Spiritüalizm ve Kuantum III (Bilinç ve Şahıslık)

Diamond Tema
18 min readJun 5, 2017

--

Merhaba bu blogdaki konuları ve daha fazlasını, yeni açtığım Youtube kanalında video olarak paylaşacağım. Dilerseniz kanalı inceleyebilir ve takip edebilirsiniz: https://www.youtube.com/c/diamondtema

Her şeyi sorgulamaya kendinden başlayan insanoğlu, Bilinç ve İrade’nin sırlarını öğrendiği zaman, sürekli sözünü ettiği Tanrı’sını da bulmuş olacaktır. En azından benim kişisel inancım bu yönde. Çünkü her şey bizim bakış açımızla var olmakta ve, evren, gerçekliğini bizim duyu organlarımıza göre bize yansıtmakta.

Peki, biz bunları algılarken, yorumlarken, düşünürken, yaratırken, konuşurken nasıl bir görev oynuyoruz? Kimiz? Nasıl bu idrak kabiliyetine nâil olduk? Konumuz tekrardan beyin ve bilimsel projelere gitmeden önce, diğer yazılarımda zaten bunları kısaca özetlemiş olduğum için; (bkz: Düşünce, Bkz: Beyin) bu sefer ki yazıda başka bir şeyin üzerinde, ama âşina olduğunuz bir soru üzerinde duracağız. Sorumuz şu:

“Şahıs Dediğimiz Şey Nedir?”

Ya da “Şahıs” kavramı kalıcılığını nasıl koruyor? Şahıs veya Şahıslık kavramını eşelediğimizde ne buluruz?

Bilinç kendisini tecrübe üzerinden tanımlamayı seçtiği zaman, bunun metabolizması ‘Şahıs’ olur. Siz, bir vücudun hacmi ve ömrün süresine sığmış olan bir ‘Bilinç’in geçirdiği tecrübeler ve edindiği hatıraların toplamısınız.

Daha önceki Kuantum ile alakalı yazılarımda Zaman kavramından ve zaman kavramının kişiye ve yerçekimine göre değiştiğinden bahsetmiştim. Dolayısı ile bizim bu tecrübeleri edinme ve hayatımızı yaşamaya odaklandığımız 70 80 senelik yaşam, aslında bir göz açıp kapamadan ibaret oluyor. Hatta neredeyse hiç varolmadığını bile söyleyebiliriz. Çoktan öldüğümüzü veya halihazırda henüz doğmadığımızı bile. Bunlar bilimkurgu olarak görünse de, kendi egomuzdan sıyrılıp bir adım geriye çekildiğimizde göreceğimiz şey budur…

İlgili yazı için bkz: Takyonlar, Madde ve Anti-Zaman

Konuyu sizli-bizli’den, sen’e taşıyalım… Senin anıların, arzuların var.(ki bunlar oldukça kırılgan ve güvenilmez) Ancak nihayetinde hiçbir anı güvenilir değildir ve hiçbir istek de sonsuz değildir; yaşama isteğinin kendisi hariç. Çünkü bu, yaşamaya devam edebilmemiz konusundaki en temel içgüdümüzdür. Bütün isteklerimiz ve ihtiyaçlarımız bu içgüdü doğrultusunda gelişmiştir.

Yani anılar ve istekler, bilincin kendisini tanımlamak için seçtiği anılar ve istekler; bunlar Şahıs’ı oluşturur. Velakin Şahıs’ın kendisi de bilinç içinde evrilen bir sistemdir. Dolayısıyla Şahıs kavramı bilincin içinde yükselir ve iner. Bir kişi, rüyası ile gerçekliği karıştırabilir, bir kişi çölde su gördüğünü sanıp kum da yiyebilir, bir kişi açıklayamadığı varlıklar görüp korkudan tir tir titreyebilir de. Gerçeklik ve algılayış, bilincin evrildiği bu bedenler içindeki algı mekanizmasının ona yansıttığı kadardır. Nitekim, milyarlarca bilgiyi süzgeçten geçiren beynimizin bize yorumlayabildiği sadece binlercesidir.

Bunu içe bölerek açıklamaya çalışırsak; Tıpkı ‘Gözlemci’, ‘Gözlem Modu’ ve ‘Gözlem Nesnesi’ şeklinde örneklendirebiliriz sanırım. Her gözlem nesnesi bilinç içinde yükselir ve iner. Her gözlemci de bilinç içinde yükselir ve sonuçta bir gözlem nesnesinin var olması için bir gözlemcinin olması lazımdır. (Kuantum Belirsizlik/Ölçüm Problemi.) Yani gözlemci ile gözlem nesnesi, bir temel varoluşun iki tarafını oluşturur. Çünkü her yeni deneyimde, yeni bir gözlem nesnesi, yeni bir gözlemci ve de yeni bir gözlem modu vardır.

Tabii ki siz kendinizi her zaman aynı kişiymiş gibi hissediyorsunuz... Sizin “Ben kendimi aynı Şahıs gibi hissediyorum. Ben, benim.” dediğiniz o süreç, o dizilim, aslında Bilinç. ‘Şahıslık’ dediğimiz şeyi veren ve de bir kimlik yaratan… Yani “Bilincin, kendisini birey haline getirecek şekilde yeniden yapılandırması” gibi bir şey.

