bunun böyle olmadığı bin kere söylenmiş. Daha niye zorluyorsunuz? Yok Tasavvuf’muş da, Sufilik’miş de, bilmem neymiş.
Spiritüalizm ve Meditasyon ilişkisine dönersek, işte bu Ruhçuluk Dini, düşünce gücü ve niyet etme-elde etme üzerine dayalı sistemi bu şekilde izah ediyor. Siz bir şey isterken evrenden, evreni oluşturan kendinizden istiyorsunuz. Sizin başınıza bir kötülük geldiği zaman, size bu kötülüğü yapan bir doğal felaketse, asıl kişiliğiniz sizi bu sınavdan geçirerek, bu zorluklarla ruhunuzun en üst kademelere ulaşmasına yardımcı oluyor. Eğer bu olumsuz olayları gerçekleştiren şey bir insansa, sizin asıl bilincinizin bu dünya üzerindeki milyarlarca farklı parıltılarından birisi olan, bu sizinle gerçekte “bir” olan kişi, aslında sizin yükselmenize yardımcı olan bir başka ruh olarak görevini yapıyor. Kısacası evrende iyi kötü ne varsa her şeyi siz yapıyor, ve sizin için yapıyorsunuz. Çünkü her şey sizsiniz, ve siz ne isterseniz o olur. Tek yapmanız gereken: istemek.
İşte bu mantık üzerine The Secret, The Key gibi kitaplar yazılmış ve güzelim Kuantum Fiziği yasaları, güzelim Kuantum Mekaniği sistemi rezil rüsva edilmiştir. Hayatın anlamını bulduğunu sanan bu arkadaşlar, “İyilik ve Kötülük” üzerine, “İnsan ve Evren” üzerine desteksiz bir ton şey sıkmışlar ve bu işten parayı götürmüşlerdir. Ülkemizde buna örnek göstermek gerekirse bkz: Metin Hara. En büyük sloganı da “İyilik kazanacak, yeter ki evrenden isteyin” falandır. Yürü be koçum, iyilik kazanacak he aynen. Bilim adamlarının bu tip kişilerin söylevleri üzerine söyledikleri tek bir cümle vardır, o da şu: “Bu heriflerin söyledikleri yanlış bile değildir.”
Spiritüalizmin bu bizim henüz mekanizmasını çözemediğimiz veya mucize olarak adlandırdığımız, pek olağan olmayan şeyleri açıklayışı böyledir. Her şey düşüncedir, ve düşünce zaman-mekandan bağımsızdır.
Çünkü siz bedenin içinde değilsiniz, beden sizin içinizde.
Zihninizde değilsiniz, zihniniz sizin içinizde.
Bu dünyada değilsiniz, dünya sizin içinizde.
Bu kimi keşişlerin de düşüncesiydi. İslam dininin de Tasavvuf kısmı buna yakın bir denemedir, zaten yukarıda da bahsetmiştim. Mevlana, Hallac-ı Mansur, İbn. Arabi vs. Kısacası En-el Hak (Ben Allah’ım) inancı.
Ben Allah’ım, Allah da her şey. Her şey tekillikten meydana geldi, (Bigbang ve Ölçüm Problemi) ve her şey hala tekil. Bildiğim ve deneyimlediğim her şey, benim içimde. Ben onların içinde değilim. İçime döndükçe; beden, zihin ve dünya meydana geliyor ve ben yeniden, yeniden ve yeniden oluşturuyorum. Bu Upanişad’larda (İçsel mistik öğretilerde), Yoga öğretilerinde, Bhagavad Gita’da (Hintlilerin kutsal kitabı) ve birçok dini öğretinin temelinde yatan bir tarif. Görünen o ki gün geçtikçe bilimsel bütün bulgular da bu öğretilere göre yorumlanıp bize yedirilmeye devam edecek. Çünkü gittikçe yaygınlaşan bu felsefeye göre Biz, içimizdeki Tanrıyı ararken, dışarıda bir çok Tanrı yaratmışız ve gerçekliğimizin üstünü örtüp durmuşuz.
Peygamberliğini veya alimliğini iddia eden herkes bu mesajı yaymaya çalışırken, kültürel ve toplumsal ahlaki değerler ile değişen bir dinî gelenek ortaya atmış ve zamanla diğer insanlar da bunu da ruhbanlaştırarak herşeyi birbirine karıştırmış. İşte Spiritüalizm de, baştan beri ortaya atılan bütün dinlerdeki ortak noktayı, içine bilim katarak bize sunuyor ve bunu “mutlak gerçeklik”miş gibi anlatıyor. Gün geçtikçe göksel dinleri veya pagan inançları bir kenara bırakan insanlarsa, içlerini rahatlatacak ve şüphelerinden arınacak bir görüş olarak buna sarılıyorlar. Bu sistem öyle ciddi bir şekilde işletiliyor ki, Vanilla Sky tarzı filmlerle yavaşça bizim bilinçaltımıza yerleştirilmeye başlandı bile. Hatta gerçeklik üzerine kusurlu algılarımız eleştirilerek “Hologram Evren Teorisi” diye bir şey oluşturulmaya başlandı. Bu da aslında yaşadığımız dünyanın gerçek olmadığı, bizim beynimizin içinde yaşandığı veya bizim sadece “insani deneyimler” yaşadığımız sahte bir evren içerisinde bir veri olduğumuz fikrine dönüştü. Matrix felsefesi buna örnektir.
