NYC — Rockefeller Center: Prometheus

Phronesis: Aklı Başındalık

Karar Verme Erdemi

Osman Tırak
Published in
13 min readJan 22, 2020

--

Kaderden Karara — Tercihler, Kanılar ve Erdemler yazısında insanın istek, amaç ve eylemleri temelinde gelişen tercihleri olduğuna, yaşamın bu tercihlerden oluştuğuna ilişkin felsefi gerçeği ortaya koymuştuk.

İyi ve Kötü Tercihler’de bu tercihlerimize yön veren huyları, yani karakter erdemlerini temel kategorilerine ayırdık. İyi’lerin ayrımını yaptık.

Adalet ve Doğruluk makalesinde tercihleri en iyi olan kişilerle, en kötü olan kişileri ortaya çıkardık ve bu açıklık bizi adalet kavramına götürdü. Fakat burada bir ayrımla daha karşılaştık, adalet ve doğruluk arasındaki fark ve doğruluğun daha üstün olması.

Ayrıntılı düşünme olmadan tercih olmaz. Karakter erdemleri yani huylarımız alışkanlık olarak temellense de, bu erdemlere ait tercihlerimizde pratik aklın (phronesis) kılavuzluğu vardır. Huyların değişimi acı ve haz ile olduğu gibi, pratik akıl ile de mümkündür. Hatta pratik akıl, acı ve hazdan kaynaklı olumsuz huy değişimlerini engelleme görevi de görür. Yani varlığında çok haz aldığımız için huy edindiklerimiz veya acıdan dolayı bıraktığımız huylarımız olduğu gibi, pratik aklımız ile bize neyin iyi veya faydalı neyin kötü veya zararlı olduğunu ölçüp huy değiştiririz. Ancak meseleler karakter erdemlerinin alanından çıkıp daha karmaşık bir yapıya evrilir ve düşünce erdemlerinin alanına girerse burada tercihler yapmak yeterli olmaz. Tercih yaratma ihtiyacı doğmuştur.

Adaleti simgeleyen kadın aslında kör değildir, sadece gözleri bağlıdır. Tereddütsüz yargılayıcılığını gösteren, iki tarafı keskin kılıcı diğer elinde tutar. Sanki bu sertliği dengeler gibi, kadın olması da merhametin simgesel bir ifadesi olsa gerek.

Karar verme kavramı tercih etmeyi de içine alır ancak sadece tercihlerden oluşmaz. Mesela yargılamak bir karar vermedir ama tercih değildir. Adalet ve doğruluk söz konusu olduğunda karardan çok tercih gibi davranmak körlüktür. Fakat bu körlük taraflardan birini gözetmeyi engelleyen erdemli körlük değil, doğru yargıyı ortaya koymaya engel olan akılsal bir körlüktür. Adalette merhametsizliğe, adil olurken doğruluktan uzaklaşmaya sebep olur. Daha bireysel düzeyde açıklarsak; kesinlik içermeyen, girift, karmaşık yönlere sahip konularda pratik bir zekaya ihtiyaç duyulur. Karar vermesi zor gibi görünür çünkü değerlendirilmesi gereken çok fazla parametre vardır ve bunlar da kendi içlerinde birbirini değiştiren dinamik bir ilişkiler ağıyla örülüdür. Phronesis işte bu tür durumlarda bile doğru karar vermeyi sağlayan pratik zekadır. Bu zeka elbetteki anlayış ve düşünme hızını ama aynı zamanda deneyimi de ifade eder. Bir konuda ilişkili olduğu tarafları tanıma, empati kurma, onların fikirlerini ve olası tepkilerini tahmin edebilme becerisini içerir.

Bilgi — Tecrübe

Tüm karakter erdemleri arasındaki birliği sağlayan merkezdir. Dolayısıyla da tesadüfi olmayan, tutarlı, bilinçli ahlakı korur. Ölçülü huylarımız, erdemlerimiz sayesinde önce aklı başındalığa ulaşırız; sonra da aklı başındalık sayesinde bu erdemleri koruruz.