Kuantum ve Karma, Reenkarnasyon gibi konularla ilgili yeterince bilginiz yoksa, bu anlattıklarım kafa karıştırıcı ve anlaşılmaz gelebilir. Bununla ilgili bilimsel ve dinsel bir birikime sahip değilseniz; profilimdeki diğer yazılardan ilginizi çekenlerini okuyup daha sonra bu yazıyı tekrardan okumayı deneyebilirsiniz. Çünkü bunlar ciddi ve zaman harcanması gerekecek kadar önemli konulardır. En ufak bir yanlış fikir, saptırma, sizi Spiritüalizme ve kendinizi Tanrılaştırmaya götürecektir. Bu yüzden bu bilgileri, bilimin aydınlattığı bu olguları doğru anlamalıyız.

Bizim varlık ve farkındalık dediğimiz şey; Bilinç’in etkileşime girmesinden ibarettir. Bu etkileşim farklı boyutlarda ve farklı seviyelerde meydana gelebilir. Bilinç kendi kendini, aynı anda hem gözlemleyen hem de gözlemlenenin üzerine yıkar. Bilinç, yani her türden ihtimal dalgası, her bir ‘an’ı bir gözlemci ile gözlemlenenin üzerine yıkarak Algı’yı oluşturur.

İşte belli bir zaman içerisinde birikmiş olan, seçili deneyimler -ki hakikatte bunlar “deneyim metabolizması”dır, buna biz şahıs (birey) diyoruz. Ama bu sabit bir kimlik değildir, onun arkasındaki bilinçtir asıl sabit olan. Yani kısacası, “bir ben vardır benden içeri” gibi bir durum söz konusu. Buna Altbilinç, saltbilinç, sınırsız irade veya mutlak irade diye isimler de verilmiştir. Her yerde ve her şeyde olan, her şeyin farkında ve her şeyle etkileşimde olan, ancak farklı farklı şekillerde kendisini vâreden… (İlgili yazı olarak bkz: Esîr Maddesi)

Peki bu bilinç nedir, kendine özgü iradesi mi vardır ki bize biz olduğumuzu hissettirip, bizi meydana getirip, bizde yaşıyor? bunu cevaplamak gerekirse; Tanım itibariyle, özde var olan bilinç, “Bilinçli olma isteği”dir. Uygulamada da böyle değil midir sonuçta? bilincin bilinçli olması gerekiyor. Ama bilincinde ya da içinde olacak bir şey yoksa bu nasıl olabilir? dolayısıyla bilinç kendisiyle etkileşime girerek kendi üstüne yıkılır, ki bu bilinç enerjidir; “Haydi ruhumuzdan, aynı bize benzeyen, bizim gibi düşünen bir şey yaratalım.” Soyut hâlden, somut hâle geçme evresi, dinlerce böyle aktarılmıştır. İşte bu da maddenin oluşması durumudur. Saf enerjinin, katılaşarak bir ortam oluşturması.

Kişiliği oluşturan her şey, düşünceler, hayaller, her şey birer enerjidir ve bilinç kırıntılarıdır. Bu kırıntıları serpiştiren ve hepsinin özünde bir olan bilinç ise yaratılışın sebebidir. Ancak biz o bilinç ile aynı iradeyi temsil etmemekteyiz. Biz, ayrı bireyleriz. Bu, Kuantum’da “Olasılıkların Süperpozisyonu ve Sınırsız Potansiyel Okyanusu” olarak adlandırılır. (Örnek yazı gerekirse bkz: Sicim&Her Şeyin Teorisi ve Kuantum Süperpozisyon) Aslına bakmak gerekirse; bu, dinlerin size “Tanrı” diye sattığı şeyin ta kendisidir.

Kendisini deneyimlemeye çalışan bu öz bilincin zerreleri ise bizi ortaya çıkarır, nesneyi yaratır ve onunla birleşerek kendi iradesini bir kişiye dönüştürmüş olur ve bir ‘Şahıs’ meydana getirir. Dolayısıyla siz ve dünya, aslında bilinç ve bilincin içeriklerisiniz ve bunların sonsuz çeşitleri ve sonsuz biyolojik ifadeleri var. Bütün bu varolma ve deneyimlenme isteği, birer titreşim meydana getirir ve bu titreşimler ise canlı ve cansızı oluşturur. Lakin insanların her birinin elbette bir öz bilinci vardır, eşyaların ise yoktur. Cansız maddeler sanki bilinçsizdir. Daha doğrusu böyle olduğu zannedilirdi, 1 asır öncesine kadar…

Kuantum fiziğinin dünyamıza girişiyle birlikte görüldü ki, canlı veya cansız her şey aynı şeyden oluşmuştur ve bu şey kendine has bir bilince sahiptir. Öyle ki, canlı veya cansız her şey bir bilince sahiptir ve öngörülemez nitelikte bir enerjisi vardır. Kuantum Fiziği ve Kuantum Mekaniği konusunda araştırmalar yapmamış kişiler için bu; kabul etmesi ve algılaması zor bir durumdur. Aynı birkaç yüzyıl önce insanların “Dünya Yuvarlaktır” fikrini kabul etmekte zorlanması gibi… Çünkü algılarımız bize dünyanın düz olduğunu ve sabit olduğunu söylerken, gerçeklik bize onun belli bir yörüngede saatte kilometrelerce hızla dönerek ilerleyen bir yapı olduğunu ve düz olmadığını gösterdi.