Spiritüalizm ve Dünya Misyonu
İşte spiritüalizm de, duyu organlarımızın ve düşüncelerimizin, dinlerimizin örtülerini yavaş yavaş kaldırmaya ve gerçekliğin asıl evrenine dönmeye giriş kapısı olduğunu iddia ediyor. Çünkü bu evren tamamen bir yanılsama, bu hayat tamamen bir oyun ve biz yüzlerce kişiliği hep birden deneyimleyerek aslında arkaplanda olan tek bir ruhu sürekli tecrübelerle geliştirmeye çalışan parçacıklardan ibaretiz. Kendimizi bu evrenin gerçek olduğuna öyle inandırmışız ki, bir de ahiret inancı oluşturmuşuz. Halbuki bu evren sahte, ve asıl gerçekliği fark edersek bu kısırdöngüden kurtulacağız ve bu testi geçmiş olacağız. O yüzden bu inanca sahip kişiler genelde kendini ya aydınlanmış olarak ifade ederler, ya da kendilerini aydınlanma yolunda olan kişiler olarak, diğer insanlardan üstün görürler. Çünkü onlar o kadar zekilerdir ki, çok az insanın kavrayabileceği bir bilgiyi kavramış ve bu illüzyondan kurtulmayı başarmışlardır.
Bu size neyi çağırıştırıyor? Bana, binlerce yıldır Yahudilerin kendilerini “Üstün Irk” olarak görmelerini hatırlatıyor. Öyle ki bu “Üstün Irk Olma” ve “Kutsal Topraklara Ulaşma” fikirleri iyice saplantı haline gelmiş ve Siyonizm, Masonluk ve Tek Dünya Düzeni politikalarını doğurmuştur. Şimdi de aynı şeyi size “Üstün ırk değil, Üstün insan olma” teklifiyle Spiritüalizm sunuyor. Bu şekilde bütün dinler ve ideolojiler geride bırakılacak, devletler ve ırklar önemsizleşecek, “Tek Dünya Düzeni” oluşturulacak. Buyurun size “modern masonluk”.
Bu yazdıklarım kendi uydurmalarım değildir. Bu “Spiritüalist” düşünce biçimine ait kitapları bir araştırınız. Örneğin: Ra Bilgileri 1,2,3,4 ve Sadıklar Planı 1–7 Ciltler.
Binlerce yıldır insan, hep Tanrı’ya dönmek, Cennet’e ulaşmak isteğiyle yaşayıp durdu. Ancak son yüzyılda bu istek değişmeye başladı. Artık insan kendi benliğine dönmek, perdenin arkasındaki “tanrı benlik”e dönmek istiyor. Eskiden korkumuza veya vaadedilen cennetlere yenik düşerek bir dine inanırdık, şimdiyse egomuza yenik düşerek inanıyoruz. Kendimizi tanrılaştırmaya, ölümsüzleştirmeye o kadar meraklıyız ki kendimizi İlah ilan etmeye başlamışız. Bunu da bilimsel birkaç bilgiyle birleştirerek güçlendirmek için elimizden geleni yapıyoruz…
“Bütün madde ve enerji bir tekillikten gelmiş ve hala dolanık bir tekillik içindeyse, bizim bilincimizi oluşturan şey de dolanık ve tekillikten gelmiş demektir.”
Mantık bu. dinler bunu “Tanrı kendi ruhundan yarattı” diyerek açıklamaya çalıştılar. Spiritüalizm ise böyle açıkladı.
Ancak tekrar uyarmalıyım, bu yeni bir akım değil. Hatta binlerce sene öncesindeki Mu İnancı’na kadar dayanan bir düşünce biçimi. Mu Kıtası’nın varlığı veya yokluğu bu yazının konusu değildir, ancak o kıtanın bile dini inancı bize böyle aktarılmaktadır. Atlantis veya Mu Kıtası’yla alakalı bilinenlere göre o batık kıtada yaşayan insanlar; sürekli reenkarnasyon geçirip ruhlarını evrimleştirmeye inanıyor ve düşünce gücüyle bir çok şey başarabiliyorlardı. (iddiaya göre tabi) Günümüzdeki insanlara göre ruhani açıdan çok daha ileridelerdi. Yani yanlış da olsa doğru da olsa aktarılan bu en azından. Daha sonra sular altında kalarak yok olmuşlar. Bu da bana Tevrat’da Nuh Tufanı’yla alakalı “İnsanlar Melekî bilgileri, büyüleri öğrendiler ve sonlarını getirdiler” tarzı anlatımları hatırlatıyor. Aynı zamanda insanların meleklerle ilişkiye girdikleri ve Nephilim denilen varlıkların doğduğunu, insanların kendilerini tanrılara ortak koştuğunu anlatan Enoch kitabı geliyor aklıma. Her neyse. Zaten bu konularla alakalı ezoterik bilgileri aktardığım ayrı yazılarım var. Ayrıntılı bilgi için bkz:
Peygamber Enoch’un Kitabu (Hz. İdris)
Konuya dönersek:
Spiritüalizm ve Madde İlişkisi
Eğer bilgiyi gelişmiş yöntemlerle araştırabiliyorsanız, Facebook’ta fikirlerinizi paylaşabiliyorsanız ya da birine mesaj atabiliyorsanız, bilmeniz gerekir ki tüm bu teknolojilerin temel kaynağı bilimdir. Peki bilimdeki temel dayanağın esası nedir? Fiziksel dünyayı ve esas yapısını araştırmaktır. Kuantum fiziği sayesinde görüyoruz ki, algılarımızın bize sunduğunun aksine Maddesel dünyanın esas yapısı, maddesel değildir. Mesela katı, sızı ve gaz yoktur. Her şey atomlardan ve atomaltı parçacıklardan oluşmaktadır, ve bu atomaltı parçacıklar birbirlerinden o kadar uzakta hareket etmektedirler ki, her şey boşlukta kalmaktadır. Hatta bunun da derinlerine inilerek “Sicim Teorisi, Her Şeyin Teorisi” olarak adlandırılan birçok fikir beyan edilmiştir. Bu konuyla alakalı örnek yazı göstermek isterdim ancak profilim Kuantum Fiziğiyle alakalı yazı kaynıyor. Hangisini sunacağımı bilemedim. İlginizi çekerse siz bakar, seçersiniz.