Şimdi Nikomakhos’a Etik’in kılavuzluğunda aklı başındalık kavramına yakından bakalım. “Sırada aklı başında olma konusu var, kimlerin aklı başındadır? Aklı başında dediğimiz insan sağlık, para, güç gibi ayrıntılarla değil iyi yaşama konusunda kendisine nelerin gerekli olduğunu doğru bir şekilde düşünebilen insandır. Bir şeyin sanatı yoksa ve bu konuda erdemli bir amaç varsa bu hedefe yürüyen insanlara aklı başında insanlar deriz. Kısacası bir konuda iyi düşünmek aklı başında olmaktır. Tabii ki bir şeyi olduğundan farklı düşünmeyeceğiz ya da yapamayacağımız şeyleri planlamayacağız. Eğer bilimde önemli olan ispatlamaksa, ilkeleri değişken olan şeylerin ispatlanması söz konusu olmuyorsa ve bu tür şeyler hakkında ayrıntılı düşünme şansımız yoksa aklı başında olmanın bir bilim ya da sanat olmadığını söyleyebiliriz. Bir şey farklı şekillerde yapılabiliyorsa orada bilim yoktur, yapma ve yaratma farklı olduğundan dolayı da bilim değildir. Aklı başındalık, iyi ya da kötü şeyler için akılla beraber var olan ve eylemlerde doğru davranmamızı sağlayan bir huydur. Eylem bir konudaki amacımıza yöneliktir, oysa yaratma söz konusu olduğu zaman yaratma dışında başka bir amaç vardır.

…Ölçülü insanlar aynı zamanda aklı başında kişilerdir de, bu insanlar için hoş ya da acı şeyler fikir değiştirici değildir.

…Aslında bir eylemin ilkesi o yapılan şeyin amacıdır, fakat haz ya da acı bunun görülmesini engelleyebilir. Haz ya da acı öne geçtiği zaman tercih de ilke de görünmez olur, çünkü artık kötülük o ilkeyi yok etmiştir.” (1)

Sanatın erdemi varken aklı başında olmanın erdemi yoktur, sanatta bilerek hata yapmak aklı başındalık ve diğer konularda bilerek hata yapmaktan daha iyidir. O halde aklı başında olmak bir sanat değil, bir erdemdir. Ruhun akla sahip kısmını ikiye ayırmıştık, bunlardan biri kanaatlerimizle ilgili kısımdır, kanaatler başka türlü olabilecek şeylerle ilgilidir ve bu gruba aklı başındalık da dahildir. Öte yandan aklı başındalıkta tek belirleyici akıl değildir, yine akılda var olan unutkanlık, aklı başındalıkta bulunmamaktadır.” (2)

Into the Wild (2007)

Aklı başındalıkta tecrübe bilgiden daha önceliklidir. Yani birisi bir şeyin bilimsel açıklamasını bilmese de, pratikteki uygulanışını bilerek aklı başında hareket edebilir; ama aksi mümkün değildir. “Kısacası aklı başında olmak bir şeyi uygulamakla ilgilidir, tabii ki her ikisine de sahip olmamız gerekir fakat daha çok uygulamaya sahip olmalıyız. Bu açıdan bakıldığında aklı başında olmak bir erdemdir.” (3)

“Aklı başında olmanın bilimle bir ilgisi olmadığı çok belli, bu durum, bilim dışında uygulamaya yani amaca yöneliktir, bu anlamda da aklın dışında bir şeydir. Akıl bir nedenden kaynaklanmayan şeylerle ilgilidir, aklı başında olmak ise duyumun sonucudur, bilimin değil. Tabii ki burada kast edilen özel şeyler değildir, örneğin geometride bir üçgenin son öğe olduğunu anlamamıza yol açan duyumdan söz ediyorum. Çünkü bu bir son ise artık devam etmeye gerek yoktur. Buna da aklı başında olmak değil bir şeyin farkına varmak diyebiliriz.” (4)

