Spiritüalizm ve Kuantum II (Matrix Teorisi ve Düşünce Gücü)
Merhaba bu blogdaki konuları ve daha fazlasını, yeni açtığım Youtube kanalında video olarak paylaşacağım. Dilerseniz kanalı inceleyebilir ve takip edebilirsiniz: https://www.youtube.com/c/diamondtema
Aklımız bir çok olasılık düşünür ve yaratır, olasılıkların süper konumları beyninizde meydana gelir. Diğer bir deyişle, düşünmek yaratıcı bir faaliyettir. Düşünmek nasıl mı yaratır? yaratılış bir titreşimden ibarettir ve düşünce de bu titreşimlerden birisidir. Dolayısıyla ölçüsü ne olursa olsun, düşünce çevreye etki etmektedir. Dolanık olan iki “şey”, daima birbirine tepki verir. Dolayısı ile Bigbang teorisinde öngörüldüğü gibi eğer her şey yokluktan, sonrasında ise “tek”bir şey’den meydana gelmişse, bu tek maddenin bölündüğü trilyonlarca madde şu an bile hala dolanıktır. Biz henüz atomaltı boyutu tamamen algılayamadığımız için, buna etki etmemiz zor bir bahis haline geliyor sadece. Ancak, algılayabildiğimiz kadarına, düşünerek, inanarak, uğraşarak etki edebiliyoruz. Bu konu ile alakalı ayrıca “Burada” bir yazı paylaştım.
Birlikte yaratılan iki şey dolanıktır. Ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, ortada hiçbir sinyal olmasa bile birine bir şey yapınca, diğeri de etkilenir. Ya sonsuz derecede hızlı bir iletişim dalgasına sahipler, saptanamıyorlar ya da bizim boyutumuzda algılanamayan, varolmayan bir şekilde bağlılar. Buna ilahi irade diyebilirsiniz. Çünkü yaratılış, tamamen bu saptanamaz iletişim sayesinde meydana gelmiştir. “Dolanıklık” kelimesini kullanıyorum ancak Kuantum fiziğiyle ilgilenmeyen kişiler bunun ne anlama geldiğini anlayamayacaklardır. Kolaylık olması açısından bu konuyla alakalı bilgilendirici ayrı bir yazım daha var:
bkz: Bell Teoremi ve EPR Paradoksu (Kuantum Dolanıklık)
Elbette bunu anlamak, başlarda biraz zor ve “fantastik” gelebilir. Ancak, bilim dünyasının bize sunduğu verilerle ne kadar içli dışlı olursanız, gerçeklik dediğimiz şeyin ne olduğunu anlamak için ne kadar derinlere inerseniz, o kadar sınırsızlaşıyorsunuz. Bir şeyi iki kere söylemek beyinde her zaman daha büyük bir kalıcı etki yaratır. O yüzden hafifçe tekrar ederek başlıyorum anlatımıma;
Büyük Patlama anında her şey dolanık olduğuna, tekillikten meydana geldiğine göre, demek ki hala her şey dolanık. (Kuantum-Dolanlıklık Teorisi) Uzay yapısı sadece bizim bunları ayrık nesneler olarak görmemizi, bu yanılsama ile yaşamamızı sağlıyor. Beyin enerjisi ile dua, lanet gibi şeyleri, meditasyon ve odaklanma ile, kısacası düşünce gücü ile gerçeğe dönüştürmek. Bunun çok dikkatli bir konsantre ve daha güçlü bir inanç ile yapılanı, bize göre mucize demek.
Düşünce gücünün ortama etkisiyle alakalı ayrı bir yazı gerekirse bkz:
Karşılıklı Etkileşim İlkesi
Doğadaki dört elementten etkiye en açık olanı sudur. Fiziksel olmayan, zihinsel bir etki ile, bu maddenin değişim göstermesi, insanın maddeye ve enerjiye, zaten onunla bir olduğu için hala hükmedebildiğini gösterdi. (Masaru Emoto — Su Mineral Deneyi) Bu da hangi inançtan olursa olsun bir insanın, dua ve meditasyon ile bir şeyleri başarabileceğini gösterir.
İsterseniz bu deneyden size biraz bahsedeyim; Masaru Emoto, onlarca farklı kaba su taneleri dolduruyor ve bunları -25 derecede donduruyor. Sonrasında karşısına farklı milletlerden, farklı inançlardan onlarca insan (öğrenciler) getirtiyor. Öğrencilerden istediği bir şey var tabii ki. Karşılarına konacak 2 farklı kaptaki su damlaları için önce iyi, olumlu, güzel şeyler düşünüp dua etmeleri, öteki kap içinse kötü şeyler düşünerek, lanetleyerek, küfür ederek düşünce oluşturmaları. Böylece daha sonra bu su damlalarının mineralleri incelenecek ve bu olumlu-olumsuz düşüncelerin suyun yapısına etki edip etmediği anlaşılacaktır. Nitekim anlaşılmıştır da. Gerçekten de etki ediyor! İyi düşünceler suyun kristallerini düzenlerken, kötü düşünceler suyun yapısını bozmaya başlamış. Bir budistin veya inançlının düşünceleri daha yoğun seviyede etkilerken, bunun saçmalık olduğunu düşünen ateist veya diğer görüşteki insanlarınkininse daha az etki ettiği görünüyor. Yani inansanız da inanmasanız da beyninizde meydana gelen enerji, karşınızdaki maddelerin enerjisine etki edebiliyor. Ne kadar inandığınız ise bunun boyutunu belirliyor.
Düşünce, bilgidir ve bu bilgi, her şeyi etkiler.
Bilgi ise, varoluşun temelidir. Biz buna Mutlak İrade ya da Tanrı deriz ve bu bilgi zaten bu ufak parçacıkların içindedir. Her parçacığın kendine has bir bilgisi, ışıması ve hatta iradesi vardır. Biz sadece bunlardan biraz daha büyük bir irade örneğiyiz. İşte burada konu mitolojiye dönüşüyor. Çünkü “madem en ufak atom parçacığının bile bir misyonu var, madem evrendeki her nokta kendi işini yapıyor ve bu ufacık iradeler, başka şeylere hayat veriyor. Öyleyse bize bu ‘büyük’ iradeyi veren nedir?” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Evren incelendiği zaman rasgele varoluş fikrinin kabul edilebilirliği çok düşük bir ihtimal olarak kalıyor. İşte bu evrimsel süreç ve iradenin tezahürüne sebep olarak dinler Tanrılarını sebep gösteriyor. Spiritüalizm denen akım ise daha farklı bir şeye gitmiş. Kuantum ilkelerini örnek alarak, Dolanıklık ve birtakım prensipler üzerine yeni bir “Kuantum dini” oluşturmuşlar. Günümüzde bu New Age veya Bilimsel Din olarak da bilinmekte. Ancak bu gözboyayan ideolojinin de tutarsız olduğundan zaten ayrı bir yazımda bahsetmiştim.
