İyi Yazmak Üzerine — Part IV

Düzyazı İçin Yol Haritası

safa kutlu
Türkçe Yayın
14 min readMar 26, 2017

--

İyi Yazmak Üzerine — William Zinsser / On Writing Well

Altıkırkbeş Yayın’larından 30. yıl özel baskısı olarak Eylül 2014 yılında çıkan ‘İyi Yazmak Üzerine & Düzyazı İçin Yol Haritası’ kitabından aldığım ve 4 bölüm halinde derlediğim notlar.

Dördüncü Bölüm: Tutumlar

1- Sesinizin Tınısı

Bir tane beyzbol, bir tane caz müzik hakkında kitap yazdım. Ama hiç aklıma birini spor dilini kullanarak, birini de caz dilini kullanarak yazmak gelmedi. İkisini de normal tarzımda, yazabildiğim en iyi dille yazmaya çalıştım. Kitapların konusu oldukça farklı olsa da okuyucuların aynı yazarı okuduğunu bilmelerini istiyordum. Beyzbol hakkındaki de caz müzik hakkındaki de benim kitabımdı. Diğer yazarlar kendi kitaplarını yazıyorlardı. Bir yazar olarak ne hakkında yazarsam yazayım benim elimde avucumda sadece “ben” varım. Ve sizinki de kendiniz… Konunuza uysun diye sesinizin tınısını değiştirmeyin. Sayfada duyduklarında okuyucularınızın tanıyacağı bir tını geliştirin. Bu tını sadece müzikal olarak hoş değil, tonunu ucuzlatan seslerden de uzak durmalı: lakaytlık, yukarıdan bakma ve klişeler.

Kulağa çok rahat geldiği için yazarın sizinle konuştuğunu düşündüğünüz bir yazım tarzı vardır. Büyük ihtimalle bu yazımın ustası E. B. White’tır, ama önemli başka ustalar da -James Thurber, V. S. Pritchett, Lewis Thomas- akla gelir. Ben bu tarza düşkünüm çünkü benim de pek çok kez yazmayı denediğim bir tarz. Genel zan, bu tarzın çaba harcamadan elde edildiği yönündedir. Tam olarak tersi doğru: bu zahmetsiz tarz ancak çok çaba sarf ederek ve sürekli bir arıtmadan geçirerek elde edilebilir. Dilbilgisi ve çekim çivileri olmaları gereken yerlerdedir ve dili iyi kullanmanın bir sınırı yoktur, sınır yazarındır.

E. B. White’ın tipik bir cümlesi şöyle başlar:

Eylül ortalarında bir kaç gün ve gecemi hasta bir domuzla geçirdim ve kendimi bu süreyi bildirmekle mesul hissediyorum, özellikle de sonunda domuz ölüp ben yaşadığım için. Ve bunun tersi olsaydı ki gayet de olabilirdi, bu bildirimi yapacak kimse olmazdı.

Cümle o kadar samimi ki kendimizi White’ın Maine’deki evinin verandasında otururken hayal ediyoruz. White sallanan sandalyesinde oturmuş pipo tüttürüyor ve sözcükler anlatıcı sesiyle çıkıveriyor. Ama cümleye tekrar bakın. İçindeki hiçbir şey şans eseri orada değil. Disiplinli bir yazma eylemi. Dilbilgisi resmi, kelimeler yalın ve kesin, ahenk ise bir şaire yaraşır şekilde. İşte mükemmel bir zahmetsiz tarz: bizi oluşturduğu sıcaklık ile zararsız hale getiren, metodik bir kompozisyon eylemi. Yazarın kendinden emin olduğu anlaşılıyor; kendisini okuyucuya sevdirmeye çalışmıyor.

Deneyimsiz yazarlar bu noktayı atlıyorlar. Zahmetsiz bir etki yaratmak için tek yapmaları gerekenin “sıradan insanlar” olmakta bittiğini zannediyorlar. Okuyucunun dostu olmak istiyorlar. Resmi gözükmemek için o kadar uğraşıyorlar ki dili güzel bir şekilde kullanmaya çalışmıyorlar bile. İşte onlarınki lakayt tarz oluyor.

