Ekrem Düşeş’le Yeni Türkiye’nin Keşfi

Kerem Güneş
8 min readMay 2, 2015

--

Bölüm Üç: 1 Mayıs ve HKP

1 Mayıs’ı komünistlerle geçirmeye karar verdim. 3 parti arasında seçim yapabilirdim: Vatan Partisi, Halkın Kurtuluş Partisi ve Komünist Parti. Hepsinin internet sitelerinde gezindim, en çok ilgimi çeken Halkların Kurtuluş Partisi’nin sitesindeki şu başlık oldu: HEDEF MÜSLÜMAN İSRAİL.

Vay be, dedim. Kendine yüksek hedefler koymak böyle bir şey işte. Bu insanlarla tanışmalıydım! Ankara’daki merkezlerini aradım, operatör basın ataşeleri olan Adnan adındaki çok kibar bir beyefendinin numarasını verdi. 30 Nisan gecesi aradım onu, sonraki sabah 9'da Aksaray’da il binalarında buluşmak üzere sözleştik. Taksim’e beraber yürüyecektik.

Rüyamda meydana yaklaşmıştık. Ortalıkta polis yoktu, meydana girmemizi bekliyorlardı, sonra saldıracaklardı. (Bunu kimse söylememişti, ama rüyalarda bazı şeyleri bilirsin ya?) Ali İsmail Korkmaz’ın yerde tekme yerken görüntüleri geldi aklıma. Beynimin içinde kanlar biriktiğini hayal ettim, daha neler neler yapacak güzel, eşsiz, bana ait beynimin boğulduğunu.

Böyle ölsem anneannem bile yasımı tutamazdı, ‘’Hep arayıp söylerdim sokaklara çıkmamasını. Haberlerde gördüğüm korkunç şeyleri anlatırdım. Televizyon izlemek yerine kitap okumamı söylerdi bana ukala piç kurusu’’ derdi gündelikçisine. Oysa ben inandığım için çıkmamıştım dışarı 1 Mayıs’da, meraktan çıkmıştım. Anlamak için çıkmıştım.

Eve dönmeye karar veriyordum. Arkamda, sağımda, solumda insan vardı ama. İleri gitmekten başka yapacak şey yoktu. Endişemi gören komşum bana döndü.

‘’Noldu yoldaş? İyi misin?’’

‘’Şimdi hatırladım da, bir işim var, gitmem gerek’’ dedim.

‘’Evet, benim de bir işim var. İşçiyiz biz, unuttun mu?’’ diyordu. Bunu duyanlar gülüyordu.

‘’Gülmeyin, çocuğun ilk 1 Mayıs’ı’’ diyordu arkamdaki bir ses. Dönüp bakıyordum, dişleri olmayan yaşlı bir kadın.

‘’Kollarınla her zaman başını koru. N’olursa olsun. Uçaktaki güvenlik broşürleri var ya, oradaki düşen insanlar gibi. Birisi yoldaşımıza flama versin, keyfini yerine getirir.’’

Yoldaşınız değilim diye bağırıyorum. Bir burjuvayım ben! Özel sağlık sigortam var! Soho House’a üyeyim! 35 yaşına gelmeden milyarder olma hayali kuruyorum! Burjuvayım ben! Söylediklerimden pişman oluyordum anında, linç edecekler beni kesin, ama hayır, onun yerine daha da fazla güldüler.

‘’Engels de bir fabrikatörün oğluydu.’’ diyor dişsiz kadın, anlayışlı bir şekilde. ‘’Ölümden de korkma. Korkaklar bin kere ölür, Korkmaz’larsa sadece bir kere.’’

Terler içinde uyandım. Telefonumun pili bitmiş, alarm çalmamış. Çok çabuk duş, diş fırçalama, temiz don ve çorap, kamera, saat 9:12'de evden çıktım. Sokağımın İstiklal Caddesi’ne çıkan tarafı kapatılmış, neyse ki Odakule tarafı açıktı. Taksiye bindim, yolda Adnan Bey’i aradım. Beşiktaş’ta olduğunu söyledi. ‘’Hani Aksaray’dınız?’!’ dedim panik içinde. Genel başkan orada, merak etme dedi.

Genel başkandan önce, ilk gördüğüm şey bu güzel kahvaltıydı. Masada yiyen sıcak gülümsemeli adam aç olduğumu duyduğunda tabakları önüme koydu, başka sıcak gülümsemeli bir adam bana çatal ve çay getirdi. (Eğer sabahın erken saatlerinde sıcak simitlerle işgal ederlerse, İsrail’i Müslüman yapma şansları vardı gerçekten.)