Buyrunuz: Spiritüalizm ve Kuantum İlişkisi
Ayrıca bkz: Kuantum Fiziği / Mekaniğini Hakkında Bilinmesi Gerekenler
Düşünce gücü olayına gelirsek: Bunun Spiritüalizmle ortaya çıkmadığı bir gerçek. Bu, bütün dinlerdeki dua etme-karşılık alma olayının bilimsel açıklamasıdır sadece. Yani inançlı da olsak inançsız da olsak bu etki devam ediyor. Bu etkiyi güçlü bir şekilde başaranlarsa hastalık iyileştirerek veya mucize denecek şeyler yaparak tarihe adlarını Peygamber olarak kazıtmış. Yani bunlara inanıp inanmamak diye bir şey söz konusu değil. Ha, Musa gerçekten denizi yardı mı? bilemeyiz. Ancak teoride mümkün. Eğer evreni bir yazılım olarak düşünürseniz, bu yazılım içindeki kodları oluşturan bizlerin, başka kodları değiştirebilme, yani korsanlık yapabilme lüksümüz olması hiç de anormal gelmemeli.
Canlılık sudan geldiğine ve bedenin büyük kısmı su olduğuna göre, insanın insana etkisini, nazarı, büyüyü, kötü şansı, kutsamayı, hastalığın iyileştirilmesini, mucizeleri de bu şekilde sıradanlaştırmış oluruz. Zen budistinin kutsadığı su çok düzgün, sevgi sözleri alan su çok güzel, küfür yiyen su ise rezalettir. Düşüncelerimiz suya bunu yapıyosa, kendimize neler yapar? İşte bu mantık üzerine de gene insanlar sapkınlığa gitmişler ve bunu süslü laflarla, iyice boyayarak, iyice abartarak “Evrenden iste versin, sadece iste, olur.” şeklindeki bir mantıkla fantastikleştirmiş ve insanlara hayalcilik satarak para kazanmaya başlamışlardır. Örnek kitap olarak bkz: The Secret (Neyin sırrıysa, 100 yıldır biliniyor.), The Key (Hayatın anahtarı evrene tapmakmış meğerse). Spiritüalist mantığı hayatımızın içine çaktırmadan ekleyen bu tip “yaşam koçu” kitaplar sayesinde çoğunuz artık bu cümlelere aşinasınızdır.
Bu da kuantumun şu anlayışını ortaya çıkardı; “olumlu düşün, evrene iyi mesaj yolla, şükret, iyi olsun.” Kısacası, hayata bakış açın, hayatını yönetecek ve kaderini şekillendirecektir. O yüzden ne kadar sabırlı, iyi ve merhametli olursan o kadar iyi bir ruhsal gelişim göstereceksin. Bunu derken bir de yanına (desteksiz sıkmış olmamak için) şunu eklerler: “Zaten gelmiş geçmiş bütün dinlerin asıl amacı insanları bu tip bir iyi yaşantıya çekmek idi.”
Sıradan bir insan dakikada 6 saniye dikkatini kaybeder bu yüzden kolaylık açısından eski öğretiler bir aleve odaklanmayı söyler. Bir aleve, bir şekile veya su damlasına odaklanıp dikkatini çok dar bir şekilde yönlendirmeyi öğrenirsin. Zamanla o alev kendiliğinden büyür. Çünkü aklın da katmanları vardır. Düşük bir beyin, ancak odaklanarak bir tozu oynatabilir. Daha akıllı daha gelişmiş bir beyin, daha çok konsantre ile daha çok şey yapabilir. Spiritüalist mantığa kaymadan sadece şunu kabul etmek bile hayatınızda birçok şeyi değiştirecektir.
İncil’de İsa’nın, ‘’Bir hardal tanesi kadar imanınız olsa dağları yerinden oynatırdınız.’’ örneği de, buna işaret eder. (İncil-Matta 17. Bölüm 20–21. Ayet.) İman etmek, inanmak veya güvenmek demektir.
Peki Tanrı’nın beyni düşünerek neler yaratabilir sizce? (Tanrı’nın da maddesel bir şekil aldığını veya beyni olduğunu varsayın. Çok ezik bir tasvir ama kafanızı kurcalamasın diye böyle örnekledim) Spiritüalizm de işte bu mantıktan hareketle, yaşadığımız evrenin sadece bir test evreni, kimliklerimizinse geçici birer parlamalar olduğunu ileri sürer. Mantığa göre evren özünde dolanık ve tek, ve bu tekil enerji her an her yerde aynı anda var oluyor, bizim içimizde, beynimizde, karakterimizde zühur ediyor. İşte bu yüzden biz aslında tek bir enerjinin farklı versiyonlarıyız ve ölünce de o enerjiye karışacak, Tanrıyla bütünleşeceğiz. Evrenin yaratılış amacı ise bu yaratıcı gücün kendini maddesel ortamla sınırlandırarak bir “bilinç” kazanmak istemesi. Milyarlarca farklı karakterde varolacak ve farklı tecrübeler edinip, farklı karakterlerle farklı karmalar oluşturacak. İyiyi ve kötüyü tam manasıyla deneyimleyebilecek ve böylece ruhlar da gelişmiş olacak. Bu yüzden yüzlerce kere farklı karakterlerde doğup ölüyor ve her hayatımızda yeni karmalar oluşturup kendimizi daha ileriye, Tanrı katına ulaştırmaya çalışıyoruz. Çünkü aslında hepimiz Bir’iz ve hepimiz Tanrı’yız. (Ben demiyorum, onlar diyor. Ben sadece basitleştirip özetleyerek size aktarıyorum. Bu felsefenin doğru yanları da olsa genel anlamda kabul edilmemelidir. 2 Doğru içerisine 1 yanlış katılarak bizlere yedirilen bu misyonu ciddiyetle eleştirmeliyiz. Bu, adamı enayi yerine koymaktır.)
Bu düşünceye göre, biz Tanrı’nın hayal ürünleriyiz, düşüncelerinden ibaretiz gibi tanımlamalar yapmak yanlış olur mu? Hristiyanlıkla bağdaştırmak gerekirse, bu fikre göre Kutsal Ruh bunu temsil eder. İnsanların kendinin farkına varması ve bu iradeyi alması demektir. Bu “yanılgı evreni”nden kurtulup, bu simülasyonun farkına varıp, kendimizi “insan” olarak sınırlandırdığımız bu kimliğin sadece geçici bir araç olduğunu farkedersek hepimiz Peygamber seviyesine ulaşacağız, hepimiz astral seyahat/miraç yapacağız vs. vs. Nedense bunu söyleyenlerin hiçbirinin bunu başardığını görmedim. Olsa olsa düşünce gücüyle birkaç hastalığı tedavi edebilirler, ki bunun da mucizesi nerede kaldı? Şuan bazı hristiyan veya müslümanlar da bunu başarabiliyor. Bunun dininizle alakası yok, kendinize inanmanızla alakası var.
Bütün kutsal kabul edilen liderler, kendilerinin, diğer insanların olabileceklerinden daha öte bir şey olmadığını söyleyip durmuşlardır.
Ancak gelin görün ki, insanlar böyle kişileri tanrılaştırmaya çok meraklıdır.
İsa’nın, her önemli işten önce gidip dua etmesi, meditasyon yapması da, saatlerce dua etmek için çekilmesi, sonra mucizeler sergilemesi de bu tip şeylerin başarılması için önemli bir konsantrasyon gerektiğinin kanıtıdır. Siz İsa’ya inanıyor veya inanmıyor olabilirsiniz, İsa karakteri tarihte mucize yapan birisi olarak geçtiği için, gerçek de olsa yalan da olsa ortadaki formüle açıklık getiriyorum sadece. Bunu da İncil kayıtlarına göre yapıyorum.