Maddesel dünyanın aslında madde olmayandan geldiği ve maddenin de bir yorumdan ibaret olduğu konusuna dönersek; Bunların hepsi sizin bir DNA’nız olması, kan grubunuz olması kadar gerçek şeyler. Evrenin esas maddesi, madde olmayandır. Yokluktan varolmuştur ve bu varoluş bir çeşit enerji sayesinde meydana gelmiştir. Zaten madde olarak adlandırdığımız her şey moleküllerden oluşmuştur ve moleküller de atomlardan oluşmuştur. Atomlar ise muazzam boşluklarda ışık hızıyla hareket eden atomaltı parçacıklarıdırlar ve bu atomaltı parçacıklar, belirli bir “şey” değildir. Yine de bu sistem sayesinde canlılık medyana gelmiş ve bizler varolabilmişiz. Bilinçli veya tesadüfen, nasıl kabul ederseniz edin. Bu: yaratılış.
Bilimin ortaya koyduğu bütün verileri araştırın ve bakın, trilyonlarca ihtimalden bir “şey”in oluşması.. Bilimin bunları açıklamak ve varoluşu sunmak için verebildiği en uygun isim: “Onlar muazzam bir boşluktaki olasılık bulutlarıdırlar.”
Evrende Süreksizlik
Aslına bakılırsa tüm bilimadamlarının katıldığı, söyledikleri bir terminoloji eğer varsa, o da; fiziksel dünyanın esas yapısının süreksizlik olduğudur. Süreksizlik, bir şeylerin var olup yok olması anlamındadır ve en temel seviyede, eğer basitleştirmemi isterseniz; buna varsayılan fotonların var olup yok olduğu elektromanyetik alan diyebilirsiniz. Bu nedenle, bu şeyleri duyu organlarının yapay olgusuyla değil, eğer gerçekten oldukları gibi görebilseydiniz bir var olup bir yok olan muazzam bir elektromanyetik fırtına görürdünüz. Yani her şey hem var, hem de yok olurdu. Böyle bir ortamda herhangi bir şekilde istikrarlı bir devamlılık ve evrimsel bir süreç düşünebilmek imkansız. Ama nasıl oluyorsa bu imkansız sistem tıkır tıkır işliyor. Ve bunun hızı, ışıkötesi diye tarifedilebilecek bir hız. Diğer bir deyişle: Takyon.
Bkz: Işık Hızını Geçmek / Öldükten Sonrası
Fakat duyu organlarımız bilgiyi o hızda işlemden geçiremez, bu nedenle biz devamlılığı deneyimleriz. Ancak teknolojik aletlerimiz sayesinde, protonları ve nötronları incelediğimizde, parçacıkların nasıl öngörülemez, kendine has bir bilinç ile yol izlediklerini ve varolup, yokolduklarını görüyoruz. Bilindik bir şekilde örneklemek gerekirse, bunu filmler üzerinden anlatalım. Bir film izleriz ve ekranda devamlılığı görürüz. Gerçekte olan şey ise, hareketsiz resimlerin çok hızlı bir şekilde sürekli görünüp kaybolmasıdır. Bu çok hızlı olur ve işlemden geçiremezsiniz, kapalı ve açık arasını göremezsiniz. (Gözlerimiz o saliseler içinde ekranda gördüğü onlarca fotoğrafı yorumlayamaz ve bize kolaya kaçarak en basit tarifi sunar.)