Aklı Başından Alanlar

Aklı başından alan şeyleri ortaya koyarsak, sanırım aklı başındalığın aslında tam olarak ne olduğunu daha iyi anlarız. Aklı başından alanlar haz ve acılardır. Korku, kaygı gibi duygular, aşırı heyecanlı, sinirli, şehvetli, saldırgan, kızgın olma aklı başında olmamaya sebep olur. Bu bahsettiğim etkilenimler genellikle kısa süreli haller yaratsa da; cimrilik, onur düşkünlüğü (siz isterseniz narsisizm deyin), depresyon, anksiyete, PTSD, obsesyon, kıskançlık, kin, nefret, aşık olma, haz düşkünlüğü, korkaklık gibi durumlar uzun sürelidir. Bu durumda, aklı başında olmama halinin ciddi ve çözümü zor versiyonları ortaya çıkmaktadır. Yani kısa süreliler tekil olgularda yaşanırken, uzun süreliler olgulardan bağımsız ya da yarı bağımlı bir şekilde kişide var olurlar. Elbetteki mesela kıskançlıkta buna sebep olarak gösterilecek tekil birisi vardır fakat kıskanılan kişi aslında reaksiyonun ateşleyicisidir; gerçek neden bu duyguları yaşayan kişinin kendisinde gizlidir. Kısa süreli diye tanımladığım etkilenimler illa ki aklı başından alacak da değildir aslında, kişideki huylara bağlı olarak sadece kendine hakim olmama yaratabilir. Aristoteles “Kendine hakim olamayan insan ya zayıftır ya da umursamazdır.” der. Neyse bunu bir sonraki yazıda tartışacağız.

Twelve Monkeys (1995)

Hiperaktivite, aşırı fikirsel kargaşa ile meşgul olma, çok konuşma, tembellik, uyuşukluk veya aklın azlığına delalet eden aptallık gibi durumlar da aklı başındalığın aksidir. Bütün bunlardan çıkan sonuç, aklı başında olmanın karakter erdemleri ve akıl gücünün itidali ile mümkün olabileceğidir. Aklı başındalık bize pratik aklı ifade etmektedir.

Yukarıdaki grafik bize itidal canlılığın, en yüksek performansı sağladığını göstermektedir. Kısacası fikretmek akletmeyi engeller; kaygısızlığın düşünceden uzak olması gibi. Çünkü iki uç da duyumlarla fazla ilişki içindedir. Suni olanlarından örneklersek, bir tarafta sarhoşluk veya uyuşukluk diğer tarafta ise extacy (vecd hali) veya adrenalin, stres dolu hareketlilik vardır.

Tercihler söz konusu olduğunda, aklı başında olmak doğru tercihlerin yapılmasını sağlar. Ama bir yandan da doğru tercihlerden doğan karakter erdemleri aklı başındalığı büyütür ve onu düşünce erdemleri seviyesine ulaştırır. Anlıyoruz ki, karakter erdemlerinde dengeyi kurabilmiş kişiler düşünmeye elverişli hale gelirler. Elbette bu dengenin yanı sıra, kaderin de yardımcı olması gerekir ki insan yaşamda kalma çabasından kurtulup iyi yaşama amacına yönelebilsin. İnsanları köle gibi sürekli çalıştırarak meşgul tutarsanız, fiziksel ve zihinsel özgürlüklerini ellerinden alan bir ortama hapsederseniz, fakirlik, hastalık, savaş gibi yaşamda kalma mücadelelerine maruz bırakırsanız asla iyi yaşama çabasına geçiş yapamayacaklardır. Yani özellikle sağlık, para ve zaman konusunda kaderin iyi ya da en azından yeterli olması gerekir. Aksi halde insan düşünmez, düşünmeye başlamaz. Phronesisin gençlik ve yaşlılık değil fakat bu ikisinin ortasında yer alan olgunluk döneminde en ideal olması da bundandır. Toyluk, deneyimsizlik, ekonomik ve mental olarak ebeveynlere bağımlı olma ile hastalık, hafızanın, duyuların ve iradenin zayıflaması, arzuların azalması gibi iki ucun ortasında bulunmakla ilgilidir. Aklı başındalığın bir diğer adının da pratik bilgelik olmasının sebebi budur. Bir insan yaşlandıkça daha bilge olacaktır ama pratik azalacağı için phronesis zayıflar. Aristoteles’in hep dediği gibi erdemleri bilmek insanı ahlaklı ve iyi yapmaz, onları uygulamak daha önemlidir ve bilerek uygulamak gerçekten erdemli olmanın tek yoludur.