Dile azami saygı duyarak yazın -tabi okuyucuya da. Eğer ki içinizde bastıramadığınız bir lakayt tarzda yazma dürtüsü oluşursa yazdığınızı sesli bir şekilde okuyun ve bakın bakalım sesinizin tınısı hoşunuza gidiyor mu.

Yazarlar ve diğer yaratıcı sanatçılar için neyi yapmayacağını bilmek zevk meselesinin önemli bir parçasıdır. İki caz piyanisti aynı derecede enstrümanlarına hakim olabilirler. Zevk sahibi olan, hikayesini anlatmak için her notasını işe yarar bir şekilde kullanacaktır; zevksiz olan ise bizi dalga ve başka gereksiz süslerle sırılsıklam edecektir. Zevk sahibi ressamlar kanvasta ne olup ne olmaması gerektiği konusunda gözlerine güveneceklerdir; zevksiz bir ressam bize çok hoş, ya da çok dağınık ya da çok süslü bir tablo sunacaktır. Nasıl olursa olsun bir şey çok olacaktır. Zevk sahibi bir grafik tasarımcısı azın çok olduğunu bilir: tasarımın yazılı sözcüğün hizmetçisi olduğunu. Zevksiz bir tasarımcı ise yazıyı arka plandaki renkler, karışıklık ve dekoratif süslerle boğacaktır.

Öznel olan bir konuda kesin konuşmaya çalıştığımın farkındayım; bir kişiye güzel görünen bir şey başkası için çirkindir. Zevk aynı zamanda bir on yıldan diğerine de değişebilir. Dünün mücevheri bugün çöp olabilir, ama yarın tekrar rağbet görüp mücevher olacaktır. Peki neden bundan bahsetme zahmetine giriyorum? Size böyle bir şeyin varlığını hatırlatmak için.

Zevk, yazının içinden akan görünmez bir nehirdir ve bunun farkında olmalısınız.

Bach ve Picasso analarının karnından Bach ve Picasso olarak doğmadılar; rol modellere ihtiyaçları vardı. Bu, özellikle yazı yazmak için geçerlidir. Sizi ilgilendiren alanlardaki en iyi yazarları bulun ve eserlerini sesli bir şekilde okuyun. Tınılarını, zevklerini ve dile olan tutumlarını aklınıza iyi kaydedin. Onları taklit ederek kendi sesinizi ve kimliğinizi kaybedeceğinizi düşünerek korkmayın. Kısa bir süre sonra o deriyi üzerinizden atacaksınız ve kim olmanız gerekiyorsa o olacaksınız.

2- Haz, Korku ve Güven

Çocukken, büyüyünce yazar olmak istemiyordum. Gazeteci olmak ve New York Herald Tribune’de çalışmak istiyordum. Gazeteyi her sabah okuyordum ve bende yarattığı haz hoşuma gidiyordu. Gazetede çalışan herkes -editörler, yazarlar, fotoğrafçılar, makyajcılar- çok eğleniyorlardı. Makalelerde genelde fazladan zerafet, insanlık ya da mizah olurdu -yazar ve editörlerin okuyucularıyla buluşturmaktan hoşlandıkları, kendilerinden bir hediye. Gazeteyi sadece benim için bastıklarını düşünürdüm. Benim Amerikan rüyasından anladığım, o editör ya da yazarlardan biri olmaktı.

Bu şen insanların arasında, insan ve hayvanlarla ilgili hikayeleri baştan sona suratında ifade omadan aktarabildiği, kendi ilgi alanını ciddi bir halde sunabildiği için hayran olunan masabaşı muhabiri John O’Reilly de vardı. Üstündeki kahverengi ve siyah çizgilerin genişliğinin kışın sert mi yoksa yumuşak mı geçeceğini gösterdiği söylenen tırtıllar hakkında yazdığı, senede bir kez yayımlanan makalesini hâlâ hatırlıyorum. O’Reilly her güz Babe Ruth’un Yankee Stadyumu’ndaki jübilesinde çektiği fotoğrafla Pulitzer Ödülü kazanan fotoğrafçı Nat Fein ile birlikte Bear Montain Park’a gidip yolda karşıdan karşıya geçen bu tırtılları gözlemlerlerdi. Makalesi alaycı-bilimsel müze-keşif tarzında yazılmıştı, olağanüstü bir denge vardı. Gazetede şöyle çıkıyordu: hikayesi ilk sayfada üç sütun altındaydı ve yanına bir de çizgileri çok belli olmayan bir tırtıl fotoğrafı iliştirilmişti. Bahar geldiği zaman O’Reilly önceki yazısına devam niteliğinde bir yazı yazar, okuyuculara tırtılların haklı çıkıp çıkmadığını söylerdi ve bunu çıkmasalardı bile kimse onu suçlamazdı -ya da onları. Burada mesele herkesin güzel zaman geçirmesiydi.