Gördüğümüz resimlere/fotoğraflara gelirsek eğer, televizyonda hareket eden resimler (video) görürüz, ama bildiğiniz üzere orada aslında hareket eden bir resim yoktur. Elektronlar ve fotonlar belirli bir düzeyde belirip kaybolarak bir model oluşturduklarında, resim ve resmin hareketi sizin bilincinizde varolur. Yani bu dünyaya dair tüm deneyimlerimiz süreksizliğe dayanmaktadır, buna rağmen biz sürekliliği algılarız. Görüyorsunuz ve fotonlar var-yok şeklinde retinanıza çarpıp dönüyor. Eğer bir şeyi tadarsanız, koklarsanız, o; beyninize giden var-yok sinyalidir. Yani süreklilik deneyimimiz, süreksizliğe dayanmaktadır.
Eğer telefonumla şimdi bir resmimi çeksem ve size göndersem, resim burdan bir yere gitmez. Doğru mu? Havada uçan bir resim göremezsiniz. Var-yok sinyali gider, bu duvarlardan geçer, belli bir mesafeyi aşar ve size ulaşır. Sinyal, sizin telefonunuza ulaşsa bile, ekranda resim yoktur. Sadece açık kapalı sinyalleri vardır ve bu sinyaller gözlere ve beyine ulaşır. Resim, bilincinizdedir. Ekran, size sadece bilgisini aldığı kodu gösterir. Ancak o kodu renklerle birleştirerek aktardığında siz, bir resim görürsünüz. Bilgisayarınızda işlem yaptığınızda, oyun oynadığınızda falan da bu geçerlidir her şey kodlardan, sıfır ve birlerin oluşturduğu yazılımlardan ibarettir. Yani, bugünki soru, var-yok ilişkisinde, var yani (açık) olanın ne olduğu Değil; yok (kapalı) olanın ne olduğudur.
Süreksizlikte ne vardır? Çünkü bu evrende bir şey ya var, ya yoktur. Bunun arası yok. Burada Schrödinger’in Kedisi deneyini hatırlayıp karşı çıkacak kişiler olabilir. Ancak konunun o prensiple bir ilgisi yok. Ben burada ihtimallerden, paralel evrenlerden falan bahsetmiyorum. Ölçüm Problemi konusunu araştırmış iseniz eğer, anlamanız daha kolay olur. Anlattığım ve anlatacağım şeyleri daha net idrak edebilmeniz için, Kuantum Mekanik ve Kuantum Fizik yasalarını en azından yüzeysel ölçüde biliyor olmanız gerekiyor. Ben elimden geldiği kadar basitleştirip anlatmaya çalışıyorum kolayca anlaşılabilmesi için ama bu da soru işaretleri doğurabilir, normaldir. Hazırlıklı geldim. Hazırlamış olduğum yardımcı yazılar mevcut. Zamanla onları da ekleyeceğim. Yine de bu yasalardan hafifçe bahsedeyim…
Süreksizlik Üzerine Temel Prensipler (Kuantum)
İlk özellik: Olasılıkların Süperpozisyonu, Schrödinger Deneyi
Yani, süreksizlik; enerjinin, bilginin ve uzay-zamanın ve “Madde” olarak adlandırdığımız şeyin ölçülemez potansiyelidir. Madde orada değildir, gördüğünüz şeyler gerçek değildir. Bizim bilincimiz bunları yorumlayıp kostüm giydirir, has bilinç ise yaratır. Dinler buna Tanrı, Spiritüalizm ise “Gerçek benlik” demiştir. Kimileriyse tesadüf diyor.
İkinci özellik: Bell Teoremi ve EPR Paradoksu. (Kuantum Dolanıklık)
Buna göre her şey, her şeyle dolanıktır ve o hep birden, aynı anda varolmaktadır. Bu nedenle; doğada bir şeyler birer birer meydana gelmez, her şey hep birden, bir anda meydana gelir. Mesela insan bedeni, biyolojik bir organizmadır ve tüm biyolojik organizmalar doğanın bir paçasıdır, doğanın kendisidir. Eski inançlarda ve kızılderililere göre de doğa, (doğa-ana) kutsaldır ve canlıdır. Şimdilerde dünya gezegeni de biyolojik bir organizma olarak düşünülmekte. Her şey hep birden meydana gelir ve her şey, her şeyle ilişkilidir. Örneğin; insan bedeni, Samanyolu’ndaki tüm yıldızlardan daha fazla; yüzlerce, trilyonlarca hücreye sahiptir. Her bir hücre, her saniye yüzbinlerce aktiviteyi yerine getirir ve her hücre, diğer her hücrenin aktivitesini anında bilir, takip eder ve onunla ilişkilendirir. Her şey birden meydana gelir, her şey birbiriyle ilişkilidir. İşte bu da Spiritüalizm’e en güçlü silahını verir. Her şey’in özünde tek bir şey olduğu fikrini.
Üçüncü Özellik: Belirsizlik.
Belirsizlikle alakalı yazı aslında Einstein’le alakalı verdiğim yazıydı ancak ben daha kolay anlaşılabilmesi için (O yazıyı daha üstte verdiğim için okuduğunuzu varsayarak) Heisenberg ve Matris mekaniğinden bahsettim. Çünkü doğa yasalarını en temel seviyede hesaplayamazsınız. Matematiğe mecburi olarak ihtiyaç duyarsınız. İlk başta Belirsizlik’ten rahatsız olan Einstein, “Tanrı zar atmaz.” derken, daha sonraları “eğer doğanın kanunları gerçekse, o zaman belirsizdir, ve belirliyse de gerçek değil.” Yani bir yerde “Doğa bunu mantıklı ya da matematiksel olarak anlamamızı engelliyor” demiştir. Bu doğru sayılabilir. Çünkü biz algısal araçlarımız ile, basit evreni deneyimliyoruz. Ancak cihazlarımızla, makro ve mikro ölçüye girdiğimiz zaman, daha muazzam bir yaratılış ile karşı karşıya kalıyoruz. Atomaltı parçacıklar bunun en büyük örneğidir.