Galiba bu fotoğrafta aklı başında olan tek şey TV’ler :)

Aklı Başında Olmayan Kalabalıklar

Mutluluk felsefesi ile ilgili bu yazı dizisinde özgürlük kavramını çok detaylı ele almıştım. Özgürlüğün Anksiyetesi başlıklı makalede, Rollo May’in Özgürlük ve Kader kitabından alıntılayarak, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki Büyük Engizitör’ü konuşturmuştuk: “İnsanlar zayıf, alçak, kötü, aşağılık, kadersiz, zavallı, çaresiz, günahkardırlar ve sıkıca baskı altında tutulmazlarsa isyana eğilimlidirler.” (5)

Bu konuda uzun uzun bir şeyler yazmaya gerek yok. Yüzbinlerce yıllık homo sapiens, binlerce yıllık medeni insanlık tarihine rağmen modern insana ait dünyamızın hali ortadadır. Üçüncü dünya savaşına ve büyük bir buhrana giriş yaptığımız 2020 yılı bize insanlık adına pek de umut vermiyor.

Kısacası toplumların aklı başında olmadığı inkar edilemez bir gerçek. İyi vatandaş olanların bile çoğunluğu iyi insanlar değiller. Yani karakter erdemlerine sahip olmamalarına rağmen sırf devletin adaletinden korktukları için aklı başındaymış gibi davranıyorlar ve bazı durumlarda kendilerine hakim oluyorlar. Kanunların alanına girmeyen fakat dinlerin ve örflerin yasakladığı konularda, bu öğretilerin savunuculuğunu yapanlar bile kendilerince bazı arka kapılar bulmada mahirdirler. Ayrıca adaletsizliklerine dini kılıflar da bulurlar. Demek oluyor ki, insan denen canlı daha aklı başında olanlar tarafından idare edilmek zorundadır.

Kitlelerin İdaresi

Aristoteles, Platon gibi retoriğe şiddetle karşı çıkmamıştır. Sofistlerin aslında doğru olmayan veya kendilerinin de doğruluğunu ispatlayamayacağı şüpheli konularda retorik kullanarak insanları susturmaları ve bir nevi ikna etmeleri nedeniyle Platon retoriği kötülemiştir. Aristoteles ise doğruluğu akılla ispatlanabilen ama kitlelerin bu akıl yürütmeyi yapamayacağı konularda iyi ve adil olanda tutmak için retoriğin kestirme yollarıyla onları ikna etmenin yararlı olduğunu vurgular.

