The Truman Show
Yönetmen :Peter Weir
Senarist: Andrew Niccol
Başrol oyuncuları: Jim Carrey (Truman Burbank), Ed Harris (Christof), Laura Linney (Meryl Burbank, Hannah Gill)
Truman Show 1998 yılı yapımı müthiş açılımları olan bir film. Film hakkında yapılan bir sürü analiz bulunuyor diyeceğim ama aslında pek o kadar da dişe dokunur bir analiz yok.
Daha öncede söylediğim gibi İlker Canikligil hocanın sözünü burada atasözü gibi tekrar etmek istiyorum: Film eleştirisi, analizi yapılmıyor sadece yönetmen, oyuncular hakkında literatür bilgileri verilip filmin konusu anlatıyorlar.
Efendim kamerayı şuraya koymuş, yok bak gazetede şu başlık varmış, bilmem algılarımızla oynuyorlar gibi şeyler söyleniyor. Bunları aşmak gerekiyor. Ama nasıl? Ah bilsem yazar mıyım? Pardon yazmaz mıyım :)
Hemen söylecek bir şey bulamayınca “yeryüzünde söylenmemiş söz yoktur” geyiğiyle başlayıp eften püften konuşmaya başlarlar. Ben de top çeviriyorum ki sayfa biraz dolsun. Araya bir iki resimde attım mı sayfa dolar :) Eleştirdiğim şeyler az veya çok bende de var. Mühim olan bir adım dahi olsun iyi yönde ilerleyebilmek.
Evet neyse gördüklerimizden bize ihlam olan neler var bunları yazmaya çalışalım.
Bir kere filmdeki kahramınız Truman biziz. Herkes Truman Show’da. Trumanı televizyondan seyredenler aslında kendi hayatlarını seyrediyorlar.
Film o kadar birbirine geçmiş, farklı düşünceler ilham ediyor ki; aynaları karşılıklı tutarsın ve içi içe sonsuz görüntü oluşması gibi; insanın zihninde çok sayıda mana oluşuyor.
Filmde kim kimi izliyor insan şaşıyor. Tutsak olan Truman mı yoksa onu ekranda izleyen film içindeki ekip veya dışarda televizyondan izleyenler mi? Aslında Truman da bir televizyon izleyici değil mi? Bir şeyi(ideolojiyi, lideri, dini, felsefeyi vs) körü körüne izleyen onun tutsağı olmuyor mu?
O insanların ekrana bağımlı olmalarından söz etmiyorum. Ekran haricindeki hayatlarında bir film içinde gibi yaşamıyorlar mı? Bunu biraz açalım.
Truman evden çıkıyor, komşularıyla selamlaşıyor, otomatik komşunun köpeği geliyor, sonra iş yerinde yaşadıklarına bir düşünelim. Robot gibi herkesin yapması gereken, söylemesi gerekenler hesaplı kitaplı. Filmdeki herkes aslında Truman’a göre hareket ettikleri için, özgür olan tek kişi Truman.
Bizim hayatımızı düşünelim çevremizle ilişkilerimiz, iş, okul neyse yaşadıklarımız Truman gibi değil, Truman’ın çevresindeki insanlar gibi yaşıyoruz.
Sanki herbirimizin replikleri ayarlanmış, ne söyleyeceğiz, nerede güleceğiz, nerede ağlayacağız her şey belirlenmiş.
Marketten alışveriş yapıyoruz kasadaki kişi size hoşgeldiniz diyor. Bunun insani bir tarafı var mı? İyi de nedesin değil mi?
İş yerindeki insanların konuşmalarındaki yapmacık tavırlar aynı değil mi? Bunu söylerken kendimi dışarda tutmuyorum. Her şeyimiz bir yazılı diyalog gibi gerçekleşiyor. Otomatiğe bağlanmış yaşıyoruz/yaşatılıyoruz.
Truman Show bir sanat eseri. Bunu başka filmlere de söyledim. Kendimi tekrar ediyorum ama bu böyle. Bir sanat eserinin çok farklı, duygular, farklı düşünceler insana ilham etmesiyle kendini sanat olmayandan ayırır.
Sinema, kuru bir anlatım, göstermek, araya müzik serpiştirip güzel bir görüntü değildir. Filmi sinema sanatı seviyesine çıkaran kurgusu, diyalogları, oyunculuk, çekimler, müzik gibi tüm temel unsurlarının toplamıdır. Bunların tek tek çok güzel olması değil, bunların toplamında ortaya çıkan nedir? Filmi çekici kılan bu kadar işin birlikte ortaya koyduğu sentezdir.
Truman Show bir insanın sınırlarını aşması konusuna değiniyor. Hepimiz küçükten itibaren bizi çevreleyen sosyal çevre içinde bir yaşam alanına sahip oluruz. Bu dünya bizim her şeyimizdir.
Bu küçük dünya halka halka zamanla büyür. Aile, mahalle, okul, şehir, ülke dünya giderek açılır. Bazen bu bir şehre sıkışır kalır.
İnsan artık bir iş ve belirli çevrede monoton bir hayatın sınırları içinde gidip gelir. Bu insan, hayat denilen şeyin içinde yüzmüyor, sele kapılmış bir kütük gibi sürükleniyordur.