Dördüncü özellik: Kuantum Sıçraması (Sınırsızlık)
Atomaltı parçacıklarının bir yerden bir yere, aradaki boşluğa girmeden hareket ettikleri, “Kuantum sıçrama” diye adlandırılan özellik. Sizler bunu ışınlanmak, boyut değiştirmek olarak da biliyorsunuz. Mesafe kat etmeden, direkt olarak burada, ya da orada var olmak. Yani bu da bir bakıma her an her yerde olabilmek, evren yasalarından bağımsız olmak demektir.
Ve beşinci özellik: Karşılıklı Etkileşim İlkesi
Daha basit anlatımı “Gözlemci Etkisi”dir. Bilim camiasında “Ölçüm Problemi” olarak bilinir. Yarım asır önce bilimadamları, bilinçli bir varlık ona bakmadıkça, fiziksel evrenin varolmadığını söylediler. Bu konular yukarıda verilen yazılarda da ele alındığından burada fazla ayrıntı vermeye gerek duymuyorum.
Algı Yanılgısı ve Spiritüalizm
Neyse bu kadar teknik bilgi yeter. Bu özellikler sizin kendi bilincinizin özellikleridir ve kimsenin bunları bir arada “ruh” olarak bulamamasının nedeni, öncelikle kişisel ve zihinsel bir deneyim olmasıdır, ikinci olarak da uzay-zamanda var olmamasıdır. Çünkü Uzay-Zaman’ı nerede deneyimliyorsunuz? bilincinizde. Ve artık pek çok iyi bilmekteyiz ki, zaman kavramı yerçekimine göre değişiklik gösterdiği gibi, mekan kavramı da aklımızın bize yorumlayış şekline göre değişip duruyor.
Bilinciniz mekansız, sınırsızdır. Zamanı bilincinizde deneyimliyorsunuz fakat bilincinizin kendisi zamansız. Bunun yanında Spiritüalizm der ki; Kendinizi, sınırlı bedeninizde deneyimliyorsunuz fakat bilinciniz sınırsız. İşte bu da bizi Astral Seyahat veya Miraç hadisesine götürüyor. Yani beden dışı deneyimleme. Ancak dışarıdan bir etkiyle gerçekleştirilmediği sürece insanlar, genel olarak bu birkaç boyutlu yaşam şekline bağlı kalmak zorundalar. Çünkü boşluksuz, zamansız, boyutsuz olan bilinciniz, uzay-zaman boyutsallığına sebebiyet veriyor. Sıradaki kapı ise her şeyin bir yalan olduğu, sizin kendinizi yanılttığınız ancak bu bedenden kurtulabilirseniz gerçekliğe ulaşacağınız fikridir.
Bütün inançlarda olduğu gibi Spiritüalizm de bedenden ayrılmayı özgürleşmek, sınırsızlığa, öteki boyuta geçmek olarak adlandırıyor. Çünkü duyularımız bize gerçeği söylemiyor. Duyularımızın bizi yanıltması yetmezmiş gibi bide fikirlerimizin bizi yanıtlmasında yardımcı oldukları için buradan Spiritüalist arkadaşlara çok teşekkür ediyorum. Bir siz eksiktiniz, o da oldu. Hadi hepimiz Mevlana olalım…
Neyse. Duyularımız bize dünyanın düz olduğunu söylüyor, artık hiç kimse buna inanmıyor. (Düz Dünya Teorisi saçmalığını saymazsak) Duyular size bulunduğunuz yerin sabit olduğunu söylüyor, fakat biliyoruz ki o yer son sürat dönerek binlerce kilometrelik hızlarla uzayda hızlanmakta olan bir gezegene ait. Kısacası Bilardo Topu Mekaniği dediğimiz, Klasik Newton yasalarının geçerli olduğu bu dünyadan, derinlerdeki Kuantum Dünyasını anlamamız zaten çok kolay değilken, işin içine mistik öğretiler katarak bu “anlamlandırma” çabası içinde istenildiği şekilde güncellenebilecek bir din oluşturulmuş ve biz bunu “mutlak gerçeklik, aydınlanma kapısı, illüzyondan kurtuluş” olarak görmüşüz. Şimdi de millet hayatlarını, iç huzurunu bulup Nirvana’ya ulaşacağını zannederek, gerçek hayatlarında hiç yapmadıkları öğütleri sanki hep uyguluyormuş gibi anlatan sahte Ruh Koçlarına para vererek geçiriyor.