O zaman şimdi bir soru soralım… Karar verici merciide bulunan bir siyasetçi çoğunluğun iyiliği için yalan söylemeli midir? Mesela bu yönetici savaşla burun buruna gelmiş ülkesini barışta tutmak, gençlerini cephelerde kaybetmemek, açlık ve sefalet dolu uzun yılları milletine yaşatmamak için düşman emperyal bir ülke ile gizli bir anlaşma yapsa ve bunu halktan gizlese doğru bir karar mı olur? Sorulduğunda inkar ettiği bu anlaşma aslında o emperyalist ülkenin hakimiyetini koşulsuz kabul eden ana maddeler içeriyor ve bir ya da birkaç nesil sonra gerçek sonuçları yaşanacak diyelim. Hatta bu hayali siyasetçiye biraz yardımcı olmak için, söz konusu anlaşmanın zaten gizliliği şart koştuğunu da farz edelim. Savaşın yakın zamandaki muhtemel kötü sonuçlarına karşın, anlaşmanın uzak bir zamandaki daha kötü sonuçlarını tercih etmenin en iyi savunması şu olabilir: zaman içinde şartlar değişebilir ve biz bu kötü tercihimizin telafisini bugün yapılacak bir savaştan daha ucuza çözebiliriz. Peki ya çözülemezse? Karşı taraftaki akıl da bu fikri öngörüp hazırlığını ona göre yapmış olmalı değil mi? Neyse bu sorular konunun bir başka boyutuna ait.

Yazdığımız bu senaryo Faust’un şeytanla yaptığı anlaşmaya benziyor mu? Dürüst ve akıllı bir yönetici, yaşayan halkının çoğunluğu için faydalı olduğuna inandığı bir amaç uğruna yalan söylüyor, sorumlu olduğu kişileri aldatıyor; kısacası erdemlerinin aksi yönünde bir davranışta bulunuyor. Meselenin diğer boyutu ise şu; bugün yaşayan halkı savaştan korumak için gelecek nesillerin hayatını düşmana ipotek veriyor.

“Adalet ve Doğruluk” makalesinde alt başlık olarak “Kaybetmenin Adaleti” yazmıştım ve yazının sonunda “Tüm insanlığın mutluluğu, en iyilerin kayıplarına muhtaçtır.” demiştim. Elbette burada en iyilere haksızlığın yapıldığı durumlardan değil, onların fedakarlıklarından bahsediyoruz. Eğer dürüstlüğü ile bilinen bir yönetici kendince “kutsal bulduğu” gerekçelerden ötürü yalan söylerse, belki bir şeyleri kurtarmış olabilir ancak toplumdaki güveni ve adaleti yıkmıştır. Kendisi kadar ölçülü olmayacak gelecek yöneticilere kötülük yapmalarının kapısını aralamıştır. Oysa tüm toplum tartışılması gereken bu konu hakkında bilgilendirilse, önde gelen dürüst aydınların ve uzmanların rehberliğinde milletçe verilmiş bir ortak karar, en kötü karar bile olsa sonuçları herkesçe göğüslenen ve tüm toplumun hep birlikte deneyimleyip olgunlaştığı bir süreç haline gelecektir. Aksi halde hayali yöneticimizin basiretsiz yöntemi hem erdemini sakatladığı için, hem de bütün toplumun olgunlaşmasına hizmet etme fırsatını yok ettiği için ayrışmalara ve ahlaki gerilemeye yol açacaktır.

Yazının ana konusuna geri dönersek… Aklı başındalık bizi en zor kararlarda kurtaran şeydir. Yanlış kararlar veya beklenmeyen kötü sonuçlar söz konusu olsa bile, aklı başında kişi ders alarak, gelişerek ve güçlenerek çıkar. Meselelere “Ya … ya da …” veya “hem … hem de …” yaklaşımları pratik aklın bilgisizliğine delalettir. Yüksek düşünce “ne … ne de …” der ve kendi kararını yaratır. Ve o kararları verirken çelişkiye düşmekten asla kaçınmaz.