Ben iştahla yemek yerken, odadakiler televizyona odaklanmıştı. Hangisinin genel başkan Nurullah Ankut olduğunu anlamaya çalıştım, lakin nüfustaki 5 erkeğin 3'ünün bıyığı vardı. Köşede cep telefonuyla oynayan 16 yaşındaki ergen genel başkan olsa ne komik olurdu diye düşünüyorum. Hani bazen filmlerde oluyor ya… Düşüncelerim değnekle yürüyen birisinin yan masaya oturmasıyla bölündü. İnternet sitesindeki surat ona ait. Halkın Kurtuluşu Partisi’nin genel başkanı Nurullah Ankut.

Yanına gidiyorum ve elini sıkıyorum. Geçmiş olsun, nasıl oldu? Kıkırdaklar ve kistlerle ilgiliymiş. ‘’Aslında ilaç verdi doktor, ama ona da alerjim çıktı’’ diyor. Spor yapıp yapmadığını soruyorum. ‘71 tekvando 2.si olduğunu söylüyor, ben de el sıkışınızdan anlamıştım diyorum. Gülüyoruz. Dizi için bitkisel bir şeyler deneyim denemediğini soruyorum.

‘’Bitkisel ilaçlara pek güvenmiyorum. Böbrekleri ve karaciğeri bozabiliyorlar, ilacın ilaç olması için aşamalardan geçmesi gerek, bin kere farklı dozlarda denenmesi. Ancak öyle maksimum yarar minimum zarar dengesini bulabilirsin. 1 gram bile çok şey değiştiriyor yan etki olarak.’’

Vay be, diyorum, yine. Doktor mu acaba? Nurullah Bey iznimi rica edip iç odaya geçiyor, masadakilerle konuşmaya başlıyorum. Boynunda destek olan Demir’e geçmiş olsun diyorum önce. Yine merak ediyorum, nasıl oldu? (İnternet’de yazılanlara bakılırsa beklediğim cevap: Ermeni soykırımının olduğunun iddia edenleri döverken.)

Boyun fıtığı diyor Demir. Sağ tarafımda oturan Ferhat bu sefer beni şaşırtmaya devam ediyor: ‘’50 yaş üstü erkeklerde boyun fıtığı çok sık görülür. İnsan evrimi daha 2 ayak üstünde durmaya çok alışkın değil, ağırlığımızın 3'de 2'si belimizin üstünde. Özellikle de çok oturunca, boyun kafayı taşıyamıyor. Kan akışı azalıyor, sinirler daha az uyarılır oluyor.’’

Vay be.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı

Bu kadar fazla tıp konuşulması bir tesadüf olamaz. Değil de. Halkın Kurtuluş Partisi’nin hikayesini anlamak için, Doktor’un hikayesini anlatmam gerek.

Hikmet Kıvılcımlı 1902'de Priştine’de doğdu. 17 yaşındayken gönüllü olarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı, Yörük Ali’nin çetesinde görev aldı, düzenli ordu kurulana kadar 20 ay boyunca Aydın’ın savunulmasında rolü oldu.

Savaştan sonra İstanbul Tıp Fakültesi’ne girdi. Mezun olduğunda hem doktordu, hem de Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi üyesi. Hayatının 22.5 senesini hapiste geçirdi; Marx, Engels ve Lenin’in eserlerini Türkçe’ye çevirdi ve yayınladı, 1954'de Vatan Partisi’ni kurdu.

Komünizmi Türkiye’ye uyarlayan ilk insanlardandı, ve hala en önemlilerinden biri olarak kabul ediliyor. İslam’ı ve Osmanlı tarihini de harmanladı görüşlerine- ona göre Hz. Muhammed en büyük devrimciydi- , köylerin ekonomik sorunlarından Kürt meselesine kadar bir sürü konuyu kapsayan onlarca kitap çıkardı.

Fotoğrafından da görebildiğiniz gibi karizmatik birisiydi, 44 senedir aramızdan ayrılmış olsa da dediğin bir şeyi sert ve şefkatli bir şekilde düzeltecekmiş gibi bakıyor.

Hikmet Bey’den etkilenmişlere ‘’Doktorcu’’ deniyor, HKP de Türkiye şartlarına harmanlanmış komünizme inanıyor. Bunun ne demek olduğunu birazdan keşfedeceğim. Önce çayımı tazelemeliyim ama.

Nurullah Bey içerideki odaya çekiliyor, günün geri kalanını orada geçirecek. Ben de 4 Bilge Adam diyeceğim grupla baş başa kalıyorum.

Eskrim yapar gibi konuşuyoruz, işçi ve burjuva. İlk geldiğimde çıkıp Taksim’e yürüyeceğimizi konuşmuştuk, Aksaray’dan meydana kadar en az 8 güvenlik noktası olduğunu duyduğumuzda vazgeçiyoruz. Anneannem hala bana hakkını helal edebilecek. Seviniyorum, ağır bir gribi yeni atlatıyorum zaten, biber gazından çok zencefile ihtiyacım var.