Ayrıca İsa’nın o dönemde yaşadığı, ancak büyücü olduğu için öldürüldüğünü söyleyen bir çok kayıt mevcuttur. Kısacası böyle bir adam gelmiş ve bir şeyler yapmış ancak, Tanrı yolunda mı yapmış, Şeytan yolunda mı ona karar verememişler. (İsa ve Zeitgeist ile alakalı ayrı bir yazı düzenleyeceğim.)
Hikayeleri bırakıp işin bilimsel yönüne gelirsek... İçinizde olup bitenler beyninizde, sinir sisteminizde, gözlemleme yetinizde, hafızanın, aklın çalışma yöntemi biçiminde meydana gelen gerçekliktir. Yani orada olan her şey, bir çeşit Gözlemci’nin, maddeyi ilişkilendirmesidir. Bunun için Kuantum yasalarından Ölçüm Problemi’ni biliyor olmanız gerekmektedir. Yukarıda zaten Kuantum’un temel ilkeleri ve yasalarını konu aldığım bir eğitici yazı bulunmakta. O yüzden burayı es geçiyorum.
Bu gözlem, algıladığınız şeyleri yorumlar ve sizin için gerçek yaparak, gerçekliği nasıl algıladığınızı belirler. Bu dışardaki gerçekliği değiştirmiyor, binalardan, kamyonlardan vesaire bahsetmiyorum tabiki. Ama bunları oluşturan o küçük şeyler hakkında ne düşündüğünüzü, ne hissettiğinizi ya da dünyayı nasıl algıladığınızı değiştirebilirsiniz. Beyninizin şu ana kadar ki kapasitesinin ötesine geçmekten bahsediyorum. Algılarınızın dışında bir boyutu idrak edebilmekten.
Beynin her saniye işleyebildiği sonsuz bilgi, bize, dünyada algıladığımızdan daha fazlası olduğunu gösteriyor. Yine de her an, duyularımız yoluyla bir deneyime dalıyoruz. Görüyor, kokluyor, tadıyor, ve hissediyoruz. Duyularımızla gerçekliğimizin içine dalıyoruz. Gerçeklik hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Gerçeklik dediğimiz dışarıdaki bütün o şeyler, duyu organlarımızın belleğinden geçiyor. Beyin, saniyede milyarlarca parça bilgi işliyor, ama bunların sadece binlercesinin farkındayız.
Bu, gerçekliğin beyinde her an olduğunu gösteriyor. Asıl gerçeklik beynimize işlenmiş bile. Sadece biz bunu algılayamıyoruz. Bunu şöyle düşünebilirsiniz, biz bir kitabı oluşturuyoruz ve binlerce sayfa içeriyoruz. Ancak insan zekası, insan bedeni bize aynı anda sadece bir sayfayı gösterebiliyor ve onu da paragraf paragraf okuyup anlayana kadar yaşam süremizin sonuna gelmiş oluyoruz.
Gözler bilgiyi alır ve hemen kaydederler ama siz hepsini bir araya getirene kadar bunlara hiçbir anlam veremezler. Yani editör masası gibi bir şeye ihtiyaç vardır ve böylelikle filmi oluşturmuş olursunuz. Aynı şekilde gözlerin, gördüğü ışıklara bir anlam getirmesi saniyenin 10'da 1'i kadar süre alır. Bu yüzden aşırı hızlı şeyleri idrak edemez, fark edemez veya anlam getiremezsiniz. Bir de bunun, algıladığı ve yorumladığı kısımlara geçelim, yani gördüklerinize.
Şimdi bakın şöyle düşünelim: sabah yataktan kalktım ve birden bire gözlerimin düzgün çalıştığından emin olmadığımı düşünmeye başladım, bu fikri çok ciddiye almaya karar verdim, ki bu doğru bir iddiadır.
Yani, yatağımın yanı sağlam bir zemin gibi görünse de, orasının uçurum olma ihtimali de var. Eğer bu olasılıkları, ihtimal hesaplarına göre sıralayamazsam, asla yataktan kalkamam ve bu durumda da felç olmuş gibi olurum. Çünkü asla ileriye gitmeye karar veremem, bir sonraki adımı nasıl atacağımı hiçbir şekilde bilemem. Beynim ve bedenim içgüdüsel olarak alarm verecektir.
Prensipte şöyle bir şey var, gözlerimizin bizi her an yanıltıyor olma ihtimali aslında gerçekten de doğru. Örneğin halüsinasyon görenler her zaman var ve biz bunları görmesek de gözlerimizin bizi asla yanıltmadığını kanıtlayamayız. Hepimizin bazen şekilleri seçemeyip, yanlış yorumladığımız, anlam veremediğimiz şeyler gördüğümüz gibi şeyleri tecrübe etmişliğimiz vardır. (Örneğin çok susamış birinin çölde su görmesi gibi. Beyin buna ihtiyaç duyar ve yaratır.) Yoksa bile, eğer hiç ‘garip’ olarak adlandırabilecek bir şeyle karşılaşmadıysanız bile, bu sadece gözlerinizin, hesaplamaları hızlı bir şekilde düzene koyduğunu gösterir.
Bunun gibi, eğer yataktan kalkmaya karar vereceksek, basabileceğimiz bir zemin olması gibi uyumlu Hipotezlere olasılıklar veririz ve bunu ön plana koyarız. Beyin bunu otomatik olarak yapar.
Hipotez şöyle der, “orada gerçekten olasılıklar var ve ben bunu görüyorum. Ancak korkmana gerek yok çünkü büyük bir yüzde bunun sağlam bir zemin olduğunu destekliyor. Gidebilirsin.”
Başka bir Hipotez de şöyle der; “zemini görmen halüsinasyon aslında, orada bir uçurum var.”
Ayrıca bunun gibi birçok ‘olasılık’ teoriyi de süzgeçten geçiririz. İşte sabah kalkarken, bu hipotezlerden birine diğerlerinden daha çok güvenirsiniz.
Karanlık korkusu, gözlerin görüntüyü seçememesi ve beyine karışık sinyaller yollaması ile oluşan karmaşanın, korku olarak yansımasıdır. Gerçek, kişinin onu nasıl algıladığına bağlıdır. Kişinin o an düşündükleri gerçekliktir, şizofren birinin, sizin yanınızda bir Şeytan görmesi, sizin görememeniz de bu farkı ortaya koyar. Eğer beyin 4 milyar bilgi işlerken biz çok küçük bir bölümünü algılıyorsak, demek ki gerçeklik beyinde sürekli var ama biz bunu bir bütün haline getiremiyoruz. Ama Bize, algılarımızın dışında bilgi ve veri sunulur da, Kuantum fiziği ve Nörofizyoloji’yi bir araya getirebilirsek ve beynin bu konuda düşünmesi istenilir de, ‘ya öyleyse’leri ve olasılıkları incelersek, bildiklerimizi, deneyimlerimizle birleştirir, ve bunu sürekli tekrar edersek, beynin iki ayrı sinir ağı bütünleşecek ve, bu da yepyeni bir görüş açısı vericektir.
Bu bir el feneri alıp, ışığı beyninizin size sunduğu gerçekliğin küçük hologramını aşıp çevre ve zamanla ilgili kalan bölgeye tutmak, ve sonra orada şimdiye kadar aklınızın almadığı yepyeni şeylere tanık olmak olacaktır. Buna da idrak denir. Bunu başka alemleri görmek, boyut değiştirmek diye de adlandırabilirsiniz. (Astral veya Miraç) Bunu siz kendiniz de belki başarabilirsiniz, veya dışarıdan bir destek, bir uyarıcı ile bu size yaptırılabilir. Bunu başarabilirseniz de adınızı tarihe peygamber veya mucizevi adam olarak kazırsınız zaten. Kahinler, peygamberler ve bu tip kişiler sadece bunu iddia ediyorlardı aslında.