Aklı Başında Gibi Görünenler

Ruhun üç yetisinden ikisinde akıl yoktur demiştik; arzu ve öfke. Karakter erdemleri (huylar) ve alışkanlıklar bu yetilerle ilgilidir. Cesaret, ölçülülük, cömertlik gibi şeyler karakterdir, huydur. Aristoteles bunlarla ilgili önemli bir ayrım yapar ve der ki; bilgili bir asker aslında cesur değildir ama öyle görünebilir, çünkü savaş sırasında avantajın kendinde olduğunu fark ettiğinde cesurmuş gibi davranır. Ancak şartlar tersine döndüğünde kaybedeceğini fark ettiği anda kaçar. Oysa askeri bilgisi olmayan sıradan insanlar halen savaşmaya devam ederler, asıl cesur olanlar onlardır. Veyahut cömert bir insan her zaman kendinden verir, bunu düşünerek hesaplayarak veya karşılık bekleyerek yapmaz. Ama bazıları cömert olmamasına rağmen öyleymiş gibi davranırlar. Halbuki kimseye fark ettirmedikleri bir menfaat hesabı sebebiyle bunu yapıyorlardır. Benzer örnekleri ölçülü, iffetli, namuslu olmak gibi çeşitli karakter erdemleri için de verebiliriz.

Buradaki temel ayrım şudur; huyların içinde akıl olmadığı için düşünülerek yapılan şeyler değildirler. Eğer tercihler huylardan gelmiyor araya düşünce giriyorsa ve eylemler istekleri gizleyen türdense burada kurnazlık vardır.

Better Call Saul

Ün, para veya mevki gibi amaçları erdemlerin önünde tutan insanlar böyledirler. Pratik zekalarının yüksek olması, çoğu durumda kendilerine hakim olmalarını sağlar. Ama aslında bu bir dolayımlılıktır, yani diğer insanların düşünemedikleri daha karmaşık yöntemleri tasarlayabilirler.

Bir insan aynı anda hem aklı başında hem de kendisine hakim olmayan insan olamaz.

…Öte yandan kurnaz bir insan aynı zamanda kendine hakim olmayan bir insan da olabilir. İşte bu nedenle bazen kendine hakim olmayan bir insan kurnaz bir insan olduğu için kendini gizleyebilir. Bu insanlar sanki aklı başında gibidirler ama ortadaki durum aklı başındalıktan farklıdır.” (6)

Kurnaz kişiler tikeller üzerinde aklını kullanır. Doğru olanı düşünmez, kendisi için en yararlı, en iyi olanı amaçlar. Deneyimin ve pratik zekanın gücünü kullanırlar. Amaçladıkları iyiler bedensel ve dışsal iyilerdir, onlar ruhsal iyilerle ilgilenmezler. Akıllı (bilge) kişi ile pratik zekalı (kurnaz) kişi arasındaki temel fark budur. Kurnazlar kendilerine iyi görüneni seçerler, erdemli insanlar ise iyi veya kötü olduğuna bakmazsızın doğru olanın peşindedir. “Erdemli insan tekil olaylar karşısında doğru kararlar alırken, tekil olaylarda doğrunun ne olduğunu kendisi belirler. Herkese göre hoş ve güzel değişebilir, erdemli insanın diğerlerinden en büyük farkı tekil olaylarda doğruyu bulabilmesidir. Doğruyu bulan onlardır ve onların yargıları belirleyicidir.” (7)

Yani kurnaz insanlar aklı başında olmadığı halde öyleymiş gibi davrananlardır, ben onlara “münafık” diyeceğim. İki yüzlülük sıfatı bence bunu tam karşılamıyor, münafıklık hem dini hem de siyasi anlamları bakımından daha uygun. Hep faydalı (iyi) olanı aramaktan doğruyu göremeyenler bunlardır. Hiçbir ilkeleri yoktur; tamamen pragmatist yaşarlar.

The Name of the Rose (Gülün Adı) (1986) Keşiş Jorge manastırın kör kütüphanecisidir. Aristoteles’in Poetika’sının komedi ile ilgili olduğu için yasaklandığı rivayet edilen ama kimsenin varlığından da emin olamadığı ikinci cildinin tek nüshasını yıllarca herkesten saklamıştır. Komedinin, “şeytanın işi” olduğunu söyler; kahkahaya ve gülmeye bile tahammül edemez. Güldürünün bir hakikat arama yöntemi olduğuna karşıdır, ona göre hakikat ciddiyetle aranır. (Jorge’nin körlüğünün cehaleti değil, aksine bilginin kibrinden kaynaklanan akılsal bir körlüğü simgelediğini düşünüyorum.)