Öğretici olması için bkz: Kuantum Mekaniği ve Fiziğini Öğrenmek İçin

Bilinç yıkılıştır ve bilincin içeriği bir şahısa dönüşür ve aynı zamanda bir sandalye ile aynı niteliktedir. Bir insan ile bir Sandalye arasında, bizim algıladığımız klasik fizik ile ve biyoloji ile bakarsak birçok fark vardır ancak özünde ikisi de tamamen aynı şeylerden yapılmadır. O sandalyenin bilincini oluşturan atomlar kendini bilinçsiz bir sandalye gibi deneyimlerken, biz kendimizi evrimsel süreçlerle bu hale gelmiş bir insan olarak deneyimliyoruz. Bizim kişiliğimiz ve varlığımız ile alakalı emin olduğumıuz her şey bizim bu bedene girişimiz ile belirip, biz öldükten sonra tekerrüre devam edecek olan bir enerjiden ibarettir. Asıl soru ise, “biz öldükten sonra şuanki bilincimiz ve hatıralarımızı yanımızda götürebilecek miyiz” sorusudur. Çünkü biz öldükten sonra bedenimizi oluşturan atomlar evrene karışacak, enerji ise başka şekillerde meydana gelmeye devam edecek. Peki, bize ne olacak? İşte bu, asla cevabını bilemeyeceğimiz bir soru.

“Bilinç taşta uyur, bitkilerde rüya görür, hayvanlarla uyanmaya başlar ve insanın içinde kendisinin farkına varır.” — Mevlana

Yalnız bu güzel söze bir düzeltme yapmam lazım, “Malesef sadece bazı insanlarda kendinin farkına varır.” (Mevlana sözü paylaştım diye fikirlerini savunuyorum sanılmasın. Hard Spiritüalist adam, neyini savunayım?)

Yani bu bir hiyerarşi: Bilincin genişlemesi hiyerarşisi. Evrenin sürekli genişliyor olması gibi… Bilinç, şahsı yaratmak zorundadır. Fakat yine de %100 Bu şekilde olmuştur diyemeyiz çünkü çıkıp da gerçeği bulduğunu söyleyen bir kişi ya delidir ya da sahtekardır. En azından bu fikir, şu an için elimizdeki bilimsel veriler ile, bütün dinlerin veya âlimlerin, filozofların kendini arayışı ve yaratılışın ötesindeki iradeyi açıklamak için getirdikleri anlamlar ile şu an için elimizde olan en iyi tanımlamadır. Şimdilik bu, bilebildiklerimiz ile Yaratılış’ı açıklamanın en iyi ve en mantıklı, tek yoludur. Yoksa hepimiz gayet mutlu mutlu ‘Deneyimleme Zemini’ gibi bir şeyde olurduk ve tüm deneyimler, her şeyden önce zıtlık üzerinden gerçekleşirdi; iyi ve kötü, zevk ve acı, keyifli olma ve sıkıntı çekme, sıcak ve soğuk, aydınlık ve karanlık, aşağı ve yukarı... Yani zıtlığın olmadığı yerde tecrübe de yoktur. Fakat Spiritüalist mantık bunu da bir kılıfa uydurmuş ve “hayali” açıklamalar getirmiştir. Oraya da geleceğiz…

Dolayısı ile bilinç kendi özünde bölünür, kendi içine yıkılır; ve bunu deneyim üzerinden kendi kendisiyle etkileşime girerek yapar. Bundan öncesi, kişisel olmayan bir farkındalık alanıdır. Soyut’un zıttı Somut’dur. Bilinç, somutluğa evrilerek kendi içinde bir gelişim meydana getirmiştir ve biz bu gelişim evresindeki her bir hücreyi temsil etmekteyiz. Aynen bizim bedenimizde her saniye bir çok hücrenin ölmesi ve yerine yenisinin gelmesi gibi… Ölen her bir hücre, görevi neyse onu yerine getirip ölmüştür. Onun ölmesi sayesinde, yeni bir hücre meydana gelmiş ve canlılık devam etmiştir. Bizim doğuş ve ölüşlerimiz, bizim olup-bitişlerimiz de yaratılan bu evren ve sistem içerisinde bir süreçtir. Asıl konu, şahsiyetimizin bir önemi olup olmadığı. Yani biz öldükten sonra yok mu olacağız yoksa bilinçli bir varlığın oluşturduğu bilinçli bir boyut düzlemine mi geçeceğiz? Hadi geçtik, o varlık kimdir, amacı nedir, bizden beklentisi nedir? Biz sadece “kulluk etmek için” mi yaratıldık, yoksa tecrübeler edinebilmek amacıyla kendi kendimizi mi yarattık? işte bu iki soru, şuan dünyanın dinler gündeminde birbiriyle kapışan en önemli sorulardır. Çünkü diğer yazılarımda da bahsettiğim gibi, insanlar bu Spiritüalist Kuantum Dini’ne süratle geçiş yapmaya gün geçtikçe devam ediyorlar…

Benjamin Libet Deneyi ve Beyin hakkında yazılar paylaşmıştım. Beyin ile alakalı olanları zaten yazının başında sizlere sundum, Benjamin Libet ve Özgür İrade ile ilgili olanı da; Buraya bırakıyorum. “Özgür irade”ye sahip olma özelliğimiz hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz bir göz atarsınız.