Maalesef çok güçlü olan başka bir ters akıntı var korku. Yazma korkusu çoğu Amerikalı’nın içine küçükken, genelde okulda yerleşir ve tamamen yok olmaz. Harika kelimelerimizle dolmayı bekleyen boş bir kağıt ya da boş bilgisayar ekranı bizi dondurup hiç bir şey yazmamamıza, ya da hiç de harika olmayan şeyler yazmamıza sebep olabilir. Yazı yazmaya zevk almayı düşünmeden, bir görev olarak -günlük iş- yaklaştığım zaman genellikle bilgisayar ekranımda beliren pislik beni dehşete düşürüyor. Tek avuntum o pisliğe ertesi gün, ve sonraki gün, ve sonraki gün tekrar tekrar bakacak olmam oluyor. Yeniden yazdığım her seferde kişiliğimi yazdığım konunun içine sokmaya çalışıyorum.

Bir nesir yazarı olarak sürekli kendinizi yeni dünyalarda bulacaksınız ve hikayeyi çıkaramayacağınızı düşünerek kaygılanacaksınız. Her yeni projeye giriştiğimde bu kaygıyı ben de duyuyorum. Beyzbol kitabım Spring Training’i yazmak için Bradenton’a gittiğimde bunu hissettim. Bütün hayatım boyunca beyzbol hayranı olmuş olsam da ne spor muhabirliği, ne de profesyonel bir sporcuyla röportaj yapmıştım. Çok itimat edildiğim bir konu değildi; yanına not defterimle yaklaştığım herhangi birisi -menajerler, koçlar, oyuncular, hakemler, yetenek avcıları- “Beyzbol hakkında başka ne yazdın?” diye sorabilirdi. Ama sormadılar. Sormadılar çünkü samimiydim. İşlerini asıl yaptıklarını gerçekten bilmek istediğimi onlara belli etmiştim. Yeni bir alana girdiğinizde ve bir güvem aşısına ihtiyaç duyduğunuzda bunu hatırlayın. En sağlam itimatname kendinizsiniz.

Yazınızın haz vermesini istiyorsanız, saygı duyduğunuz insanlar hakkında yazın. Yok etmek veya skandal yaratmak için yazmak, konu için olduğu kadar yazar için de yıkıcı olabilir.

3- Nihai Ürünün Despotluğu

Manhattan’daki New School’da yıllarca ders verdim. Öğrencilerim bana sık sık New York’a, ya da Sports Illustrated’e, ya da başka bir dergiye uygun olacağını düşündükleri bir makale fikirleri olduğunu söylerlerdi. Bu, duymak istediğim en son şey. Basılan hikayeyi gözlerinde canlandırabiliyorlar: Başlık, dizgi, fotoğraflar, ve en güzeli de adlarının geçtiği satır. Şimdi tek yapmaları gereken şey oturup yazmak.

Bitmiş ürüne böyle kilitlenmek yazarlar için sorun yaratır. Önceden vermek zorunda oldukları şekil, tını ve içerik kararlarından saptırır. Tam Amerikan tarzı bir problem. Biz kazanan sonuca tapan bir kültürüz: Lig şampiyonluğu, yüksek test puanı. Koçlara kazanmaları için para ödenir, öğretmenlere öğrencilerini en iyi üniversitelere soktukları için değer verilir.

Süreç içerisinde kazanılan daha az parlak şeylere -öğrenme, bilgelik, olgunlaşma, özgüven, başarısızlıkla başa çıkma- aynı derecede saygı duyulmaz, çünkü notlandırılamazlar.