Bazısı da kurnazlığının yanında aklı başında kişilerdir fakat doğrunun değil iyinin (faydanın) tercih edilmesi gerektiğini iddia ederler. Çünkü onlar kendilerini soyutladıkları bir tümel kavram olarak insanı ele aldıklarında, “insan”ın zayıf, akılsız, bozguncu, bu nedenle de asla doğruları anlatarak idare edilemeyecek bir varlık olarak görürler. İnsan düşünemediği için doğruları anlamaz, o nedenle de havuç-sopa yöntemleri ile güdülmelidir. Bu tür kurnazların adalet anlayışındaki orantı, çoğunluğu akli olarak değersiz buldukları için farklıdır. Adalet ve Doğruluk yazısının sonunda adalet çeşitlerini sıralarken bahsettiğim merhametsiz adalet uygulayıcıları ve Kaderden Karara makalesinde bahsettiğim sadist efendiler bunlardır. Tıpkı çocuğunu terbiye etmek için sert davranması gerektiğine inanan, her dayağı evladına olan şefkatinden ötürü attığını söyleyen bir baba gibidirler. Karakter erdemlerinin değişiminin, yazının başında değindiğim gibi, genellikle haz ve acı ikilisinin güdümünde gerçekleşmesi ve “günahın” tatlı, sorumlulukların ise acı olması sebebiyle bu efendiler kendilerini “kul terbiyecisi” olarak görürler. Bildiklerinden ve inandıklarından asla şüphe etmez, kendileri ile ilgili hiç tereddüte düşmezler. Zaten onlar için şüphe şeytanın aklı bulandırmasıdır. Aristoteles’in dediği gibi, herkes bildiği şeyin doğru olduğuna inanır. Ancak şüpheye asla yer bırakmamak gizli kibirin göstergesidir. Dini terminoloji ile söylersek; Şeytan kendini Adem’den üstün görmüştür ve tanrının buyruğuna itiraz etmiştir. Allah “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demesine rağmen Şeytan kendi bildiğinden şüphe duymaz.

Tıpkı Adem’in cennette tanrının emrinden şüphe duyup bilgi ağacına yaklaşarak hata yapması ama sonra hakikati deneyimleyip pişmanlık duyması gibi… İnsan günahkar, aklı başında olmayan bir varlık olarak görülür. Dinlerin ve dinlere karşıt olarak çıkan ideolojilerin bekçisi “efendiler”, insanoğlunun bu şüpheci ve “kusurlu” yanına atıf yaparak şeytanın ta kendisi olurlar.

Peki bu sadist efendileri, bilge kişilerden ayıran nedir? Çünkü ikisi de aklı başındadır, karakter erdemlerine sıkıca sarılırlar ve erdemsiz şeylere karşı kendilerine hakim olurlar. Daha önce dediğim gibi bilge kişiler doğruluk peşinde iken, sadist efendiler yeryüzünde düzeni sağlamak için gerekli iyilerin peşindedirler. Kendilerine bu görevi vazife kılmışlardır. Gizli kibirleri ile insanoğluna yukarıdan bakarlar. Sanırım paragrafın başındaki sorunun cevabına şu alıntıdan yararlanarak ulaşabiliriz: “Eğer bir istek iyi bir istekse onu yapmamamızı sağlayan huy kötüdür, burada da kendine hakim olmak iyi bir şey olmaktan çıkar. …İnsan, hatalı tahminden yola çıkarak kendine hakim oluyorsa bu da doğru sayılmaz. Tahminler sonucunda kendine hakim olmama ortaya çıkıyorsa, bu kez de kendine hakim olamayan ama erdemli biriyle karşılaşırız.” (8) Yani hep birlikte iyiye, doğruya, güzele ulaşmak için ihtiyacımız olan sevgi, merhamet ve affedicilik gibi en insani arzularımızda kendimize hakim olmak bizi bu sadist efendilerin safına iter. Temel mesele budur. Efendiler, zanaatkarın nesnesine şekil vermesi yoluyla phronesisin insanlığı biçimlendirmesi gerektiğini düşünerek yanılıyorlar. Her iki “yapma” tarzı arasındaki temel fark “sunesis” terimine bağlı olarak anlamdır. Evrensel olanın anlamını, tikellerdeki uygulamalarda yitirmişlerdir. Zira sevgi olmadan anlamı muhafaza edemezsiniz. Bu konuya “Arzu ve İrade” konulu bir yazıda daha detaylı gireceğiz; şimdilik phronesis konusunu tamamlayalım.