Bizler birer makineyiz ve bu makine içindeki bellek, bu makine ile alabildiği bilgiyi, veriyi kaydetmeye uğraşır. Makine bozulsa da, ölse de problem değil çünkü belleğin elde ettiği veriler hala oradadır, başka makinelere aktarılabilir, ve böyle devam eder. Birçok dini görüş, bunu “Reenkarnasyon” olarak adlandırmıştır. “Ben ölsem de, verilerim ve ruhum evrende yayılmaya devam edecek ve sonra hayvan, bitki vesaire olarak gene hayat bulacağım’’ gibi.
Bizler her parçası zamana ve mekana yayılmış, enerjinin var ettiği birer organizmanın kollarıyız sadece. Ancak bu fikri Spiritüalist mantığa indirgediğinizde, işin içine din kattığınızda; ortaya “Hepimiz bir’iz” fikri çıkıyor. Buraya gelmeden önce şunu anlamalıyız. Hepimizin hamuru aynı olabilir ama aldığımız şekiller farklıdır. Dolayısıyla hepimiz hamuruz, ama hepimiz aynı değiliz. Hepimiz ayrı bireyler, ayrı yaşantıya sahip, ayrı karakterde, ayrı şahsiyetleriz. Dolayısıyla eğer gerçekten bir Tanrı varsa ve bir hesap verilecekse, her koyun kendi bacağından asılacak. Öyle “hepimiz bir’iz, cehennem yok, her yer mutluluk, olley” gibi bir dünya yok arkadaşlar.
Şahıslık ve Ruh kavramlarından bahsettim. Bunlarla alakalı da hazırlamış olduğum ayrı bir yazı mevcuttur. Arka arkaya ekleyeceğim:
1: Beynimizi Farklı Kılan Şeyler; Zeka ve Hafıza
2: Zihin ve Düşünce; Diğer Hayvanlardan Farkımız
3: Şahıs, Ruh ve Bilinç Olgusu
Genel, gündelik dünyamızda Newton’un hareket yasaları geçerli. Büyük görüntüler için, basit algılarımız için bu basit mekanik yeterlidir. Ama düşük ölçeklere, atom düzeyine, enerjiye ve düşüncelere girdiğimiz zaman, yaratılışa girdiğimiz zaman, daha güçlü bir açıklama dizisi gerekli. Kuantum Mekanik!
Bu, bildiklerimizden farklı bir yasa grubu... Bu düzeyde parçacıklar aynı anda birden fazla yerde olabilirler. Buna “Olasılıkların Süperpozisyonu” denir. Uzay ve zamana yayılmış dalgalar gibi davranır, heryere bilgiyi yayabilirler. Çok uzaklardan, bu bilgi vasıtası ile birbirleriyle bağlantılı olabilirler, sonsuz, algılanamaz bir hız ve bağ, veya diğer teoriye göre bunu sağlayan daha yüksek bir irade sayesinde. Bu, sınırsız ihtimallerin olduğu, paralel evrenlerin mümkün olduğu bir gerçekliği ifade eder. Konuyla alakalı ilgili yazı için bkz:
Olasılıkların Süperpozisyonu, Schrödinger Deneyi
Gözlem sırasında, her şey, bütün olasılıklar, tek bir pozisyon durumuna gelip, o anda, artık o şekilde var olurlar. Bu evrende her şey, çok fazla sayıda süper olasılıkta, birbirine bağlı, biçimsiz, ve tektir. Her şey aynıdır, birdir. Bu Allah’ın her şey ve her yerde olması gibi bir şeydir. Allah’ı nasıl tanımlarsanız tanımlayın, bu doğru bir anlatımdır. Klasik dünyada ise, bu olasılıklar tek bir parçaya dönüşür, her şey tek bir yerdedir.
İlgili yazı için Bkz: Esir Maddesi ve Mezon Alan Teorisi (Sınırsızlık)
Gerçekliğin temelinde her şey potansiyeldir, her şey ihtimal dahilindedir ve her şey tesadüfen meydana gelir. Ya da bizim algılarımızı aşan bir bilinç ile. “Süper Sicim Alanı”, veya “Potansiyel Okyanusu” deniyor buna. Evrenin var olma sebebi, ve her yerinde bulunan şey. Hepimiz bundan geldik. Evren bu olasılıkların sahasıdır. Süpersicim teorisi ise, “Her Şeyin Teorisi” olarak bilinir. Henüz tam olarak ıspatı yapılamadıysa da bilim camiasında büyük bir kitle tarafından kabul görmektedir. İlgili bir yazı hazırlamıştım. Okuyun, kararı siz verin. Bkz:
Sicim Teorisi, Her Şeyin Teorisi
Resim yapmak için kağıt, (enerji) kalem (evren) gerekir, kağıt ve kalemi ise, enerjinin maddeyi oluşturarak, boş evreni yaratıp bunu doldurması olarak görebiliriz. Bu enerji’ye hangi ismi verirseniz verin, her şeyin sebebi odur. “O enerjinin özünde ne vardı, Bigbang’den önce ne vardı? Tanrı’dan önce ne vardı?” bu şuan kimsenin bilemediği bir şey. Buna hiçbir din veya bilim dalı henüz cevap getiremedi. Getirebileceğini de sanmıyorum. O yüzden bu “yaratıcı güç” ile alakalı ortaya sunulan bütün teoriler, bütün dinler, bütün tanrı modelleri, temelde yanlış olmak zorunda. Spiritüalizm’in sizi Tanrı ilan etmesi de buna dahil.
Maddenin içine baktığınız zaman, madde dediğiniz ve varlığı meydana getiren o şeyin, aslında boşluk olduğunu görürüz. Yani merkez noktası bir futbol topu kadar ise, onu çevreleyen boşluk ve genişliği gözünüzün alabildiğince geniştir, ve bu genişliğin sınırlarını protonlar vesaire doldururlar. Kısacası, eğer merkez 30 cm büyüklüğünde ise, onu çevreleyen diğer şeylerin merkeze mesafesi, kilometrelercedir. Fakat bu boşluk içerisinde yüzen bu parçacıklar, atomları ve bizim katı-sıvı-gaz olarak algıladığımız alemi yaratmaktadırlar. Yani biz tersini algılasak da, aslında her şey boşlukta yüzmeye devam ediyor.
Arada kalmış olan bütün bu boşluklar, üst üste binerek maddeyi, madde de gerçekliğimizi oluşturur. Bu boşluk sürekli vardır, ve her boşluğu oluşturan bu şeyler ayrı birer bilinçtir. Ancak bilincin de katmanları olduğu için, bunları kendimizle kıyaslamamalıyız.