Yazarlar için geçer not hesaptır. Profesyonel yazarlara yazı konferanslarında en çok sorulan sorulardan birisi “Yazdığımı nasıl satabilirim?”dir. Bu, cevaplamaya çalışmayacağım tek soru. Kısmen cevaplayamayacağım için bugünün pazarında editörler ne arıyorlar hiç bir fikrim yok; keşke bilseydim. Ama aslında yazarlara nasıl satmaları gerektiğini öğretmekle ilgilenmediğim için cevaplamayacağım. Onlara nasıl yazılacağını öğretmek istiyorum. Eğer süreç düzgün işlerse ürün kendi başının çaresine bakar ve büyük ihtimalle satacaktır.

Gözü bitiş çizgisinde olan yazar yarışı nasıl koştuğuna önem vermemiştir.

Yazarların aklını bu nihai ürün sevdasından zorla çelmenin mümkün olup olmadığını düşünmüştüm. Birden aklıma radikal bir fikir geldi: yazmanın zorunlu olmadığı bir yazı dersi açacaktım.

O ana kadar karşılaştığımız en büyük problem sıkıştırmaydı: Koca ve karmaşık bir deneyim, duygu ve anı yığınından nasıl akıcı bir anlatım çıkartılacağı, arıtım problemi. “Iowa’daki küçük kasabaların nası yok olduğu hakkında yazmak istiyorum,” dedi bir kadın. Onun büyükbabasının çiftliğinde küçük bir kız olduğu zamana kıyasla Ortabatı’daki yaşam kumaşının nasıl yıpranıp aşındığını anlattı. Bu, iyi bir Amerikan konusuydu. Sosyal tarih açısından değerliydi.

Ama Iowa’daki küçük kasabaların nasıl yok olduğu hakkında kimse yazamaz; bu sadece genellemelerden oluşurdu ve içinde hiç insanlık olmazdı. Yazar Iowa’daki bir küçük kasaba hakkında yazabilirdi ve böylece büyük hikayeyi de anlatmış olurdu. Ve tek bir kasabada bile hikayesini daha da daraltmak zorundaydı: Bir dükkan, bir aile, ya da bir çiftçiye indirgemek. Farklı yaklaşımlar hakkında konuştuk ve yazar yavaş yavaş hikayesini insan ebatlarına göre ayarladı.

4- Yazarın Kararları

Bu, kararlar hakkında bir kitap oldu. Her yazım eyleminin bir parçası olan, birbiri ardına verilen kararlar. Bazı kararlar büyük (“Ne hakkında yazmalıyım?”), bazıları küçüktür. Ama hepsi önemlidir.

Önceki bölüm büyük kararlar hakkındaydı: Şekil, yapı, sıkıştırma, odak ve niyet meseleleri hakkında. Bu bölüm küçük kararlar hakkında: Uzun bir makaleyi organize etmek için gerekli olan yüzlerce küçük karar. Bu kararlardan bazılarının nasıl verildiğini göstermenin yararlı olacağını düşündüm ve incelenmesi için kendi yazılarımdan örnekler kullanacağım.

Uzun bir makaleyi organize etmek, net ve memnun olacağınız bir cümle yazmak kadar önemlidir. Yazmanın çizgisel ve sıralı olduğunu ve bunu bir arada tutan yapıştırıcının mantık olduğunu, heyecanın bir cümleden sonraki cümleye, bir paragraftan sonraki paragrafa, bir bölümden sonraki bölüme kadar canlı tutulması gerektiğini ve anlatımın -eski, güvenilir hikaye anlatımımız- okuyucularınızı onlar fark etmeden sürüklemesi gereken şey olduğunu bir an bile aklınızdan çıkarırsanız bütün net düşünceleriniz dökülmeye başlarlar. Okuyucularınızın fark etmesi gereken tek şey, sizin yolculuğu iyi bir şekilde planlamış olmanızdır. Her adım kaçınılmazmış gibi durmalı.

Conde Nast Traveler’de yayımlanan “The News From Timbuktu” isimli makalem, bir yazarın bir sorun karşısında bulduğu bir çözümdür, ama bütün nesir mezunlarına uygulanabilecek olayları göz önüne serer. Yazıya notlar düşerek yazarken verdiğim kararları açıkladım.