Truman, etrafında dönen dünyanın insanları, böyle bir sele kapılmış insanlar. Hayatlarından, yemelerinden, içmelerinden, kaldıkları evlere kadar her şey bir başka birinin ürettiği standartlarla belirlenmiş.
Matrix filminde yaşanılan hayatın, Truman’ın hayatıyla, dahası bizim hayatımızla ne kadar çok ortak yönü var. Bizim dışımızdaki her şey aslında bir oyun, bir kurgu sanki. Diğer yandan Truman’daki Ed Harris canlandırdığı karakter, yönetmen Christof diyor ki: Truman’ı biz burada zorla tutamayız. Eğer gerçekten isterse buradan kolayca çıkabilir. Bütün herşey onu gerçekte isteyip istememesiyle ilgili . Peki biz gerçekten Matrixten çıkmak istiyor muyuz?
Çok abartıyorum ki daha büyük gözüksün söylediklerim. Değilse kimse görmüyor koca dünya kadar yalanı. Yalan, dünya kadar olunca onun içinde yaşamak, o yalanın içinde kaybolmak çok kolay.
Doğru ne peki Truman gibi özgürlüğüne kavuşmanın yolu ne? Nasıl olurda hiçbir yönlendirmenin, hiçbir otoritenin buyruğuna girmeden, kendi hayatımızı yaşabiliriz?
Yaşadığımız hayatın bizim olduğunu, başkaları değil kendimiz, hiçbir şüpheye mahal vermeden bilebilir miyiz?
İşte çözüm yolu (bunu kaç kere söyledim ya yine tekrar edeyim): Kişinin kendi bedensel, ruhsal ve akıl olarak farkında olması, kendi duygularının düşüncelerinin etkilerini denereyek öğrenmesi gerekiyor.
Bir insan ne kadar düşüncelerini sınarsa o kadar doğru düşünceler üretir, ne kadar bedensel olarak hareket eder, kendi sınırlarını zorlarsa yine kendiyle bütünleşir, kendini kontrol eder.
Nihan Kaya’nın “İyi Aile Yoktur” ve “İyi Toplum Yoktur” kitaplarıyla yine benzer konuyu işleyen, Nihan Kaya’nın sık sık atıf yaptığı Alice Miller’in “Yetenekli Çocuğun Dramı” kitaplarını okumanızı tavsiye ediyorum.
Tekrar tekrar aynı çocuklukla ilgili duruma gelmemin sebebini kısaca açıklayacak olursam şöyle diyebilirim: Truman babasının denizde öldüğünü düşünerek kendinde “sudan” bir korku yarattı. Bu travmayla bir türlü yüzleşip onu alt edemiyor. Toplum onun kendi ufkunu aşmaması için bütün yolları deniyor. Aslında yolları tıkayan toplum değil, Truman’ın çocukluk travması. Ruhuna işleyen travma, bilinç altında onu tutsak etmiş, özgürlüğünü elinden almış.
Kendi kendime atıflar yaparak yazıyı resmen şişirdim :) Ama ne yapayım dönüp dolaşıp insan kendi bildiğinden başka bir şey söyleyemiyor.
Joker filmi yorumumda anlattığım gibi Truman da insanı derinden etkileyen çocukluk travmalarıyla mücadele ediyor.
Joker’in yaşadıkları özellikle annesinin onun yeteneklerini küçümsemesi, onu yok saymasından kaynaklanıyor. Joker karakteri Truman karakteriyle çok benzer yanları var. Truman çevresine sesini duyuramıyorken Joker de o kalabalık şehirde kimsenin önemsemediği, görmezden geldiği silik bir insan olarak, gölge gibi yaşıyor.
Truman’ı bir film şirketi evlad edinmiş. Filmin yönetmeni kendince yarattığı karakter olan Truman’ın gerçek bir insan olduğunu unutuyor. İnsan olarak unutmasa, onca reklamlara açık, kendini markalarla özdeş gören robotlaşmış varlıkları nereden bulacaklar? Truman kendinin kim olduğunu, etrafının sahteliğini anladığında, rutinlerini değiştirmeye başladığında kendi olduğunda yaşamaya başlıyor.
Sahte dünyadan çıkmak için insan, Sinan Canan Hoca’nın anlattığı, insanın fabrika ayarlarına dönmesi gerekiyor.
İnsan özgürlüğünü kendi yaratılışına uygun davranmakla bulacak. Bu vahşi bir hayat sürmek elbette değil. Bizi esir eden, bizi alışveriş yapan bir sürüngen beyinli bir canlı gibi görenlere karşı yapacağımız en doğru şey kendimize gelmemiz.
Bu zor karmaşık bir problem değil. Doğuştan içimizden var olan, yaratıcı çocuğa bir fırsat vermek, onun yeniden beden, akıl ve kalp birlikteliği ile hareket etmesine izin vermek.
Truman kendinin kim olduğunu bildiğinde özgürleşti. Hayatın bilinmezliğine yelken açan, daha varmadan gideceği yere, yolda özgürleşmiştir. Özgürlük, bir varışla değil, yolda olmakla, sınırlarının dışına attığın ilk adımla başlar.