Enerji Etkileşimi
Düşünce, meditasyon ve dua gibi şeyler ile birçok şeyi değiştirebilirsiniz. Bu doğru. Dr. Emoto’nun mineral deneylerinden bahsetmiştim yukarıda. Belki aylar sürer, çok derin konsantrasyon ister ama bir ölçüde gerçekleşir. Hatta bir insan bunu kullanmayı öğrenebilirse, hastalıkları iyileştirmesi hiç de zor gelmeyecektir. Aklınıza Hz. İsa örneği gelsin. Bunun yanında rüyalarında geleceği gören kişiler de çok fantastik bir iş yapmıyorlar. Hepimizin illa ki gelecekle alakalı bir şeyler gördüğümüz ve gerçek çıktığı olmuştur. Bunlar bizim “Mucize” olarak adlandırdığımız şeylerdir ancak son yüzyılda iyice basit görünmeye başladılar. Bunu şöyle düşünün; sizin eliniz şuan maddesel bir yapı ve birine dokunabiliyor. Dokunduğu zaman bir etki yaratabiliyor. Ancak elinizi oluşturan atomlar enerji sayesinde bir aradalar ve aslında bedenimiz de bir enerjiden oluştuğuna göre, cismani şekilde dokunmadan da, sadece enerjiyi yönlendirerek bir şeylere etki edebilmemiz mümkün. Yazının başlarında da bununla alakalı bir deneyden bahsetmiştim zaten.
Şimdi genlerinizi düşünün, bedeninizin her bir hücresini... Bedeninizin her bir hücresinin çekirdeği vardır ve onun içerisinde de DNA vardır, genler DNA’nın parçasıdır ve bu genleri etkileyebilirsiniz. Genleri epigenlerle birlikte her saniye yüz bin işlem uygulayan, yüz trilyon hücreyi düzenleyen nanobilgisayarlar olarak düşünün, siz onu etkileyebilirsiniz. Bu tip şeylere Mucize denmiş ve tarihte bunları başaranlara Peygamber ya da ermiş kişi diye hitap etmişler. Ve bu adamların hepsinin söylediği bir şey var: “İman edin, olacak.” (İman etmek, güvenmek demektir. Yani yapacağına güven, olacağına inan.)
Artık bu, somut bilime dayanan ve çığır açan bir buluştur. İkinci çığır açan buluş, bedeninizin bir enerji alanı, bilgi alanı olduğudur. Onu molekül veya biyolojik bir alan olarak düşünseniz de o gerçekte bir enerji alanıdır. Eğer birisi bilgiyi alırsa, küçük bir bilgi kırıntısı anında bedeninizdeki biyolojik bilgiyi değiştirir. Bu nedenle bilgi, ister dışarıdan gelsin, ister içeriden üretilsin, eğer birisi size eşinizin sizi aldattığını söylese, bu biyolojik olarak bilginizi anında değiştirecektir. Kan basıncınız yükselir, kalp atışınız hızlanır, kortizolünüz yükselir, ister içeriden üretilsin ister dışarıdan, bilgi bedeninizi değiştirecektir. Bu sebeple, bedeni düşünmeye başlamalıyız. Çünkü nasıl düşündüğümüz direkt olarak etkiliyor.
Zaman Yanılgısı
Üçüncü buluş ise, Zaman olgusunun yapısıdır. Diğer bir deyişle, zamanın mekanizmasını çözerek zaman hakkındaki deneyimlerimizi değiştirebilecek olmamızdır.
Zaman nedir? zamanı gören var mı? Zaman da bilinçte yer alan bir şeydir. Bulunduğumuz çekim alanına ve öncelikle bilincimize göre, zamanı algılıyoruz. Zaman, gözlemci ile gözleneni ayıran içsel bir diyalogtur. Zaman, deneyimlediklerimizin ölçümüdür. Bu konuda daha geniş bilgiyi kitaplardan öğrenebilirsiniz. Ya da internette birkaç saatlik bir araştırma yaparsanız da bu sizin için yeterli olacaktır. Bize göre bu zamanda varolduk ve zaman şu an gerçek.
Rüya gördüğünüzde, zaman değişir. Bazen çok mutluyken hızlı geçtiğini düşünürsünüz, bazen çok sıkılırken yavaş.. Öyleyse bir parçanız zamansız. Bu zamansızlığı da Spiritüalizm, aslında Tanrı’nın iradesinin zamandan bağımsız olması yüzünden, biz de Tanrı’nın bir parçasıysak, zamansız olmamız çok normaldir diye düşünerek aktarır.
“Şu an dakikalardır bunları okurken, asıl okuyanın kim olduğunu düşünün… Sessizliğinizin ardındaki varlığı bulmaya çalışın. Varlığınızın ardındaki, sizin ardınızdaki. O siz bebekken de ordaydı. Farklı vücut, farklı zihin, farklı duygular, ama o varlık hep oradaydı. Dolayısıyla her şey gelir ve gider, zaman, mekan, geçmiş, gelecek, enerji, her şeyin bir ışıması ve çekim gücü vardır ama bütün bu geliş gidişler hep bu varlıkta olur. İşte o varlık Tanrı, işte o varlık sensin!”
Nereden geldik buraya kardeşim? Zamandan konuşuyoduk, ne ara ben Tanrı oldum yahu? Nerede Tanrıymışım? daha evin kirasını zor ödüyorum.