Bütün makalelerde verilmesi gereken en zor karar, nasıl başlanılacağıdır. Giriş, kışkırtıcı bir fikirle okuyucuyu yakalamalı ve her yeni paragrafla birlikte onu tutmaya devam etmeli, bu sırada bilgi vermelidir. Bilginin amacı okuyucuların ilgisini çekip, bütün gezintiye katılmalarını sağlamaktır. Giriş bir paragraf kadar kısa, ya da olması gerektiği kadar uzun olabilir. Bütün gerekli iş bittiğinde bunu anlayacaksınız. O zaman tonunuzu yumuşatabilir ve anlatımınıza geçebilirsiniz. Burada ilk paragraf okuyuculara üzerine düşünebilecekleri ilginç herhangi bir şey sunuyor, daha önce hiç karşılaşmadıklarını umduğum bir şey.

Timbuktu’ya gittiğimde beni en çok şaşırtan şey sokakların kum dolu olmasıydı. Birden kumun topraktan çok farklı olduğunu fark ettim. Her kasabada ilk olarak zemin topraktır. Sonra içinde yaşayanlar zenginleşip çevrelerini değiştirmek istediklerinde üstüne kaldırım döşenir. Ama kum yenilgiyi temsil eder. Kumlu sokakları olan bir şehir, uçta bir şehirdir.

Şu altı cümlenin ne kadar basit olduğuna bakın: Yalın bildiri cümleleri, etrafta virgül görünmüyor. Her cümle bir anlam taşıyor, sadece bir. Okuyucular bir seferde bir anlam izleyebilirler ve bunu da düz bir çizgide yaparlar. Yazarlar bir cümleye haddinden fazla iş yaptırmaya çalıştığı zaman derde bulaşırlar. Uzun bir cümleyi iki, hatta üç kısa cümleye bölmekten korkmayın.

Tabii ki bu benim oraya gidiş sebebimdi: Timbuktu uçta yaşam arayanların uğrak yeridir. Gezginleri sadece ismiyle cezbeden -Bali ve Tahiti, Semerkant ve Fez, Mombasa ve Macao- yarım düzine yer arasından, uzaklık açısından hiç biri Timbuktu’yla yarışamaz. Seyahatimi duyup Timbuktu’nun gerçek bir yer olmadığını düşünmüş ya da gerçek olsa bile nerede olabileceğini tasavvur edememiş insanların sayısının çokluğuna inanamadım. Kelimeyi gayet iyi biliyorlardı, neredeyse ulaşılmaz olanı tarif etmek için kullanılan, şarkı yazarları “u” ile kafiye yapmakta zorlanmasın ve aşık çocuk yüz vermeyen kızı almak için nereye kadar gider diye ayrıca benzetme yapmak zorunda kalmasın diye Tanrı tarafından gönderilmiş bir hediyeydi. Ama gerçek bir yer olarak Timbuktu, Viktoryen dönemindeki kaşiflerin gidip bulamadıklarında var olmadığına karar verdikleri Kral Süleyman’ın Madenleri gibi bir “uzun zamandır kayıp” Afrika krallıklarından biriydi.

Bu paragrafın ilk cümlesi önceki paragrafın son cümlesini takip ediyor; okuyucuya sıvışma şansı verilmiyor. Bundan sonra, paragrafın bir amacı var: okuyucunun Timbuktu hakkında zaten tamamen -ya da kısmen- bildiği şeyi tekrar ediyor. Bu yüzden okuyucuyu bir yoldaş gibi selamlıyor, kendisi gibi seyahate aynı duyguları getiren okuyucuyu. Aynı zamanda bir tür bilgi de veriyor -çok inanılmaz bilgiler değil tabi, ama yine de hoş duruyorlar.

Şimdiki paragraf kollarını sıyırıp asıl işe girişiyor -artık ertelenemeyecek olan işe. Şu üç cümlenin içinde ne kadar bilgi verildiğine dikkat edin.