Şunu söyleyebilirim ki, nesneler birbirine asla dokunmazlar. Mesela el sıkışırken, elinizin atomları ile karşıdaki kişinin elinin atomları aslında hiç karşılaşmazlar. Aralarında bir çekim-itim gücü oluşur ve bu enerji, sizin atomlarınıza etki eder, dolayısıyla hislerinizi etkileşime sokar ve siz gerçekten dokunuyormuş gibi algılarsınız. Yani hiçbir şeye dokunmuyorsunuz aslında, sadece dokunuyor gibi algılıyorsunuz. Aradaki boşluğu, çekim-itim gücü ve manyetik alan gibi şeyler dolduruyor. Zaman ve hız, bunları destekliyor ve olaylar meydana geliyor. Bu çekim-itim gücünü beyin “birisi bana dokundu” olarak algılamayı seçiyor ve siz de öyle zannediyorsunuz. Bu kabul etmesi zor bir şey gibi görünse de bilim camiasında çoktan kabul görmüştür. Bedenlerimiz birer enerji yumağı ve sadece enerjilerimiz birbirine dokunuyor, atomlarımız değil. Mesela bir bıçağın da maddesel boyutunun arkasındaki enerji ortamını düşünün, bıçak sivri dizayn edildiği için enerjisi de sivridir. Sizin bedeninizi delen şey bıçağın maddesel sivriliği değil, enerjisinin yoğunluğudur. Tabii ki sebep-sonuç ilişkisine dayalı olarak bunlar bizi yanıltmaya devam ediyor.
Yaşam algımızı oluşturan “zaman” konusuna gelirsek, bu konuda birçok görüş mevcut. Ancak hepsinin ortak bir yanı var: “zaman, yer çekimine ve hıza göre, farklı algılanabilecek bir olgudur”. Bizim algıladığımız, saniye saniye ileri gitmek, sadece bir illüzyondan ibaret. Bu illüzyon sakın ha “Hologram Evren” teorisi olarak algılanmasın.
Biz zamanı sürekli akan bir nehir olarak düşünüyoruz, peki ya bu nehir akmıyorsa, donmuşsa? Bir kitabın sayfaları gibi her ‘an’ belirlenmişse ve istediğimiz sayfayı açabilirsek? ki biz bunu yapamıyorsak bile bizden bir boyut üst düzeyde olan bir varlık, (Gelişmiş uzaylı veya Tanrı, farketmez.) bizim zaman algımızdan bağımsız olacağından bunu gerçekleştirebilir.
Prensipte zaman ne kadar geçiyorsa o kadar geri dönebilir. Matematiğe göre; ne kadar yaşlandıysanız o kadar gençleşebilirsiniz. Bir şey ne kadar dağıldıysa, o kadar toparlanabilir. (Bu da aslında genişleyen evren birden daralmaya başlarsa bunun sonu gene tekillik ve bu sefer varlıktan yokluğa gidiş anlamına gelir. Alın size Kıyamet.)
Zamanın ilerlediğini düşünmemizi sağlayan yasalar geri çevrilseydi eğer, her şey nasıl olduysa o kadar tersine dönebilirdi ve her halükarda bizim boyutumuzdan yüksek bir boyutta, zaman asla var olmazdı.
2. Boyutta, yükseklik ve alçaklık olmadığı gibi, kenar olmadığı gibi, 3. boyutta da zamandan bağımsızlık ve mekandan bağımsızlık yok. Ancak, bir üst boyuta, 4. Boyut olarak düşünülen bölgeye geçtiğimizi düşünürsek; ki bu, dinlere göre Cennet-Cehennem ya da Tanrının Bölgesidir, ölümden ötesidir; bizim algılarımızdan üstündür ve öyle bir boyuttan bizim boyutumuz, çok basit görünecektir. Tabii ki ışık hızına dayalı gelişmekte olan evrenimiz için bu imkansız görünüyor. Ancak teoride mümkündür.
İlgili yazı için bkz: Işık Hızını Geçtikten, Ölüdükten Sonrası (Takyonlar)
Zaman düz bir çember gibidir. Bu boyutla mental herhangi bir bağlantı sağlanabilse, geleceğin bilgisine, geçmişin gerçekliğine ulaşabilir ve değiştirebilirdik. Zamanlar arasında bir köprü sağlamış olurduk. Bütün bu Kuramlar, dünyayı deneyimleme yolumuzdan tamamı ile farklıdır ve çok beyin yorucu olabilir. Ya da saçmalık gibi görünebilir. Fakat hepinizin açıklayamadığı şeyler gördüğü, veya gördüğü rüyanın gerçeğe dönüştüğü anlar olmuştur. Aklınıza bir arkadaşınız gelir, ve tam o saniye telefonunuz çalar. Örnekler çoğaltılabilir. Tabii ki bu “açıklayamadığımız her şey, Allah’ın kanıtıdır” şeklinde yorumlanmamalı.
Geleceğin, şimdi üzerinde etkisi olması anlaşılır gelmiyor çünkü, geçmişin şimdi ile sebep sonuç ilişkisiyle bağlı olduğunu düşünüyoruz. Topu tutarım, bırakırım ve yere düşer. Bırakmam neden; yere düşmesi sonuç. Ama, aslında topu bırakmamın nedeni, yer olabilir mi?
Zaman algımız geriden ileri gidiyor, ancak beynin içinde böyle olmadığına dair çok sağlam ipuçları var. Örneğin Benjamin Libet ve Özgür İrade Deneyi.
Bu, his ile beyin arasındaki bağlantıyı açıklayan bir deneydir. Örneğin, parmağınıza dokunduğunuzda, beyninizdeki o ‘olay’ ile alakalı bölge uyarı alır, parmağınızın algıladığı sinyallerin beyninize gitmesi belli bir süre sonucu oluşur. Çok hızlı gerçekleşir, ama belli bir süre içinde gerçekleşir ve denek bunu gerçekleştiği o zamanda fark eder.. Ama eğer korteksi doğrudan uyarırsanız, uyardığınız an itibari ile denek bunu fark etmelidir, zaman sapması olmamalıdır. Ama bunun tam tersi oluyordu. Parmağı uyarınca beyin hemen tepki veriyor ama, korteksi uyarınca gecikme oluyordu. Deneyi tekrar tekrar yaptıktan sonra Libet, bir şekilde, beynin bilgiyi zamanda geriye yansıttığı sonucuna vardı. Duyusal kortekse ulaşması süre alıyordu ama beyin bunu zamanda geriye yansıtıyordu. Böylece bilinç uyarıyı, çimdiklendiği anda algılıyordu.
Bu tür deneyler gösterdi ki, insan konuşmaya, ya da elini oynatmaya çalışırken, daha ne yaptığının, ne yapacağının bilincinde bile değilken, beyinde, sinir hücrelerinde bazı etkinlikler oluyor. Yani sanki önce yapıyoruz, bir an sonra karar veriyoruz ama zaten yapmışız. Karar verdiğimiz şeyleri yapmıyor, yaptığımız şeylerin kararına varıyoruz. Bu da, ya bilincimizi gelecekten kontrol eden bir sisteme sahibiz, ya da bir başka bilinç bizim ne düşüneceğimizi, yapacağımızı, ne kararlar alacağımızı zaten çoktan belirlemiştir diye düşünmemizi sağlıyor. İşte bu fikir de bildiğimiz dinlere göre Kader’i, Tanrı’nın planının işleyişini, Spiritüalizme göreyse “tasarlanmış illüzyon evreninin, ve illüzyon hayatlarımızın hikayesini” anlatıyor. Aynı mantığı şöyle özetleyebiliriz: Yapacağımız her şey bir ‘an’ önce programlanmış oluyor. Yani eğer aynı günü baştan 100 kere yaşayacak olsak ve bundan haberimiz olsa, aynı günü 100 kere de aynı şekilde yaşardık. Bir şeye karar vereceğimiz zaman, eğer bu şans bize tekrar verilse(zaman geriye alınca), biz yine aynı kararı verirdik. Tabii ki bu durumdan haberimiz olursa işler değişirdi, orası ayrı konu. Dolayısıyla bütün zaman ve mekanlar, bütün yaşamlar, sanki çoktan yazılmış bir filmi canlandırıyormuş gibi duruyor. Bu, şuan için üstü açık bir soru.