‘’Marx ve Engels Komünist Manifesto’yu yazdığından beri teknoloji çok gelişti, gittikçe de hızlı gelişiyor. İşçilerin yerini makineler ve robotlar alıyor, işçinin sömürüsü azalmıyor mu?’’ diye sorarak başlıyorum.

‘’Evet, makineler ve robotlar yüzünden işçiler işlerinden oluyor, boşta kalıyor’’ diyor Ferhat Bey.

‘’Boşta kalan bir işçinin eğitim imkanları da çok arttı ama’’ diyorum. ‘’İstiyorsa Harvard’a tek kuruş vermeden bilgisayar yazılımı yazmayı öğrenebilir mesela?’’

Harvard’ın yıllık ücreti 200,000 lira civarında. Verilen derslerin çoğu artık internette, ve beleş. İngilizce öğrenmek gerek tabii — şimdilik, bir Türk derslere altyazı yaratana kadar- onu da Duolingo’yla yapabilir.

‘’Evet, ama genele baktığında bu şartlardan yararlanabilecek çok az işçi var. Suriye, Yugoslavya, Orta Doğu’nun büyük bir kısmına bak, Amerikan emperyalizmi yüzünden 400 sene geriye gittiler, Suriye’de lağım sistemi bile kalmadı.’’

‘’Az işçi olabilir, her sene artıyor, önemli olan bu değil mi? Gittikçe de hızlanıyor artış, insanlık tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar sıfırdan gelip çok yüksek yerlere gelmiş insanlar var!’’

Cep telefonumu çıkarıyorum ve ona Instagram’ı açıyorum. Tesadüfen arkadaşım Görkem’in 1 Mayıs temalı bir fotoğrafı çıkıyor, Ferhat Bey’in keyfi yerine geliyor. Instagram’ın 13 kişilik bir ekiple 100 milyon kişinin hayatını değiştirdiğini, 1 milyar dolara satıldığını söylüyorum.

Gözleri parlıyor. ‘’Biliyor musun’’ diyor, ‘’Aslında benim de bir app fikrim var.. Sadece solakların üye olabileceği bir sosyal ağ. Solaklar daha zeki ya. Bu sayede evrim hızlanacak. Bazı uyanık sağlaklar da sol elle yazmayı öğrenip katılacak, olsun, uyanıklık da önemli… Ne zamandır peçetelere karalıyordum, şimdi bu konuşmadan cesaret aldım. Artık ben de kapitalist olacağım.’’

‘’Oley! İyi bir karar, kazandığın paralarla çok daha fazla insana yardım edebilirsin!’’ diyorum, halay çekmeye başlıyoruz.

Yok yok, onun yerine çaylarımızı tazeleyip eskrime (eğer iyice havalı olmak istiyorsanız diyalektik diyebilirsiniz- zıt görüşler üzerine kurulu tartışma- tez ve anti-tez) devam ediyoruz.

Sağdaki beyefendi genel başkan Nurullah Ankut

Şu konuda haklısın diyor Ferhat: Türkiye’de işçi sınıfının yapısı değişmiştir. Bilişim sektörünün de gelişmesiyle, yepyeni bir sınıf çıktı ortaya. Bunlar burjuva değil, gerçek anlamda sermaye yok ellerinde, sermaye sahipleri için çalışıyorlar, ama vücutlarını değil de beyinlerini satıyorlar. Senin demin bahsettiğin yazılımcı sınıfı mesela. Bankacılar. Pazarlamacılar. Beyaz yakalılar. Bahsettiğin robotları kontrol eden programları yazıyor mesela, ama o robotun çalıştığı fabrikanın sahibinden maaş alıyor. İyi bir maaş, ama yine de patronun kaprislerine bağlı, ve onun patron olması neredeyse imkansız.

Kurumsal şirketlerde çalışan arkadaşlarımı düşünüyorum. Birkaç tanesinin ileride çok iyi yerlere geleceğine eminim, lakin Ferhat’ın dediğini anlıyorum. Ortada hala bir mutsuzluk, bir güç dengesizliği var. Aylık maaşlarının büyük bir kısmını o ay harcıyorlar, kredi kartlarıyla borçlanıyorlar.

Televizyonda sunucu heyecanlı bir şekilde bağırıyor, ekrana bakıyoruz. Bir grup insan Taksim meydanına girmiş. Kırmızı flamalarıyla boğuşuyorlar sivil polislerle, çocukken oynadığım Age of Empires oynundaki savaş sahnelerine benziyor, 2 boyutlu bir çizgi film dövüşü, joplar insan bedenine çarptığında vücudun şekline alarak bükülecekler sanki. 5 dakika içinde hepsi tutuklanıyor, sanki hiç var olmamışlar bile.