Ama uzun zamandır kayıp olan Timbuktu bulundu, gerçi onu çok çile çekip bulan kişiler -1826'da İskoç Gordon Laing ve 1828'de Fransız Rene Caillie- çabalarıyla dalga geçildiğini düşünmüş olmalılar. 16. yüzyıl gezginin Leo Africanus tarafından 100.000 nüfuslu olarak tanımlanan, 20.000 öğrenci ve 180 Kur’an okuluyla bir öğrenim merkezi olan- efsanevi şehrin şanı ve nüfusu kalmamış, kilden binaları olan boş bir yerleşim birimi olduğunu, ve sadece Sahara çölünü geçen deve kervanlarının yolu üzerinde önemli bir kesişim noktasında olduğu için günümüze kadar varlığını sürdürebildiğini görüyorlar. Afrika’da ticareti yapılan hemen hemen her şey Timbuktu’dan geçiyordu, özellikle de kuzeyden gelen tuz ve güneyden gelen altın.

Timbuktu’nun tarihi ve ününün nedenleri konusunda bu kadarı yeterli. Şehrin geçmişi ve önemi hakkında bir dergi okurunun bilmesi gereken her şey bu kadar. Bir dergi okuyucusuna ihtiyaçlarından gerekenden fazla bilgi vermeyin; daha fazlasını vermek istiyorsanız ya bir kitapta yazın, ya da akademik bir dergide.

Peki okuyucularınız şimdi ne bilmek istiyor? Her cümleden sonra kendinize bu soruyu sorun. bilmek istedikleri şu: ben neden Timbuktu’ya gittim? Seyahatimin amacı neydi? Şimdiki paragraf bunun hakkında -önceki cümlenin ipini yine gergin tutuyor:

O kervanlardan birini görmek için Timbuktu’ya gitmiştim. New York Times’ın pazar ekinde duyurduğu iki haftalık tura katılmak isteyen 6 şanslı ya da şanssız -daha hangisinin geçerli olduğunu bilmiyorduk- kişiden biriydim. Gezi, Fransız menşeili, çoğunluk ve Batı Afrika’da faaliyet gösteren küçük bir seyahat acentesi tarafından düzenleniyordu. (Timbuktu, eskiden Fransız olan Sudan’daki Mali’de yer alır.) Acentenin ofisi New York’taydı ve kalabalığı atlatabilmek için pazartesi sabahı çok erken bir saatte oraya gittim; tipik sorular sordum ve tipik cevaplarla birlikte -sarıhumma aşısı kolera aşısı, sıtma hapı, su içme- bir de broşür aldım.

Seyahatin öncesi hakkında ayrıntı vermek dışında bu paragraf başka bir iş daha yapıyor: yazarın kişiliği ve sesini oluşturuyor. Gezi yazısı yazarken rehberin siz olduğunu asla unutmamalısınız. Okuyucularınızı sadece seyahate çıkarmak yeterli değil; onları sizin seyahatinize götürmelisiniz. Kendilerini sizinle özdeşleştirmelerini sağlayın -umut ve kaygılarınızla. Bu da onlara biraz kim olduğunuzu anlatmanız demek. “Şanslı ya da şanssız” terimi seyahat literatüründe tanıdık bir figüre işaret ediyor: kurban ya da maskara olan turist. Çıkartabilecek başka bir ifade de kalabalığı atlatmak. Onu oraya sadece kendimi eğlendirmek için koydum. Dördüncü paragraf Timbuktu’nun nerede olduğunu söylemek için çok geç, evet, ama girişim dokusunu bozmadan bunu daha erken söylemenin bir yolunu bulamamıştım.

Beşinci paragraf:

“İşte hayatta karşınızda bir kere çıkan bir hayali gerçekleştirmek için şansınız -Timbuktu’ya yılda bir giden Azalai Tuz Kervanı!” diye başlıyordu broşür. “Gözünüzde canlandırın: Koca kaplarda değerli tuz (denize kıyısı olmayan Batı Afrika’nın yerlileri tuza “beyaz altın” adını verirler) taşıyan yüzlerce deve, yaklaşık 7.000 nüfuslu, kadim ve gizemli, yarı çöl yarı şehir olan Timbuktu’ya muzaffer girişlerini yaparlar. Kervanlarla Sahara’da 1.000 mil kateden renkli bedeviler, yolculuklarının bitmesini açık hava ziyafeti ve geleneksel kabile danslarıyla kutlarlar. Geceyi, kabile şefinin misafir olarak bir çöl çadırında geçirin.”