O zaman ya gelecekteki ben şu anki kendimi, ya da içimdeki başka bir benlik beni yönetiyor demektir bu. Buna Alt bilinç gözüyle bakabilirsiniz. Sizin şuanki iradenizden ve kişiliğinizen bağımsız, daha sınırsız bir bilinç. İşte bu bilinç sizi yönetiyor ve kaderinizi belirleyen bu bilincin istediği şekilde hareket ediyorsunuz. Peki, o bilinci kim yönetiyor? Gerçekte Tanrı mı, yoksa sizin “ruhunuz” mu? Yani, hayatınızdan siz mi sormlusunuz, yoksa bilemediğiniz başka bir varlık mı?
Bilinci tanımlamak çok karışık bir durum. Yoğun maddeye giren enerjinin yan ürünü gibi bir şey. Peki bizim bilincimiz neden hayvanlardan veya bitkilerden daha yüksek? Atom yoğunluğumuz ve biyolojik dizilimlerimiz bunun için yeterli mi diye soracak olursanız eğer; bizi diğer türlerden ayıran şey, Biyolojik açıdan cebaplamak gerekirse: Ön Alın Lobumuzdur. Alın Lobumuz, diğer türlerinkine oranla daha gelişmiş ve büyümüştür. Bu Lob bizim niyet, karar, hesap, düşünce gibi yetilerimizi de aynı oranda yükseltmiştir. Etrafımızdan bilgi alıp bunu beyinde saklamamıza, ve böylece önceki karar ve tercihlerden farklılarını alabilmemize, özgür irade ortaya koyabilmemize olanak sağlayan şeydir. Beyin ve Özgür iradeyle alakalı 2 tane yazıyı zaten bu yazının başlarında etiketlemiştim. Bir göz atmanızda fayda var.
Beyin, nöron denilen küçük sinir hücrelerinden oluşur ve bunların diğerleriye bağlantı kurmasını sağlayan nöron ağları vardır. Bağlandıkları her yer bir düşünce veya anı’ya yuvadır. Fikirler, duygular bu nöron ağlarında inşa olur ve, Beyin tüm bu kavramları bir araya getirir. Her bölgenin belli şeylerle ilgisi vardır, mesela aşk için ayrı bir sinir ağı vardır ve bu diğer bağlarla bağlantılıdır.
Örneğin aşkı düşündüğünde kimisi ızdırap ve üzüntü hisseder çünkü kaydedilen veriler-yaşanmışlıklar yüzünden bazı kişilerde aşk duygusu, acı ve üzüntü duygusu ile bağlanmıştır. Bu duygular üstünde ne kadar yoğunlaşır ve imgelersek, onunla o kadar fazla ilişkilendiririz. Bir hissiyata ait bağ ne kadar güçlendirilir ve bağlantılar kurdurulursa, bu kişiliğe o kadar egemen olur. Sinirlenme ağınız ne kadar çok anı ve duyguyla bağlantıya geçerse, bu ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar kimliğinizi ve karakterinizi oluşturur. Sürekli sinirlenen, ve gittikçe daha sık sinirlenmeye başlayan birisi olursunuz. Bu aynı şekilde karamsarlık ve mutluluk için de geçerlidir. Düşüncelerinizi ne yönde sıklaştırdığınız, kişiliğiniz, hayatınız ve hayata bakış açınızı da bir o kadar yönlendirir.
Bağlantı ne kadar çok kesilirse, ağlar da zamanla o kadar ayrışır ve böylece karakteri, ve tepkileri yönlendirebiliriz. Geçen zaman sarfında karakterimiz sürekli değişmektedir. İnsanlar sürekli değişir. Meditasyon ve dua etmek gibi şeyler, sürekli bir olguya odaklanmak, düşünceyi yönlendirmek bunu yapmanın en kolay yoludur. Çünkü aynı zamanda, kötü düşünmek, kötü görmeye de neden olur. Aynada kendini şişman veya psikolojik olarak zayıf görmek gibi. Düşünmek, yaratır.
Aynı şekilde yaşlanma evresi de kötü düşünceden çok etkilenir. Kemiklerin incelmesi, kemikler arasındaki sıvı üretimi, cildin buruşması, vücudun esnekliğini kaybetmesi, bunlar protein enzimlenmesinin düzgün çalışmamasından kaynaklanır. Proteinlerin düzgün enzimlenmesi için de stres yapmamak, katabolik olmamak, kötü düşünmemek ve proteinlerin iyi iş görmesi, maksimum fayda vermesi için de zihnimizi ve bedenimizi çalıştırmak ve spor yapmak gerekir.
Yani olumlu düşünerek ve spor yaparak yaşlanmayı çok büyük ölçüde engelleriz. Olumlu düşünce, vücudun metabolizmasını ve anabolik ilerlemesini düzenler. Protein almak ve vücudu düzenli olarak çalıştırmak da bunları destekler. Ancak ne kadar düzenli beslenseniz de, spor yapsanız da; eğer sürekli stres yapıyorsanız ve buna alışmışsanız, kötü düşünmek ve mutsuzluk hayatınızda büyük yer kaplıyorsa, erken yaşlanma ve birçok hastalık ve sakatlığı da davet etmiş olursunuz. Diğer bir deyişle: içiniz, dışınıza yansır. Sadece yüz ifadesi olarak değil hemde, genel olarak.
Medya aracılığı ile ekranlarda o kadar çok idol, ortalama üstü güzel, zengin veya şanslı insan modelleri tanırız, böyle objelere ilgimizi o kadar çok odaklarız ki, zamanla popüler kültüre kapılır ve genel kabul gören güzellik, iyilik anlayışını benimseriz. Böylece güzellik ve mutluluk anlayışımız değişir. Eskiden bizi mutlu eden şeyler yetersiz gelmeye başlar. Kendimizi beğenmez, daha iyi olmak ister, idoller belirler, insanlara imreniriz. Bu da özgüvenimizi ve hayatımızdaki motivasyonumuzu büyük ölçüde etkiler.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki; her gün aynı duyguları hissetmek, aynı düşünmek, gelişmeye engeldir. Evrim, sürekli değişimdir. Böylece, eğer bazı duygularınızı değiştiremiyor, onları kontrol edemiyorsanız; onlara bağımlısınız demektir. Olumsuz duyguları, isyanı, mutsuzluğu, şikayeti alışkanlık haline getirmiş, ve bunu her gün tekrar ediyorsanız, hayatınızı kötü yolda ilerletecek bir bağ kuruyorsunuz demektir.
İnsanı iyi düşünmeye, kişisel tatmine ve mutluluğa iten en büyük etken, iyilik yapmak, iyi düşünmek, iltifat etmek ve almaktır. Dolayısı ile bu yüzden, sağlıklı bir enerji akışı ve güzel bir yaşam için en iyi yol, en iyi şekilde yaşamaktır. Çevrenizdekilere karşı hoşgörülü ve sevgi dolu olmak, ve aynı şekilde tepki almak bunun için en doğru yöntemdir.
