Tanrı Fikrini Sorgulamak (Bir İnsan Nasıl Dinsiz Olur?)

Diamond Tema
24 min readMay 25, 2017

--

Merhaba bu blogdaki konuları ve daha fazlasını, yeni açtığım Youtube kanalında video olarak paylaşacağım. Dilerseniz kanalı inceleyebilir ve takip edebilirsiniz: https://www.youtube.com/c/diamondtema

Bu yazıyı; birebir karşılıklı konuşuyormuşuz gibi algılayınız. Yazı, tamamen kendi kendime sorup kendi kendime cevaplandırmaya çalışacağım bir tartışmadan ibarettir. Yani bir nevi “diyalog senaryosu”dur. Lütfen savunmacı bir tavırla değil, eleştirmen bir gözle takip ediniz. Bir şeyler eklemek isteyen olursa lütfen çekinmeden yoruma eklesin, katılmadığı bir fikir varsa bunu belirtsin, mutlu olurum.

Genelde, Ateistlerden Tanrı’nın yokluğunun kanıtı istenir; “Eğer Tanrı Yoksa, nereden biliyorsun? kanıtın nedir? olmadığını ıspatla!” denir; internette görebileceğiniz tartışma gruplarındaki muhabbetler hep böyledir.

Ateistlerin cevabı genelde şu yönde olur:
‘’Olmayan bir şeyi ispatlayamam, yokluğu sana nası kanıtlayayım? sen var diyorsan eğer, bana varlığını kanıtla!’’.

Eh bu tip bir yaklaşım yapmaya hakkınız var. (eğer böyle düşünüyorsanız.) Zaten ben “Tanrı” fikrine hiç ısınamamışımdır. Bence, “Tanrı” diyerek, bir olguya kişilik oturtmuş oluyoruz... Neyse, orası ayrı konu.

Muhabbete henüz başlamışken şunu söylemem lazım:
“Tanrının yokluğu da, varlığı da ıspatlanamaz.”
En azından benim kişisel fikrim bu yönde.

Yani ben inançlı da olsam, inançsız da olsam size somut bir kanıt gösteremem. Bir başkasının da gösterebileceğini sanmıyorum. Zaten kimsenin de amacı bir Tanrı’yı kanıtlamak veya açığa çıkartmak olmamalı. Fakat genelde Ateistlerin istediği şudur; “Aha Tanrı’nın parmağı, aha Tanrı’nın bilmem neyi! Bak nasıl da yaratıyor!” gibi, %100 somut ve tatmin edecek bir delil sunulmasını bekliyorlar. (En azından internet üzerinde, tartışma guplarındaki Ateistlere bakıldığında bu görülüyor.) Aynı şekilde; “Bakın çocuklar ölüyor bla bla bla Tanrı yoktur!” diyerek, kötülükleri ve şanssızlıkları da, yokluğun delili olarak sunmaya çalışıyorlar.

Açıkcası benim fikrim şöyle; “Tanrı’yı kendi yaptıklarımız veya çevrede gördüğümüz şeyler ile yargılamamalı ve sınırlandırmamalıyız.” Tabii ki bunu ciddiye almak ya da onaylamak zorunda değilsiniz. Dediğim gibi, bu yazı didaktik bir yol izlemeyeceği için amacım sadece düşüncelerimi yazmak, katılıp katılmamak size kalmış.

Ayrıca belirtmeliyim ki ben bu yazıda ne Tanrı savunucusuyum, ne de Tanrı fikrini yıkmaya çalışan birisiyim. İki taraftan da bakarak objektif yaklaşmaya çalışacak biriyim sadece. Ben, inançlı bir insanın kendi içinde vereceği mücadeleyi ve fikirlerinin nasıl değişebileceğini aktarmaya çalışacağım ve bunu yaparken bir inançsız bu durumda neler düşünebilir bunu ortaya koymaya uğraşacağım.

Zaten Tanrı arayışı, dinler vs, soyut şeyler üzerine kuruludur. Tamamen bir düşünceden ibaret ve bilinmeyeni açıklama çalışmasıdır. Tanrı’ya bizim boyutumuzdan görüşler ile yaklaşmak, bana mantıksız geliyor. Bu; kanaatime göre “Kırmızı rengin ağırlığı kaç kilogramdır?” veya “Üç kenarlı beşgen olur mu?” gibi, hatalı ve yanlış bir yaklaşımdır. Bulunduğumuz evrende kenarlı bir daire aramaya benzer. Halbuki bir dairenin kenarları olamaz, o; dairedir.

Zaten bu tip önermeleri düşünen tek bireyler biz değiliz. Binlerce yıldır insanlar bu tip soruların ardından yürüdüler. Bütün bir sayfayı dolduracak kadar önemli isim ve ideoloji doldurabiliriz buraya. Birçok görüş ekleyebilir, kafanızı iyice karıştırabiliriz. Fakat bu muhabbeti daha basit seviyede tutmak niyetindeyim. Akademik seviyede çalışmalar sunduğum başka yazılarım zaten olduğu için, biraz da okuyan herkesin sıkılmadan, anlamakta zorluk çekmeden bitirebileceği bir yazı sunmaya çalışıyorum.

Düşünün, elimizde bir hipotez var ve hiçbir şekilde ne bunu kanıtlayabiliyor, ne de bunu yanlışlayabiliyoruz. Bu ne demek oluyor? “Araştırılamayacak bir fikir” demek oluyor. O yüzden örneğin ben size desem ki:

“Bir At var; 20 tane boynuzu var, 20 tane bacağı, 20 tane de suratı var; uzayda tavla oynuyor ve o bizi yarattı.”