Fırsatçı münafıklar aklı başındaymış gibi görünmeyi becerebildiklerinden bu sadistlerle geçinmesini bilirler ve her zaman avantajlarını muhafaza edecek şekilde manevra alırlar. Bu münafıkların içlerinde, İyi ve Kötü Tercihler yazısında bahsettiğim “Onur Düşkünü Kibirliler” de vardır. Bunlar dışsal iyiler içinde en çok onura düşkündürler ve onurlu görünmek için her şeyi yapabilecek ilkesizlikte, yalancı karakterdedirler. Eğitim yetenek ve zeka anlamında parlak olmayan, aşağılık kompleksli, narsisistik kişiliklerdir. Fakat narsisistik karakterlerinden dolayı “karizma”ları vardır ve hitabetleri de güçlü ise çok başarılı şekilde “lider” taklidi yapabilirler. Bu sayede eğitimsiz ya da değersizlik hissi yaşayan bir toplumu bir arada tutma ve istediği şekilde yönlendirme konusunda merhametsiz ve sadist efendiler için en kullanışlı kukla tiranlar bunlar olur. Efendilerinin yetkeciliğinin bekçileridirler.

The Pianist (2002) Nazilere yahudi zulmünde yardım eden yahudi görevlilere Kapo denir.

Kimisi korkaktır, acıya katlanamaz. Kimisi de cesur bile olsa hazza düşkündür, en ufak haz için her değeri satmaya hazırdır. Bunlar kadar köle ruhlu olmayanları da zaten yukarıda bahsettiğim faydacı münafıklardır. Hepsi de iyi görünen kötü tercihlerini icra ederler. Kendisi de uzun yıllar yahudi esir kamplarında kalmış psikiyatr Viktor Frankl “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabında, Kapoların nasıl Nazilerden daha acımasız olduğunu anlatır. En vahşi, en karaktersiz olanlar arasından özenle seçilir Kapolar. Yaşamda kalma mücadelesi ve insanlık dışı muameleler nedeniyle esirlerin çoğu zaten ahlaki değerlerden ve erdemlerden tamamen sıyrılmıştır. Öleceklerin yazıldığı listeye kendi numarası yerine bir başkasının yazılması için her türlü ihanetin yapılması sıradan bir şeydir. Şöyle der Frankl: “Birçok şanslı olayın ya da mucizenin (artık buna ne derseniz deyin) yardımıyla geri dönmeyi başaran bizler biliyoruz: En iyilerimiz dönmedi.

Kaynaklar

Tufan Çötok, Antikçağ’dan Günümüze Phronesis Kavramı, DEÜ Felsefe Bölümü Felsefede Bugün ve Yarın Konferansları VIII

(1) Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Say Yayınları, sayfa 132–133

(2) Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Say Yayınları, sayfa 133–134

(3) Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Say Yayınları, sayfa 136

(4) Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Say Yayınları, sayfa 137

(5) Özgürlük ve Kader, Rollo May sayfa 97, 98, 98–99, 99, 100

(6) Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Say Yayınları, sayfa 162–163

(7) Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Say Yayınları, sayfa 64

(8) Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Say Yayınları, sayfa 147–148

--

--

Osman Tırak

Mutluluk Arayışımız Üzerine Yazılar : Felsefe, psikoloji, sinema ve sanat.