Bütün dinler de bu yüzden, bazı yasaklar koyarlar ve genelde toplum kontrolü için dahil edilen kültürel sistem ve hikayeler haricinde, amaçları iyi yaşamak, iyi davranmak, düzenli ve zararsız bireyler yetiştirmektir. Buna teşvik için ödül, olumsuzdan uzaklaşmak içinse genelde Ceza inancı var edilmiştir. Spiritüalizm ise bir adım ileri giderek buna “Karma” demiştir. İyi bir şeyler yaparsanız bu hayatınızda ruhunuza iyi şeyler katmış, iyi puan toplamışsınız demektir. Ancak kötü şeyler yaparsanız, borç hanenize bir çok şey eklemiş olursunuz. Ancak bu borçları sadece ölüp cehennemde yanarak ödeyemezsiniz. Tekrardan dirilmeniz, başka bir bedende hayata gelmeniz ve kötü bir hayat yaşayarak bu karmaları telafi etmeniz gerekir.
Ancak şöyle bir şey var ki, her hayatınıza sürekli karma ödeyeyim derken yeni karmalar oluşturmaya devam ettiğiniz için, binlerce kere enkarne olmanız gerekiyor. En sonunda “ermiş kişi”, “Nirvana’ya ulaşmış” oluyorsunuz ve ruhunuz bir üst kata çıkıyor. Bu kat ise hayatta günah işlemeyecek, tek derdi iyilik olan “peygamber katı”. Bu arkadaşlara göre peygamberlik bir meslek, bir memur işi. Ne kadar çok evrene, gezegene peygamber olarak gidersen, veya ne kadar çok peygambere arkadaki ruhani boyuttan görevini hatırlatır, “kardeş ben Ahmet, sen burada bir görev üstlendin, asıl işin bu, hadi git şu kitabı yaz şimdi din yarat” derse, bir o kadar puan kasmaya devam edecek ve sonunda TANRI olacaklar. Yani melek ve insan bu durumda aynı şey oluyor. İnsan, beden almayı tercih eden ruh, Melek ise beden alan ruha yardım edecek, karmasını hatırlatacak olan ruh oluyor. Yani Cebrail şuanda aramızda insan olarak yaşayan, asgari ücretle çalışan ve şaman gibi hayatını sürdüren bir kişi de olabilir. Daha önceki Cebrail tipi görevlerinden haberi olmayan, gayet sıradan bir kişi de olabilir. Aynı şekilde siz, önceki hayatınızda Muhammed veya Atatürk de olabilirsiniz.
Fakat, işte bu “Spiritüalist” inanca geçmişseniz, bu tip şeyleri biliyorsanız ve fark ettiyseniz, bir üstlünlük kazanmış, şifreyi kırmışsınız demektir. Yani Spiritüalizm bütün dinlerden beslenmesine karşın, bütün dinleri uydurma olarak nitelendirir ve bütün insanları sevmeyi, sevgiyi, egoizmden uzaklığı işaret etse de, perde arkasından “Onlar düşük insan, onlar alt kademe ruh, onlar gerçeği bilmiyor, ben biliyorum. Ben çok zekiyim, ben aydınlandım” fikrini size enjekte ederek sizi egonuzun kölesi yapar. Öyle ki kendinizi Tanrılaştırmanızı öğütler. İnandığı dini yeni terketmiş, sorgulamaya yeni başlamış arkadaşlar da kendilerini çok akıllı hissettikleri için bu lokmayı hemen yutarlar. Çünkü reklamı çok güzel yapılmaktadır. Mesela memleketimizde bunu Mevlana aracılığıyla başarırlar. Tasavvuf, islami Spiritüalizm’dir.
Mevlana, “Dün zekiydim, dünyayı değiştirmek istedim, bugün bilgeyim, kendimi değiştirdim.” gibi çok zekice bir söz etmiştir. Çünkü her şey, kendinizden başlar. Ancak Mevlana’nın İslam inancına ters bir çok söylemi de vardır. Onlara da geleceğiz.
Düşündüğünüz, beyninizin yorumladığı ve size sunduğu iyi-kötü, olumlu-olumsuz bütün fikirler ve etkileşimler, özünde birer enerji olduklarından, bu küçük iradeler toplandığı zaman, daha büyük bir iradeye, sizin kişiliğinize dönüşürler. Merak, heyecan, macera isteği gibi şeyler; beynin, bilinmeyen potansiyellere karşı canlılık göstermesi ve gelişmek istemesidir. Her gün aynı duyguları yaşayarak, dolu dolu zaman geçirildiği söylenebilir mi? benlik olgusu yeni şeylere ihtiyaç duyar. Bu tecrübe edilmemiş seks, çalmak, öldürmek, adrenalin gibi şeylere olan istek, yani ‘nefis’ tir… Bu bilmek olgusunu “günah” diye tanımlarız. Çünkü her şeyi bilmek isteriz ve ne kadar çok bilirsek, o kadar çok tercih yapmamız gerekir. Ancak yabancı olan her şey iyi olacak diye bir şey yoktur. Adam öldürmek de bir heyecandır, bunu yapmalı mıyız peki? İşte burada bir kural koyucuya gerek duyulduğundan, din yasaları, bir düzenleyici görevi görmüşlerdir. “Anayasa” olmuşlardır. Bu yüzden gelen bütün dinler, geldikleri zamanın toplumlarına göre şekillenmiş ve onları ileriye taşımışlarız. Bkz: İslam Aydınlanma Çağı.
Ancak eski dinlerde, örneğin Tanah (Tevrat) Yaratılış bölümünde bilmek-bilgelik günah, yasak olarak tanımlanır. (Bilgelik ağacından yiyerek bilmek. Ayıbı, kusur öğrenmek.) Tabii ki Tevrat çok kabul edilebilir bir kitap değil. İçi bir ton çelişki kaynıyor. Sadece örnek vermek istedim. Ayrıca bununla alakalı da bir yazı hazırlamıştım.
Bkz: Tevrat’ın İçerisindeki Çelişkili Ayetler
Peygamber Enok’un kitabı’nda da (Bilgelik Tanrısı Enoch-Hz İdris ile alakalı daha çok ezoterik-mitolojik bilgi için bkz: Peygamber Enok’un Kitabı, Ölü Deniz Yazmaları) bilmek, kurcalamak günahtır. İtaat etmek, robot gibi yaşamak, sürekli kendi iradenden daha büyük bir iradeye güvenmek, sorgulamamak bütün dinlerin temelinde mecburen yatmaktadır. İnsanları sistematize etmek için bir silah, insanların meraklı, kurcalayan ve özgür düşünen bireyler olmasını engellemek için de yalanlar gerekir. Bu da, bizim kendi beyinlerimizde, düşüncelerimiz kadar küçük, aciz, basit Tanrı profilleri yaratmamıza sebebiyet verir. O yüzden Tanrılar kızar, kıskanır, cezalandırır.