Bu, bir yazarın diğer insanları kendi yerine çalıştırıp yararlı bir iş yaptırmasının tipik bir örneğidir -kendi kelimelerini kullanırlar, ki bunlar yazarım kelimelerinden daha açıklayıcıdır. Burada broşür okuyucuya sadece ne tür bir seyahat vaat edildiğini söylemiyor; dili başlı başına zevk veriyor ve organizatörlerin büyüklüğünü gözler önüne seriyor. Komik ya da işinizi kolaylaştırıcı alıntılar için tetikte olun ve onları minnettarlıkla kullanın. Girişin son paragrafı:

Eh, bu benim sevdiğim türden bir nesir örneğine ve seyahate benziyor, aynı zamanda eşimin ve dört başka kişinin de sevdiği türden bir seyahatmiş. Yaşlarımız yaşlı ile huzurevi sakini arasındaydı. Beşimiz Manhattan’ın merkezindeydik. Bir kişi Maryland’lı bir duldu. Hepimiz uçaktaki yerleri ziyaret etmeyi hayat felsefemiz olarak görüyorduk. Venedik veya Versailles gibi isimleri, hatta Marakeş, Luxor veya Chiang Mai’nin vizesini bile pasaportumuzda bulamazdınız. Bizim olayımız Bhutan ve Borneo, Tibet ve Yemen ve Molük Adaları’ydı. Şimdi de -Allah’a şükür!- Timbuktu’ya gelmiştik. Deve kervanımız varmak üzereydi.

Giriş böylece bitiyor. Bu altı paragrafı yazmak için harcadığım zaman, yazının geri kalan kısmını yazmak için harcadığım zamana eşit. Ama her şeyi yerlerine oturttuğumda, güvenli bir şekilde gemimi suya indirdiğimi hissettim. Belki de bir başkası bu hikayeye benden daha iyi bir giriş yazabilirdi, ama ben yazamazdım. Yazımı bu kısma kadar okuyan okuyucuların, yazının sonunu da getireceklerini hissediyordum.

5- Aile Tarihi ve Anı Yazısı Yazmak

Her şeyin ötesinde bir ‘ses’ meselesi var. Bir yazar olmadığı için babam hiç “tarz”ını bulmaya çalışmadı. Konuştuğu gibi yazdı ve şimdi cümlelerini okuyunca 1900'lerdeki gençlik yıllarından kalma esprili kişiliği ve kullandığı deyimlerin yankılarını duyuyorum. Aynı zamanda dürüstlüğünü de duyuyorum. Kan bağı konusunda aşırı duygusal birisi değildi ve onlar hakkında vecizlerine hala gülerim. “Jeton geç düşeni” X amca ve “bir baltaya sap olamamış,” kuzen Y.

Kendi aile tarihinizi yazarken bunu hatırlayın. Bir yazar olmaya çalışmayın. Babamın sürekli küçük şeylerle uğraşıp ortalığı velveleye veren benden daha doğal bir yazar olduğunun daha yeni yeni farkına varıyorum. Kendiniz olursanız okuyucularınız da gittiğiniz yere sizinle gelirler. Bir yazım eylemi yapmaya çalışırsanız okuyucularınız kendilerini kurtarmak için gemiden atlayacaklardır. Ürününüz sizsiniz. Anı yazısı ve özgeçmişteki kritik alışveriş siz ve hatırladığınız deneyimler ve duygular arasındaki alışveriştir.

Kötü niyetli işler nerelerdir? Sizi 1990ların anı yazısı-çılgınlığına götüreyim. O döneme kadar anı yazarları en utanç verici deneyim ve düşüncelerinin üzerine bir perde çekmişlerdi; bazı konularda toplum mutabıktı. Sonra talk showlar çıktı ve ayıp diye bir şey kalmadı. Birden bütün pis dönemler ve kötü aileler kablolu televizyonda, dergilerde ve kitaplarda, kitleler kıkırdasın diye yayımlanmaya başladı. Sonuç olarak anılar terapi görevi görmeye başladı. Yazarlar bu türü kendilerini açıklamak ve acındırmak ve kendilerine kötülük yapmış herkesi ezmek için kullanmaya başladılar. Yazmak out, ağlamak in.