Her Şey’in Bir Olması konusu ve Hologram Dünya konusunu da daha önce sizlere aktarmıştım. (bkz: Matrix Teorisi ve Düşünce Gücü Üzerine, ve Her Şey’in Bir Olması Konusu) Zaten bu yazılar, şuanda okuduğunuz yazının temellerini oluşturmaktadır. Yani eğer bu yazıyı okuyorsanız, sanırım bahsi geçen diğer yazılarımı da okumuşsunuzdur.

Dolayısıyla eğer bu yazıları okuduysanız bu anlattıklarıma çok da yabancılık çekmeyeceksiniz. Çünkü bizim devamlılık olarak deneyimlediğimiz bu kişiliğimizin temeli aslında devamsızlık/süreksizlikten meydana gelir ve süreksizlik her şeyin temelidir. Evren, evrim, varoluş ve gelişim tamamen bu süreksizlik sayesindedir. (On/Off, + ve- konusu) Ve bunlar da bilindiği üzere kuantum evreni özellikleri üzerine inşa olmuştur.

Dolayısı ile bu yazıyı okuyan sen 2 saniye önce yoktu. Sen kuantum vakumu içinden defalarca kere ortaya çıktın ve yok oldun, aynı kişi gibi görünüyorsun ama aynı değilsin. Sen bu ‘Belirsizliğin’ oluşturduğu geçici bir yansımasın ve her ‘an’ silinip yeniden yazılıyorsun.

Fiziksel olarak açıklamak gerekirse de bedeninizdeki hücrelerin çoğu her saniye ölür ve yenisi yapılandırılır. Yukarıda kısaca buna atıfta bulundum. Atomlarınız sürekli olarak değişim sürecine girerler. Şu halinizin bir resmini çekip 5 sene ve 10 sene öncekinin resimlerini karşılaştırırsanız tamamiyle farklı olacaktır. Her sabah uyandığınız ve aynaya baktığınızda sizin fark ettiğiniz ya da edemediğiniz bir dizi değişimler meydana gelmiştir bile. Kişiliğiniz bile her gün değişmeye devam eder. İnsan sürekli değişir. Aslında hayatı boyunca, birçok farklı kişiye dönüşmüş olur. Bu sayede eskisinden daha iyi veya daha kötü olur. Hatta, “ben hayatta böyle biri olmam” dediğimiz kişiler olmuşuz, “ben bunu hayatta yapmam” dediğimiz şeyleri yapmışızdır/yapacağızdır. Kısacası, bedenimizle birlikte geçen zamanla beraber kişiliğimiz de evrimleşiyor.

Dolayısıyla hiçliğe geri döndüğümüz ve içinden tekrar yükseldiğimiz her anda, birazcık daha farklılaşıyoruz. Biraz daha evrimleşiyor ve gelişiyoruz. Bu gelişim olumlu veya olumsuz olabilir ve bu kısmen sizin elinizdedir, kısmen değildir. Örneğin; yaşlanmanızı, eğer zamanı durdurmak veya bedene hükmetmek gibi bir yeteneğiniz yoksa durduramazsınız. İsteseniz de istemesiniz de yıllar geçtikçe bedeniniz zayıflayacaktır.

Dolayısıyla bu içinde kendinizi deneyimlediğiniz ufak bedenle kafanızı çok yormaktansa, deneyimlemenizin sebebi olan bilincinizin üzerine yoğunlaşmalı ve bu bilincin an be an farkında olmalısınız. Dinler bunu size “bu hayat geçicidir, asıl hayat ölümden sonra gelecektir. Ona yatırım yapın” diyerek aktarmıştır. Spiritüalist mantık ise, “bu hayat sadece bir denemedir, elinden geldiğince az karma oluştur ki ruhun Nirvana seviyesine daha çabuk ulaşsın. 10 kere doğmaktansa 5 kere doğarak bunu hallet” diye aktarır. İkisi arasındaki fark ise, dini görüşlere göre sizin şuanki karakteriniz, öldükten sonra da sorumlu tutulacaktır; Ancak spiritüalizme göre sizin şuanki karakteriniz değil, sizin özünüzden yaratılacak olan 2. ve yeni karakteriniz bundan sorumlu tutulacaktır. Yani siz bu hayatta kötü bir şeyler yaparsanız, bir daha dünyaya geldiğinizde bunu ‘karma’ olarak ödeyeceksiniz. Aynı şekilde eğer şuanki hayatınız çok berbatsa, bir önceki hayatınızda yediğiniz naneler yüzündendir.

Peki hangisi daha mantıklıdır? Veyahut ikisi de birbirinden saçma görüşler midir? Bu kendinizi bilmekten, ve gerçeğin arayışı peşinde koşmaktan doğacak kaçınılmaz bir farkındalıktır. Nitekim korkularınız, alışkanlıklarınız, huylarınız ve davranış şekilleriniz bile size atalarınızdan kalan şeyler ve bu şeyler; sizin kişiliğinizin büyük bir kısmını oluşturuyor. (Örnek yazı gerekirse bkz: İçgüdü’nün DNA ile Aktarılması)