Bir insanın ne düşündüğünü bileceksek, onu en iyi bağımlılıklarından tanırız. Eğer bir insan dinine bağımlı olduysa, bu demektir ki: öngörülebilir bir kişi olmuştur. Olumsuz davranışlar, yanılgıyı öğretir, ve bu tür hatalar yapmak gelişim göstertir. Ancak olumsuzluktan, hatalardan ders almak gerekir. Ruhun aydınlanması, yani sonsuz yaşam dediğiniz şey; günahlardan arınmak ve temizlenmek ise, günahın ne olduğunu da, doğrunun ne olduğunu da tecrübe ederek öğreneceksiniz. Bu dünya bir illüzyon evreni değil, biz Matrix Evreni’nde yaşamıyoruz ve bir kere dünyaya geleceğiz. Hangi din açısından bakarsanız bakın, Spiritüalizm bile, şu anda yaşadığınız kimliğin sadece bir seferliğe mahsus olacağını kabul ediyor. Siz öldüğünüzde “gerçek ruhunuzun iradesine” kavuşacak ve bu kişiliği unutacaksınız.
Bilimsel olarak da, yaptığınız, düşündüğünüz her şey size dönüyorsa eğer, dolayısıyla beden öldükten sonra da bunu tecrübe edeceksiniz. Şu anki kısıtlı irade ve enerjiniz, genel enerji ve iradeye katılacaktır, bunu da Tanrı ile olmak olarak adlandırabilirsiniz. (Sonsuz yaşam ve Tanrı ile birleşmek konusu)
Tanrı dediğiniz varlıktan meydana geldiniz ve ona döneceksiniz (Kuran’ın hepiniz ondan geldiniz ona döndürüleceksiniz tanımı çok doğru bir tanımdır.) Ancak unutmamak gerekir ki, Tanrı; sizin algıladığınız kadardır. Tanrı, sadece bir isimdir. Yapmanız gereken şey, gelenekselleştirilmiş ve kültür ile kirletilmiş, karakter giydirilmiş bir Tanrı modelini rafa kaldırmak, hayatınızdan çıkarmak ve onu olduğundan daha küçük sıfatlara sığdırmayı bırakmaktır. İyi insan zaten iyi, kötü insan zaten kötüdür. Her şey maddesel ve enerjisel olarak tek ise, her şey her yerde, tanrı dediğin de her yerde ve senin içinde demektir. Ancak bu senin her yerde ver her şeyde olduğunu değil, yaratıcının böyle olduğunu gösterir. Bu da “Tanrı’nın her şeyi bilebilmesi” konusunun açıklamasıdır.
Bu bahsettiğim Tanrı profili dahil, hiçbir dinin / düşüncenin sunduğu Tanrı ve algıladığınız bütün tanrı modelleri gerçek Tanrı’yı temsil edemez. Çünkü böyle bir varlığı idrak edebilmemiz mümkün değildir. Dolayısı ile idrak edemediğimiz bir şeyi tarif edişimiz de tamamen doğru olmayacaktır. Tanrı bizleri yarattı, biz ise onu ararken kendi tanrılarımızı yarattık.
Tanrı’ya ister enerji diyin, İsterseniz herhangi bir dinin tanrı modelini örnek alın, sizi yaratan, seven, yanında isteyen tanrı, zaten hep sizinle olacaktır. Bu ‘Kutsal Ruh’ ve ‘Mutlak İrade’yi almak için, illa kurban sunmak, bir varlığa tapınmak, toplum ile birlikte her pazar günü Kilise’ye gitmek veya günün 5 vakti namaz kılmak gerekli değildir. (Tabiki ibadet ve meditasyon, kişisel gelişim ve psikoloji için çok faydalıdır, ancak bu ödül-ceza sistemi için değil, ruhbanlık veya zorunluluktan değil, içten geldiği için yapılmalıdır. Bunu bir ticaret gibi değil, gereklilik gibi düşünmeliyiz. Diğer ritüeller ise tercihe kalmıştır.)
Doğduğunuz günden itibaren size ezberlettirilen hikayeleri, korkularınızdan arınıp ‘özgür’ ve ‘mantıklı’ bir görüş ile, çevreyi anlamanız, araştırmanız, öğrenmeniz, ve ‘’düşünmeniz’’ gerekiyor. Hayatınızda, dinlerin veya bazı kişilerin size sunduğu mucize veya duaya karşılık alma veya anlam veremediğiniz şeyler hissetme durumu ise, tamamen sizinle alakalıdır. Neticede her şey dolanık, o zaman yaşamlar da dolanık.
Eğer başka bir zihin ile bağlantı kurulursa, buna Telepati diyoruz.
Eğer başka bir nesne ile bağlantı kurulursa, buna telekinezi diyoruz.
Zamanı aşan bir bağlantı varsa, kehanet diyoruz.
Niyetlerimizi, bedene yansıttığımız zaman buna Psikokinezi ya da Uzaktan Şifa diyoruz.
Bu tip sayabileceğiniz neredeyse 12 psiko iletişim türü var. Ama bu, sadece buzdağının görünen ucu. Daha yeni keşfediyoruz. Çünkü Plank ölçeği her yerde, nereye giderseniz orada. Hem de sonsuz ihtimallerle.
İlgili yazı için bkz: Plank Ölçeği, Evrendeki Sabit
Şunu söyleyebilirim ki, Kuantum fiziği bilim için ne demekse, din için de o demek. Hepimiz, geleceği ve dışarıda olanı yaratıyoruz. Binlerce insan bir hikayeye inanıp Mesih bekler durursa, Mesih’lik deneyenler çıkacaktır ve eninde sonunda bir Mesih çıkacaktır.
Gelelim Mevlana’ya:
‘’Sebepler öğrenmek isteyerek delirmenin eşiğinde yaşadım. Çaldım hakkın kapısını, kapı açıldı ve gördüm ki, içerden çalmaktaymışım’’.
Mevlana’nın Mesnevi’sini alırsanız nasıl İslam’la alakası olmayan yeni bir din ortaya attığını görebilirsiniz. Yani bu arkadaş öyle çok büyük bir İslam alimi değil, Spiritüalist inanca kaymış, akıllı bir zat sadece. Avrupa’da bu Sufizm olarak da biliniyor. Dikkat ederseniz Spiritüalist öğretileri savunan kişiler Hallac-ı Mansur ve Mevlana gibilerinin sözlerini çok kullanırlar.
Günümüzde bunları pazarlayanlardan en önemlisi de Deepak Chopra’dır.
Bkz: “Sen, Sinemada film izleyen ama film izlemekte olduğunu unutan bir insan gibisin. Sen o filmin tanığısın. Senin kaderin sonsuz sayıda roller oynamak, ama sen o oynadığın rollerden hiçbiri değilsin. Sen o oynadığın rollerin sonsuz tanığısın, ve roller geliyor ve gidiyorlar. Ve kendi içindeki tanığı yakalarsan iyi edersin. Çünkü senin gerçeğe, özgürlüğe ve ölümsüzlüğe olan biletin o.”
Yazılarımda elbette Deepak’tan alıntılar yapıyorum, ama “doğru” olanlarından. Çünkü başta da dediğim gibi, Spiritüalizm “2 doğru yanına 1 yanlış eklenerek” oluşturulmuş bir din. Doğruya doğru, yanlışa yanlış demek lazımdır. Verilmesi gereken kaynakları yazının içinde linklerle vermiş bulunmaktayım. Dikkatli okuyan bir insan, bu yazıdan sonra kendisine araştıracak onlarca konu bulmuştur. Umarım bu yazı size bir şeyler katmıştır. Kalın sağlıcakla…
https://www.facebook.com/diamondtemaofficial/notifications/
Bu yazının devamı niteliğinde bir yazı daha mevcut profilimde. Okumak isterseniz, buyurunuz: Şahıs, Ruh ve Bilinç Kavramı Üzerine
NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.