Bu düzeni güzelleştirmeyi ben de istiyorum. Ama kendi devletini, zenginleri, Amerika’yı, İsrail’i, Kürt’leri, Ermeni’leri, sağcıları, hatta diğer sol örgütleri karşına alarak neyi değiştirebilirsin? Halk dediğin bulutumsu kavramda bu saydığım kesimlere ait insanlar yok mu? Kim bilir, belki de ortak bir düşman bulamadan insanları bir araya getirmek imkansız.

Ortak düşman demişken, sizi Perihan Yoldaş’la tanıştırmak istiyorum:

Bugün merkezdeki gazetelerin birini karıştırırken tanıdım onu. 30 sene önce bir adama aşık olmuş, evlenmişler. Bu adam 12 Eylül’den dolayı kaçakmış, uzun yıllar köyde yaşamak zorunda kalmışlar. Perihan Yoldaş hiç şikayet etmemiş, cenazesinde anlatılanlara göre pek konuşmayan, ama duygu dolu, fedakar birisiymiş. Fotoğrafından da belli oluyor zaten. Kızı olmuş. 16 yaşında ölmüş. Sonra Perihan Yoldaş kanser olmuş. Hem de pankreasında.

53 yaşında ölmüş Perihan, pankreas kanseri çabuk öldürür. Korkutucu tarafı da, belirti göstermez çoğu zaman, çok geç olana kadar. Kemoterapi pek etki göstermez. Radyoterapi pek etki göstermez. Ameliyat pek etki göstermez.

Türkiye olarak hepimizi tehdit eden bir düşman var. Adı da kanser, ve hepimizin içinde yaşıyor, şimdi olmasa da gelecekte. 2035'de 2 kişiden 1'i kanserden ölecek. Akıl almaz bir sayı değil mi? Benim aklım almıyor, red ediyor.

Kanserin bu kadar insanı öldürmesini kapitalist bir sistemin metaforu olarak görüyorum. Kar uğruna içinde besin değeri kalmayan yemekler, baz istasyonları ve radyasyon, ödeme yapmayan sigorta şirketleri, günde 100 hastaya bakmaktan bitap düşmüş doktorlar…

Bunu değiştirmek uzun bir savaş olacak, ve sokaklarda yapılmayacak. Kimse slogan atarak tümörünü küçültemez, flamasıyla erken teşhis yapamaz, meydanda 5 dakika gövde gösterisi yapıp dayak yiyerek bağışıklık sistemini güçlendiremez.

Mutfaktaki kavurmalı biberli soğanlı bulgur pilavı bitmek üzere, ama uzun bir yürüyüşüm var. Aksaray’dan Şişhane’ye. HKP’de ortam cıvıl cıvıl, sokaklardan gelen gençlerde geldi deneyimlerini paylaşıyorlar, genel başkan iç odada Politbüro’suyla toplantıda, çaylar demli, herkes bir aile gibi.

Selahattin Dede’min mavi takımı sayesinde tüm polisler burjuva olduğumu bir bakışta anlıyor ve sorgulamadan geçiş veriyor. Şaşkın bir şekilde bavullarını çeken turistlerle Haliç köprüsünü geçiyorum.

İlginç bir manzarayla karşılaşıyorum: İşçi bayramında çalışan 2 işçiyle. Biri simit satıyor, diğeri meyve suyu. Düzene çok kızgın gözükmüyorlar, müşterileriyle şakalaşıyorlar, arada bir de birbirleriyle.

Neden kızgın olsunlar ki? Dünyanın en güzel şehrinde çalışıyorlar. Burada olduğumuz için o kadar şanslıyız ki.

Halkın Kurtuluş Partisi’ndekiler artık arkadaşlarım. Arada bir gidip çay içeceğim onlarla, kitaplarını okuyacağım. Lakin dünya ve ülkemiz hakkında onlar kadar kötümser olamam asla. Yapacak o kadar çok şey var ki kötümser olmaya zaman yok. Bir daha gittiğimde onlara bu mükemmel konuşmayı izletmek istiyorum, benim birçok fikrimi değiştirmişti:

Eve dönüyorum ve yatağıma uzanıyorum. Bir dünya daha keşfettim. Geriye 13 tane kaldı. Beğenirseniz paylaşın yoldaşlar!

(Bir serinin 3. yazısıdır. İlk yazıyı okumak için. 2. yazıyı okumak için.)

--

--

Kerem Güneş

Co-Founder of BookSerf, Muzur at Bitti Gitti. Enjoying the world’s craziest city. (Istanbul.)