Bu perspektiften gerçekliği algılamak ve hayatımızı yaşayabilmek, kendimizi ve hayatı algılama yolunda dramatik bir farklılık yaratır. Çünkü biz, deneyimlemeler yaşayan, sınırsız potansiyel okyanusundaki bir veri görevini görmekteyiz. Bunu ister kendi ruhunuz, isterse sizi yaratan öz ruh için yaptığınızı düşünün. Bu hayatı ne kadar dolu yaşarsak ve kendimizi ne kadar geliştirirsek, bu o kadar kazançlı çıkacağımız anlamına gelir. Ego’dan kurtulup, kendimizi Eko’ya bıraktığımız zaman, hayvanları ve doğayı da en az kendimiz kadar sevmeyi öğreneceğiz. Çünkü bütün bu dünyaları ve evreni oluşturan şey, bizi de oluşturan bilincin yüzdüğü bir birleşik alanı oluşturmaktadır. Bu birleşik alan içerisinde her şey birbiriyle bağlıdır ve ilişkilidir. Her şeyin kararı ve yönü, bir diğerini etkiler. Tekillikten meydana gelmiş ve dağılmış olan bütün bu düzen ve bu düzenin oluşturduğu bütün varlıklar, (biz dahil) tekilliğe geri dönmeye mecburdurlar ve bu süreç içerisinde hepsi birbirini değiştirecektir. (Daha fazla bilgi için bkz: Kuantum Dolanıklık)

Her şeyin temelinde yer alan yapı taşlarının neler olduğunu, gerçekliğin neden oluştuğunu bulmak için fizik, gerçeklik fiziğini yakalamak istedi. Yaşam, evren, parmaklarımızın arasından kayıyor... Ve siz son derece soyut bir şeyle, soyut bir alanla karşı karşıyasınız. İşte “Birleşik Alan” budur. Bu kısacık hayatlarımızdan sorumlu tutulup tutulmayacağımızı hiçbirimiz bilemiyoruz. Ancak neye inanıp inanmayacağımızı, belli ölçüde zeka kullanarak seçmek çok da zor olmasa gerek.

Spiritüalizme göre Bilinç kendisine bir saha oluşturmuştur ve bu sahanın tek amacı; içinde olumlu veya olumsuz birçok tecrübe edinebilecek bir alan varetmektir. Dolayısı ile sevap veya günah yoktur, çünkü yargı günü de yoktur. Kendisini affettirmeye çalışan kusurlu ruhlar veya ödül kazanmak için yarışan atlar değilizdir. Tanrı veya ne derseniz deyin, yaratılışın sebebi olan bu iradenin yarattığı birer An’ızdır biz. Yani aslında bu sizin şuanki kimliğinizin hiçliğe gideceğini kabul etmektir. Peki, madem hiçliğe karışacağınıza inanıyorsunuz, o zaman Spiritüalist bir öteki aleme dayalı bir inancı neden hayatınızın merkezine koyuyorsunuz? Bu bana anlamsız geliyor.

İsa da, Buddha da insanları sevmek ve kardeşlik ve birlik mesajını yaymaya çalışmış kişilerdir. Gelin görün ki insanlar, mesajdan çok mesajı verenle ve onları yüceltmekle uğraşmıştır. Yani birisi size eliyle güneşi gösterdiği zaman güneşe bakmaktan çok, güneşi gösteren ele tapınmayı tercih eden kişiler asla o güneşi anlayamayacaklardır. Kaldı ki güneş burada temsiili bir objedir. Tanrı’yı bize hiçbir insan ne gösterebilir, ne kanıtlayabilir. Bu evren boyutu içinde maddeleşen hiçbir varlık bize belli bir Tanrı’nın kanıtı olamaz. Çünkü onu temsil eden varlık da bu evrenin boyutlarıyla sınırlanmış olmak zorundadır ve sınırlı bir varlık, sınırsızlığın örneği olamaz.

Zihnin gerçeği yorumlama yolu nedeniyle her şey parçalar halindedir, birleşik değildir ve her şeyi birbiriyle bağlantılı olarak değil de karmaşa halinde gördüğü için, bu durumda biz; birisinin oyuncağı gibi görünmekteyiz. Ancak hayatı bir fırsat olarak görmeliyiz. Ne yapıyorsunuz hayatla ilgili? Korkuyor musunuz hayattan? Bazı insanlar hayatlarını, açıkça ölüm anlarını programlamak üzere geçiriyor gibiler. Ben bile, geçmişe ve geleceğe çok fazla kafayı takmış ve sürekli zamanı ve yaşam döngüsünü düşünürken buluyorum kendimi. Hepimizin olumlu ve olumsuz davranışları, yaşam süresi ve karakteristik değişiklikler ile baş etmeyi öğrenmesi gerekiyor. Elimizdeki bu birkaç seneyi iyi kullanması ve elinden geldiğince olumlu ve faydalı olması gerekiyor.

Yazının başlığı Şahıslık ve Bilinç olduğu için, buna atıfta bulunan filozof ve bilimadamlarından, sizi tatmin edeceğini umduğum kadar alıntılar yaparak buraya ekleyeceğim.

Richard Swinburne:

“Nörobilimcilerin pek çoğu, zihnin tamamıyla beyin ile açıklanabileceğini düşünüyorlar. Bazı filozoflar ise beyin ve zihin halinin, durumunun tamamıyla özdeş olduğuna inanıyor. Dünyada neler olup bittiğinin tam bir açıklaması, sadece beyninde neler olup bittiğini içeriyor olamaz. İster acı içerisinde olun ister felsefe hakkında düşünün veya her ne hakkında düşünüyorsanız o şey, size zihinsel yaşamınızın içeriğini açıklamak için var. Bir olayı herhangi bir kişi ile beraber başka biri de bilebiliyorsa buna “fiziksel olay” diyoruz. “Zihinsel olay” olarak isimlendirdiğimiz olay ise, olay kimin için önemli ise, bunun meydana geldiğini, varolduğunu bilmek anlamında diğer herkesten daha iyi bir konumdadır.