Algı Düzeyleri ve Dua
Masayı görüyorsunuz diye, masa gerçekten oradadır, vardır diyemezsiniz. Çünkü masayı gören gözümüz, sadece bir aracıdır. Çölde çok susadığınızda, olmayan bir yerde su görmek gibi, gözün sizi yanılttığı bir çok durum vardır. Bunu bütün duyu organlarınız için geçerli görebilirsiniz. Yaşadıklarınızın gerçek olduğunu düşünmeniz için dış dünya şart değildir. Rüyada da bu size gerçeklik hissi yaşatır, bir çok oyun simülasyonu ve bu tip sanal gerçeklik projeleri de size gerçeklik hissi verebilir.
Ancak bu gerçeklik hissinin yanında, ölümden sonraki gerçeklik için (eğer varsa) bir hazırlık yapma gereksinimi duyuyoruz. Bu, aynı zamanda şuanki yaşantımızı da etkiliyor. Mesela müslümansanız günde 5 vakit namaza kalkmanız gerekiyor. Peki neden sürekli meditasyon veya dua etmek, kendi içinize dönmek ile alakalı örnekler verdiğimi soracak olursanız, çünkü bunlar dini ritüeller ve bütün dinlerde önemli bir yer edinmişler. Ayrıca gördük ki bunlar gerçekten de işe yarıyormuş. Peki neden özellikle dua veya ibadet esnasında istenilen şeyler daha sık gerçekleşiyor? bunun cevabı ise; beyin işlediği bilgiler içinde ses, görüntü, his gibi şeylere de yer verir ve gerçekliği buna göre oluşturur. Eğer siz gözlerinizi kapatır, sakin ve sessiz bir ortamda bulunursanız, beyin sesler ve rüzgar gibi hisler için ekstra bilgi işlemek zorunda kalmayacaktır. Dış dünyayı yorumlamak için fazla bir bilgi kullanmak zorunda kalmayacak, dolayısıyla siz de düşüncelerinize daha fazla odaklanabilecek ve güçlendirebileceksiniz. İlle de kalkın namaza gidek demiyorum. Ara ara geleceğiniz hakkında planlar, iyi düşünceler, istekleriniz üzerine düşünseniz bu da bir şeydir. Çünkü bu tip özel anlar, beynin işlediği bilgilerin çok büyük bir kısmını size yapay yorumlamalar yapmaktansa, asıl gerçekliğe ayırdığı anlardır.
Her din zaten burasının geçici bir tecrübe olduğunu, gerçekliğin ölümden sonra başlayacağı gibi şeyleri iletmek amacıyla yayılmıştır. Bütün Peygamberlik üstlenen kişilerin misyonu budur. Sapmış olan bir halkı düzene sokmak, insanların moralini düzeltmek, onlara bir amaç vermek. Ancak yazının başında da bahsettiğim gibi, zamanla bunlar bazı kişilerce kişisel menfaat için kullanılan bir araca, ve yöneticilerin kullandığı bir silaha dönüşmüştür. Eğer biz bu kültürel ve politik bozulmaları bir kenara bırakır, bütün dinlerin içine bakarsak, göreceğiniz tek şey Tanrı’ya karşı hissetmenizi öğütleyen “sevgi” konusudur. Spiritüalizm bunu “Kendini sev, sen her şeysin. Öyleyse her şeyi sev” olarak sunmuştur. Ha bu kötü bir şey değil ama işte işi saptırıp kötülük yapılmasını da olumlu bir süreç, yükselmek için gerekli bir eylem olarak görmeye başladığınız zaman gözünüzün önünde annenizi öldüren bir katili sevmek de pek kolay olmayacaktır. Gerçekliği bulmak isterken de gerçekçi olmak lazım.
Sonuç
Konuşma boyunca maddenin özünü idrak edemeyeceğimizden bahsettim. Ancak bu, Madde yok demek değildir. Aksine, maddesel ortam gerçekten vardır. Çevre ve size bu hisleri yaşamanızı sağlatan şeyler gerçekten varlar. Ancak, bizim sandığımız gibi bir gerçekliğe sahip değiller. Spiritüalizme göreyse zaten hepsi birer yanılsama, hepsi: “bir”.
Spiritüalist felsefeye göre; yaşamamızın ve bu kişilikleri (Sen, ben vs.) deneyimlememizin sebebi ise şöyle örneklendirilebilir:
“Dışarıda bir şeyler var, ancak bizim bildiğimiz gibi şeyler değil. Biz ana bilgisayardaki bir veriyiz, bir kod’uz. Bu kod, birçok klasöre ve oyuna, birçok programa ekleniyor. Kod birçok bölgeye kopya olarak eklendiği için, her kod kendi özbenliğini ve varlığını oluşturuyor ve farklı deneyimlemeler yaşıyor. Eklendiği Programa göre var oluyor. Hayat da bu programlardan bir tanesi. Her programda ayrı birer gerçeklik tadıyoruz, ölerek ise buradan siliniyoruz. Artık o program içinde yokuz ancak bütün programlardan soyutlansak bile, ana bilgisayardaki kodumuz hala varolmaya devam ediyor. Çünkü sınırsız olasılıklar dalgasının içerisinde yüzen bir ortamdayız. Kodu yazansa dışarıdan biri değil, bilgisayarın ta kendisi. Sistem kendi kendini oluşturuyor ve kendi kendini dışarıdan yardım almadan güncelleyip duruyor. İşte bizler de bu şekilde sürekli ölüyor, sonra yeniden başka kimliklerde doğuyor ve yüzlerce kez enkarne olduktan sonra en sonunda Tanrı katına yükseliyor ve onunla birleşiyor, öz benliğimize dönüyoruz ve burada edindiğimiz deneyimler, tecrübeler, kazandığımız ve telafi ettiğimiz karmalar sayesinde sistemi güçlendiriyoruz.”