6- Yazabildiğin Kadar İyi Yaz

Sık sık ne zaman yazar olmayı istediğimi hatırlayıp hatırlamadığım soruluyor. Öyle bir yıldırım çarpmadı; sadece bir gazete için çalışmak istediğimi bildiğim bir an geldi. Ama hayatımın erken dönemlerinden kalan ve hayatım boyunca bana yol göstermiş olan bir takım tutumlardan bahsedebilirim. Bunları farklı yollardan da olsa, ailemin her iki tarafından da aldım.

Annem güzel yazıları severdi ve bunlar karşısına kitaplarda olduğu kadar gazetelerde de çıkardı. Onu zarif dil kullanımı, nüktedanlığı, veya orijinal hayat görüşü ile etkileyen yazı ve makaleleri gazetelerden keserdi. Onun sayesinde erken yaşımda iyi yazının her yerde, hatta berbat bir gazetede bile karşımıza çıkabileceğini, ve önemli olanın hangi gazetede basıldığı değil, yazının kendisi olduğunu öğrendim. Bu yüzden kendi standartlarıma göre elimden geldiğince iyi yazmaya çalıştım; tarzımı hiç bir zaman kısıtlamadım, asla yazdığım kitlenin tahmin ettiğim eğitim düzeyine göre değiştirmedim. Annem de mizahi yönü kuvvetli ve iyimser bir kadındı. Bu gibi şeyler hayatta olduğu gibi yazıda da “yağlayıcı”lardır ve bunlara sahip bir yazarın kendine güveni diğerlerine göre nispeten fazladır.

Tıp veya başka bilimlerin aksine yazı yazma konusunda yeni keşifler yapılmıyor. Sabahleyin gazetemizde net bir cümlenin nasıl yazılacağı konusunda çığır açıldığını okumamız gibi bir durum yok. Kelimelerin isimlerden daha kuvvetli olduğunu, etken fiillerin edilgen fiillerden daha iyi olduğunu, kısa kelime ve cümlelerin uzunlara nispeten okunmasının daha kolay olduğunu, somut detayları işlenmesinin anlamı belirsiz soyutlamalardan daha kolay olduğunu biliyoruz.

Tabi ki bu kurallar da pek çok kez büküldü. Viktoryen dönem yazarları süslü şeyleri seviyorlar ve özlülüğü bir erdem kabul etmiyorlardı. Tom Wolfe gibi pek çok modern yazar da kafeslerinden çıkıp pervasız bir dil coşkunluğunu pozitif bir enerji kaynağına çevirmişlerdir. Ama böyle yetenekli akrobatlara nadiren rastlanır; çoğu nesir yazarı basitlik ve berraklık iplerine tutunsalar iyi ederler. Yazım yükümüzü hafifletmek için bilgisayar gibi yeni teknolojik gelişmeler olabilir ama büyük resimde bilmemiz gerekeni biliyoruz. Hepimiz aynı kelimeler ve aynı prensiplerle çalışıyoruz.

Peki eşik nerede? Cevabın yüzde doksanı bu kitapta anlatılmış araçlarda uzmanlaşmakta gizli. Bunlara iyi bir müzik kulağı, ritm anlayışı ve kelimelere karşı bir his gibi doğal yetenekler ekleyin. Ama asıl avantaj, diğer bütün rekabet içeren şeylerde olduğuyla aynı. Herkesten iyi yazmak istiyorsanız, herkesten iyi yazmak istemelisiniz. Zanaatınızın en ufak detaylarını bile gurur meselesi olarak görmelisiniz. Ve yazdıklarınızı her türden aracıya karşı -editörler, menejerler, yayımcılar- savunmaya istekli olmalısınız. Onların görüşleri sizinkinden farklı, standartları sizinkinden düşük olabilir. Çoğu yazar yıldırılıyorlar ve yapabilecekleri en iyiden daha azına razı oluyorlar.

--

--

safa kutlu
Türkçe Yayın

lânet olası karlar bile beyaz yağıyor. tasarım - seyahat - hikaye - fotoğraf