Örneğin bu sandalye burada, bu benim yapabildiğim bir çıkarım ve sen ya da herhangi bir kişi de bu çıkarımı yapabilir. Bu çıkarımda hiçkimsenin kimseye göre daha iyi bir ayrıcalığı, üstünlüğü yok. Bunu anlamak için senden daha iyi bir konumdayım. Tabii ki benim davranışlarımdan makul bir anlam çıkarabilirsin ama senin çıkarım yaptığın yollardan ben de çıkarım yapabilirim. Benim bu çıkarım için sende olmayan bir yolum var, bu nedenle ben herzaman senden üstünüm. Olay için benim ayrıcalıklı bir erişimim var. Yani zihinsel olayı ayrıcalıklı erişiminiz olan bir konu olarak ele alabiliriz. Saf zihinsel olaylar ve saf olmayan zihinsel olaylar.

Saf olmayan zihinsel olaylar fiziksel bir olayı da içerirler. Örneğin seni izleyen ben; bu, zihinsel bir olaydır. Çünkü seni görüyorum ama sen göremiyorsun. Ama sadece sen orada olursan seni görebilirim. Yani seni görmem senin orada oturmana bağlı ve bu herkesin erişebileceği bir şey.

Saf zihinsel olay ise fiziksel bir olayı içermek zorunda değildir. Acı çekip çekmediğim saf bir zihinsel olaydır. Beynimde devam eden bir şeyi zorunlu kılmıyor. Bu olamaz, çünkü bu nörobilimcilerin keşfettiği gibi acı çektiğim zaman beynimde bir şeyler oluyordur. Bunun keşfedilmesine ihtiyaç yoktu. Ben acı içindeyim demek zaten bu anlamın bir parçasıydı.

Bir kez saf zihinsel olayın bu tanımına sahip olduğunuzda bu, saf zihinsel olayların net bir kanunu olur. Duygularımız, hislerimiz elbette vardır. Tüm bu seslerin, renklerin zenginliği ile, inançlarım, niyetim, arzularımın da farkında oluruz. Dünyanızı tamamıyla açıklamak için tümüne ihtiyaç duyarsınız ve geçerli fiziksel olaylar için bu olayların varlığı zorunlu olmadığı sürece, tüm bunlar dünyanın özellikleridir.”

Jim Holt:

“İnsan genomunda yaklaşık 30,000 aktif gen bulunur. Her bir genin en az iki varyantı vardır. Genomun şifrelenmesi mümkün olan farklı gen dizilimli insan sayısı 2 üssü 30 bindir. Yani 2'nin yanına 30 bin tane sıfır… DNA’mızın izin verdiği farklı insan sayısı budur. İnsan tarihinin başlangıcından bu yana 100 milyar kadar insan yaşamıştır. Bu bize, genetik olarak “olması mümkün” insan sayısının oldukça altında bir rakamı gösterir. Bu durumda bizler -yani yaşayanlar- aslında “şanslı” olanlarız. Her birimizin olma olasılığı aslında çok düşük, olmama olasılığımız ise çok yüksektir.

Genetik kimlik ‘ben kimim, ben ne demek, benlik nedir?’ gibi soruları çözmeye yeterli midir? Tek yumurta ikizi, bir zigotun bölünmesiyle oluşur. O zigot bölünmese ve bir kişi doğsa, o kişi ben mi yoksa ikizim mi olurdu?

Descartes’in ‘Düşünüyorum, öyleyse varım.’ söylemi, Ben’in düşünen bilinçli bir özne olduğunu anlatır. Burada Ben, fiziksel bedenin dışında farklı bir olgudur, yani bilinçli bir şey’dir. Ben’lik arayışımızı içimize yönelttiğimizi düşünelim. Ben’liği ararken, durmaksızın devam eden düşünce ve duygu akışıyla karşılaşırız.

David Hume şöyle der: ‘Kendim dediğim yerin daha derinine girdiğimde; her zaman sıcak ya da soğuk, ışık ya da gölge, sevgi ya da nefret, acı ya da haz gibi tanımlı bir algıya rastladım. Kendimi hiçbir zaman bir algı olmaksızın yakalayamadım, algıdan başka bir şey de gözlemleyemedim.’

Filozoflar benliğin iki kavramsal gerekliliği olduğunu söylerler.

Birinci gereklilik; ‘benlik her ne olursa olsun, bilincin öznesidir. Yaşadığımız, gördüğümüz her şey, aynı bilincin parçalarıdır. Hepsi benliğe aittir.’,

İkinci gereklilikse, benliğin öz bilinçlilik yetisine sahip olmasıdır. Kendi kendinin farkında olması, ‘benim-si’ deneyimler yaşamasıdır.

Burada, benlik, bilincin hem öznesi hem de nesnesi oluyor. Ben’e eğer göz dersek, göz kendisini göremez. Dolayısıyla ‘Biz benliğimizi göremeyiz’ düşüncesi ortaya çıkar. Benliğin hem özne hem de nesne olması, kavram kargaşası doğurur, bu yüzden bu düşünüm anlamsızlaşır.

Ben’liğin açıklaması şu an için, psikolojide ve fiziksel bilimde tamamlanmamıştır. Ben’in var olup olmadığı bile tam olarak belli değildir. Buda’nın dediği üzere:

‘Benlik, bir unsurlar kümesine verilmiş bir isimden ibarettir.’