İşte bilime dayalı New Age Spiritüalizm budur. Benliğinizin, özbenlikten ayrılmış ayrı birer deneyim yaşayan bir veri olduğu, ve bütün bu verilerin sürekli olarak öz benliğinize eklenerek katlandığı teorisi. Her verinin tek bir veriden geldiği, sürekli ona döndürülecek olduğu, ve o verinin her yerde, programlardan, zamandan mekandan ve bütün bu gerçekliklerden bağımsız, asıl gerçek olduğu teorisi. Sizin kaderiniz, seçtiğiniz etaplar üstüne belirlenir ve bu etapları nasıl bitirdiğiniz size bağlıdır. Çünkü bu süreksizlikte sonsuz olasılıklarla dolusunuz. İstediğiniz zorluk seviyesinde doğup sınavınızı geçmeye çalışıyorsunuz. Yani başınıza gelen kötü her şey, sizin gelişmeniz için birer araç ve sizin seçtiğiniz zorlu testler. İntihar ederseniz, testi başaramamış sayılırsınız. Peki size soruyorum, biz nasıl bir test seçmişiz de şu ülkede doğmuşuz? Expert modda oynuyoruz resmen. Demek ki büyük karmamız varmış… Allah affetsin. .
Her şeyin kaynağında; zihnin ve maddenin kaynağındaki aklın, benliğimizin “Tek bir” evrensel akıl alanı vardır. Evrendeki parçacık diye adlandırılan her şey, evrenimizdeki kuvvetler, sadece varlık okyanusundaki dalgacıklardır ve bunlar maddesel değildir. Bilinçdir. Tüm ayrı bilinçler, her nerede bilinç varsa, salt bilinçtir; benim bilincim, senin bilincin nihai olarak o salt bilinçtir. Evrendeki her şey bundan başka bir şey değildir. Ancak bunu doğru anlamazsak eğer, “Her şey ben, her şey Tanrı. Bakkal Ahmet Amca da ben, aşık olduğum kız da aslında ben” gibi bir şey çıkar ortaya. Ama bu, “Bende saç var ama benim parmağım da aslında saç, benim gözüm de aslında benim saçım.” demek gibi bir şey olur. Sapıtmayalım.
Dolayısıyla, burada anlatmak istediğim nokta; doğa kanunlarının yapısında ne kadar derine giderseniz, daha az materyal, daha az durağan, daha az ölü bir evrenle karşılaşırken, evren giderek daha canlı, daha bilinçli bir hale geliyor. Bu bilinç dediğimiz şey, binlerce yıldır Ruh olarak adlandırdığımız şeyle bağdaşabilir. Spiritüalist akıl da bunu bize Tanrı diye yedirmektedir.
Bilim ve felsefe tarafından açığa çıkarılmıştır ki; hakikatin en derin seviyesi, Tekliğin temel gerçekliğidir. Dinlerin yaklaşmak istediği seviye de her zaman bu olmuştur. Çünkü dinler eskinin bilimidir, eskinin felsefe ve düşüncesidir.
Kendinizi olduğunuz gibi kabul edin. İçinizden geldiği gibi olun ama elinizden geldiği kadar kendinizi eğitmeye çalışın. Baskı altındaymış gibi düşünmeyin. Dinlerin size bahsettiği, affedilmesi gereken günahlı varlıklar olarak düşünmeyin kendinizi, özünüze dönün, kendinizi sevin ve utanmayın. Ancak bu demek değildir ki istediğiniz gibi her şeyi yakın yıkın, herkese kötülük yapın… Aksine, tam tersi. 10 Sene önceki siz ile şimdiki siz aynı değil ve tahmin ediyorum ki 10 sene sonraki siz de, şu andaki siz ile aynı kişi olmayacak. Farklı tecrübeler ve düşünceler, farklı kişiliklere bürüneceksiniz. Önemli olan tek şey, bunun olumlu mu, yoksa olumsuz mu geliştiği. Diğer yazılarımda görüşmek üzere, kendinize iyi bakın.
https://www.facebook.com/diamondtemaofficial/notifications/
Not: Kaynaklar yazı içerisinde etiketlenmiş yazılarda bulunduğundan ve zaten kendileri de kaynak niteliği gördüğünden, ayrıca buraya eklemeye gerek görmedim. Ayrıca “Bilinç ve Ruh ” olgusunu doğru dürüst anlayabilmek adına ekstra bir yazı okumak isterseniz, bu yazının devamı niteliğinde başka bir yazım daha var. Bkz: Matrix Teorisi ve Düşünce Gücü Üzerine
Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.