Bir diğer görüş, benin kendi kendisini yaratmasıyla diğer tüm gerçekliği de yaratmasıdır. Hegel, Sartre vb. Bunu savunur.

Wittgenstein, Tractatus’da: ‘Dünya benim dünyamdır, ben kendi düyamım’ derken bunu savunuyordu. Bu şekilde Solipsist tarzda düşünen, ‘tek gerçek benim’ der. Bütün bu görüşler, ‘Ben’ uğruna yapılan bütün açıklamalar keyiflidir. Biz mi gerçekliğin bir parçasıyız, yoksa gerçeklik mi bizim bir parçamız?

Prof. Robert Stickgold:

“Aklın ve zihnin aynı şey olmasına dair soruları anlamıyorum. Çünkü beyni alıp bir kavanozun içine koysam, orada halen aktif bir beyin vardır. Ama orada zihin yoktur. İnsanlar komadayken halen aktif bir beyin orada olabilir, ama orada bilincin olmadığını söyleyebiliriz. Uyurken bilinçli bir aktivite yokmuş gibi gözüken ya da çok az bilinçli bir aktivitenin olduğu evrelerden geçersiniz. Eğer beynin ve zihnin aynı şey olduğunu söylemek isterseniz beyin bazı zamanlar bir şeyler yaparken, zihnin onun öğesi olduğunu da söylemek zorundasınız. Rüya görmek çok komik bir örnektir. Çünkü bir nörologla konuşursanız, uyku halindeyken bilincinizin kapalı olduğunu söyleyecektir. Eğer uyurken bilinciniz kapalıysa, ne zaman bilinciniz açık? Eğer rüya görürken bilinciniz açık değilse, o zaman uyurken durum ne? Aynı beyinde farklı çeşitlerde bilinç düzeyleri görülür. Bir şey yapmaya çalıştığım zaman hayal ettiğim şey beynin ve zihnin aynı olmadığıdır.

Benim için asıl soru: ‘Zihin tamamen beyinle açıklanabilir midir?’ Eğer soru bu olsaydı, tahminimin evet olduğunu söylerdim.

Muhtemelen zihinle ilgili varolması haricinde her şeyi açıklayabiliriz. İşin zorluğu bu nokta. Maddenin zihni nasıl oluşturduğunu bilmiyoruz. Hem nöroloji hem de uyku araştırmalarında bütün çalışmalarımız gösteriyor ki; Bilinç değişken bir şeydir. Bunu bir yazılım gibi düşünebiliriz. Hatta bir yazılım bile değil, programın ta kendisi olarak.

Bildiğimiz kadarıyla, zihin hakkında açıklayabileceğimiz tek şey, tamamiyle beyin tarafından üretilen bir fenomen olduğu ve beyinde ortaya çıkmakta olan bir özellik olduğudur. Sahip olduğumuz bütün beceri, hisler ve karakteristik özellikler için beyinden başka bir şeye ihtiyaç yok. Beynin yaptıklarını beyinden başka açıklayabilen bir şey yok! Beyin üzerine araştırmalar yapan insanlar da, bunu kendi beyinlerini kullanarak yapıyorlar.

Beyinde qualianin (duygular ve algılama) neden varolduğu açıklanamadı. Beyin uzmanları, renk, sıcaklık, korku, açlık gibi duyguların, resim gibi şeylerin nasıl farkında olabildiğimizin beyin aktivitesiyle nasıl ortaya çıktığını açıklayacak bir şey sunmadılar. Sadece bunların oluşması için meydana gelen faktörleri açıklayabildik. Ama bütün bunların oluşması için beyine kesinlikle ihtiyaç duyduğumuzu biliyoruz ve bunun dışında bize açıklamak için güç veren bir şey bulamadık. Bildiğimiz tek şey eğer bilimsel olarak ifade edersek bilinci büyük oranda değiştirmek ya da yok etmek istersek, bu beyin yoluyla olur.”

Bu kadar alıntılama yeter. Kısacası, yazının sonlarına geliyoruz… Şunu anlamalısınız: Her an kendi yaşamınızın hikayesini yazmaktasınız. Hikayeniz nasıl olsun istersiniz? Bu yaşam, mezara güvenli ve iyi bir şekilde girerek sonuçlanacak bir yolculuk değil. Bu, düşe kalka, çarpıla çarpıla ilerlediğimiz, tamamen bitkin ve yorgun düştüğümüz, hırpalandığımız, ama “Vay canına, ne yolculuktu be!” dediğimiz şeydir. Yaşam, gerçekleştireceğiniz en büyük yolculuktur ve sonunda da geriye baktığınızda nihai bir amacı, hedefi olmayan, devam edip duran, hiç bitmeyen, attığın her adımdan zevk aldığın bir danstır. Dünya bir aynadır. Herkese kendi düşüncelerini geri yansıtır. İnsan, düşündüğüdür, kalbinden geçirdiğidir. Ne düşünürse o’dur.

“Zihnini yönet, ona hükmet. Yoksa o sana hükmeder, o seni yönetir.”

“Şu an”ı nasıl yaşayacağını bilmiyorsan, gelecek için yaşamanın bir anlamı yok. Çünkü “Şu an”, gerçek anlamda sahip olduğun tek şey. Çünkü mutluluk, varılacak bir nokta veya bir amaç değil, bir yaşam şeklidir. Başka bir yer değil, burası. Başka bir zaman değil, şuan! Daha iyi bir geleceği yaratma gücü “şimdi”de mevcuttur. Şu anı iyi değerlendirerek, güzel bir an yaratarak, güzel bir gelecek de yaratıyorsunuz. Dolayısıyla endişe etmeyin. Şikayet etmeyin. Her şeyi olduğu gibi kabul edin. Akışa bırakın, “şimdi”yi yaşamınızın odağı yapın, ona odaklanın. Hiçbir şey sana, bu dünyada düşüncelerinin sana verdiği rahatsızlıklar kadar rahatsızlık ve sıkıntı veremez. Ancak bunu da abartıp dinleştirmeyin. Yoksa Metin Hara gibi “iyilik satıcıları”nı zengin etmeye devam edersiniz.

Unutmayın; Yaşam, sadece geriye sararak anlaşılabilir. Ama ileriye doğru yaşanmalıdır.

Pek çok insan, öldüğünde karanlık bir odada sonsuza kadar kilitli kalacağından ya da azap görüp yanacağından korkar ve bir çeşit sıkıntı çeker. Ancak dünyadaki en ilginç şeylerden bir tanesi farkındalık biçimi olan meditasyondur. Uykuya dalıp hiç uyanmayacağınızı bir deneyin, hayal edin.

Bunu iyi düşünün. Bu, yaşamın en harika şeylerinden bir tanesi. Uykuya dalmak ve hiç uyanmamak nasıl olurdu acaba? Bunu yeterince uzun düşünürseniz bir şeyler olmaya başlar size. Pek çok şeyin yanısıra, bunun sizde bir sonraki soruyu oluşturduğunu görürsünüz:

“Hiç uykuya dalmadan uyanmak nasıl bir şey olurdu?”

Tıpkı doğduğunuzda olduğu gibi… Gördüğünüz gibi, hiçi deneyimleyemezsiniz. Dolayısıyla öldükten sonra olan şey, doğduğunuzda yaşadığınız tecrübe ile benzer olacaktır. Son bir ekleme yapmak gerekirse:

Alan Watts:

“Hasta olmakta ya da ölmekte ‘temel olarak’ hiçbir sorun yoktur.

Kim demiş ki, hayatta kalmamız gerekiyor? Hiç durmaksızın devam etmenin eğlenceli olduğu fikrini size kim verdi? Tüm bu şeylerin yaşamaya devam etmesinin iyi bir şey olduğunu söyleyemeyiz. Basit bir örnek vermek gerekirse… Herkesin yaşamaya devam etmesini sağlarsak çok fazla kalabalıklaşırız. Budanmamış bir ağaç gibi oluruz. O zaman diyebiliriz ki; “bir kişinin ölmesi onurlu bir şeydir”. Çünkü diğerlerine yer açar. Her birimiz doğal olarak hayatımızın kurtarılmasını istesek de, bunu çevremizde gördüğümüz her şeye uygulamamız pratik değildir. Daha derine baktığımızda ise görürüz ki; eğer ölümümüz belirsiz bir tarihe ertelenebilseydi… Bunu bir süre sonra yapmaktan vazgeçerdik. Çünkü belirli bir noktadan sonra, bu şekilde hayatta kalmayı istemediğimizi anlardık. O halde neden çocuk sahibi oluyoruz ki? Çünkü çocuklar başka türlü hayatta kalmamızı sağlarlar. Sanki bir meşaleyi diğerine aktarmak gibidir bu. Böylece onu her zaman taşımak zorunda kalmayız. Öyle bir nokta gelir ki, artık vazgeçmek istersin ve bir başkasına ‘artık sen çalış’ dersin.”

Dolayısıyla ölmek doğal ve gerekli, ve olması gereken bir aşamadır. Ancak öyle bir kültürle büyüyoruz ki; ölmek korkusu, ‘yok olmak’ korkusu yüzünden ölümün berbat bir şey olduğunu beynimize işlemişiz. Ancak kendimizi eninde sonunda, hazırlıksız olarak, birden bire ölüme mahkum edilmiş şekilde bulacağız. Bunu kabullenmek zorundayız…

Öleceksiniz,
ne kadar yaşamış olursanız olun; tek başınıza, yalnız, bir gün öleceksiniz. Bunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu kişilik bu dünya üzerinde ölecek. Hayat devam edecek. Birileri sevgilisinden ayrılacak, saatler geriye alınacak, yeni bireyler, yeni “ben”ler doğacak… Hayat siz olmadan da devam edecek.
En kötüsü de, adınızı hatırlayan son kişi öldüğünde, artık hiç doğmamış gibi olacaksınız.

Beş sene önceki siz çoktan öldü, şuan yeni bir siz var. Yaşıyor gibi hissetmenizin tek sebebi şuan farklı da olsa bir bilince sahip olmanızdır. Gerekli kaynakları yazı arasında linklerle verdim, o yazıların içinde de direkt belge olarak bir çok kaynak dizili. Diğer yazılarımı da okumanız ve bu yazıların size bir şeyler katması dileğiyle… Keyifli okumalar!

https://www.facebook.com/diamondtemaofficial/notifications/

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

--

--

Diamond Tema

Din, Bilim ve Tarih üzerine yazılar yazmaktayım. Ayrıca Youtube adresimiz: https://www.youtube.com/c/diamondtema