Görüldüğü üzere, bu fikir de araştırılamaz. Ancak öncelik açısından önemsiz görüneceği için arka planda kalır ve umursanmaz. Aynı şu an geçmişin mitolojisi haline gelmiş Tanrılar gibi. Öyleyse bunları “önemli” kılacak bir şeyler yapmak lazım.

Eğer teorimi güçlendirmek istersem; bununla alakalı size birkaç hikaye uydurabilirim ve daha da fikrimi zenginleştirerek ortaya böyle bir iddia atarım, bu durumda bunun gerçek olmadığını siz de bana kanıtlayamazsınız. Eğer gerçekse bile; bütün evreni köşe bucak dolaşsanız bile, onu bulmanız mümkün olmayabilir. Eğer ki arasanız, her yere ulaşma şansınız olsa ve gelip bana “Aradık, çıkmadı” deseniz bile, bu sefer ben de onun “görünmez, saptanamaz, hissedilemez” olması gibi bir bahane uydurabilirim. Böylece topu size atmış olurum ve olay tamamen mantığınıza ve hissiyatınıza kalmış olur.

Genelde dindarların veya din kitaplarının yaptığı budur. Sizi bir seçim yapmak zorunda bırakmak. Bazen tehdit etmek, bazen teşvik etmek. Ancak ortada hep bir yaratıcı hipotezi vardır ve bu kişinin tercihine kalmıştır. Bir kişi nasıl ki buna inanmayı seçiyorsa, inanmamayı da pekala seçebilir.

Ancak ortaya atılan her iddia, her hikaye, her inanç, “%100 gerçek” olmadığı gibi “%100 yalan” da olamaz. Çünkü ispatı yapılamaz. Siz kafadan bir şey uydursanız bile, bunun size bir ilham yoluyla gönderilmediğini kanıtlayamazsınız. Aklınıza gelen her düşünce, belki her icat size başka bir boyuttan gönderiliyordur. Öyleyse bu da bir “tanrısal düşünce” olabilir. Böyle fikirleri çoğaltabiliriz.

O zaman, eğer ben bu hipotezimi destekleyecek ve sizin ölümden sonrası için şüpheye düşmenizi sağlayacak kadar gelişmiş modeller(dinler) üretirsem; bu sefer de siz: “Peki ama Tanrı’yı nasıl tanıyabiliriz, veya neden bir Tanrı olsun, veya Tanrı gerekli mi, her şey tesadüf mü yoksa akılcı bir yaratılış mı?” tarzı düşüncelere dalmak zorunda kalırsınız. Eğer yeterince sorgulayan veya düşünebilen bir beyine sahipseniz: Ufkunuzu genişletir, doğayı ve çevremizi, evrenimizi anlamaya çalışırsınız ve kafanızı yormaya başlarsınız.

Ancak ne kadar araştırsanız da, ne kadar öğrenseniz de: Tanrı dediğimiz model, bizim bu birkaç boyutlu evrenimizden ve zekâmızdan daha üstün, daha bağımsız ve sınırsız olacağı için, hiçbir şekilde onu kavrayamaz, varlığını idrâk edemezsiniz ve bu, böylece bir muamma olarak kalmaya devam eder.

Ortaya olasılıklar çıkar, bir çok Tanrı modeli, bir çok Dinî inanışı araştırırsınız, aralarındaki farkları bulmaya çalışırsınız ve en sonunda büyük ihtimal ile; “Tanrı belki vardır ama olsa olsa dinler yalandır” der; Deizm gibi bir düşünce biçimine bağlanırsınız. Ancak şöyle bir durum da var, gerçekten araştırıp, öğrenip dinine sıkı sıkı bağlanan, veya Ateizm’den İslam vb dinlere geçenler de var. Burada olay tamamen hangisinin size hitap ettiğine bağlıdır. Bir Hristiyanın İslam’a geçmesi, İslam’ın gerçek din olmasına delil olmadığı gibi, bir Müslümanın da dinini terk edip Hristiyanlığa geçmesi, Hristiyanlığı gerçek din yapmaz.

Her neyse; sanırım bunlar zaten hepinizin bildiği şeyler. Önsözü geçersek eğer, çok lafı dolandırmadan level level ilerlemek istiyorum. Olayı, mantıklı bir biçimde soru-cevap şekline çevirelim:

Muhtemel Sorular ve Cevaplar

Şimdi; her şeyi bir kenara bırakınca elimizde 2 tane seçenek kalacak. Ne kadar zorlarsak zorlayalım; her zaman bu böyle olacak. Bu seçenekler:

A: Tanrı vardır,

B: Yoktur.

Şeklinde olabilir. Ardından gelecek olan düşünce büyük ihtimalle şudur:

B için: “Tanrı yoksa zaten hesap verecek biri de yoktur; sınav da yoktur, öyleyse beynimizi dünyevi hayata adapte etmek ve sadece öğrenmek, gelişmek yeterlidir. Kişisel ahlak beni tatmin eder. Kiliseye, ona buna uymak zorunda değilim. Bir Kitaba kendimi bağlamak zorunda değilim; iyi olan zaten iyidir, kötü olan zaten kötüdür. Hem elimdeki deliller pek Tanrı varmış gibi durmuyor, o zaman özgürce yaşayabilirim.” diyebilirsiniz.

Bu konu üzerinde çok düşünmeye, açıp durmaya gerek yok. Netice budur, ki bana göre çok iyi bir yaklaşımdır.

Ama konu “A” olduğu zaman; (Yani Tanrının varlığı) mâlesef şıklar genişlemeye başlıyor…

A-1: Tanrı var ise bizi yaratmasının bir sebebi vardır.

A-2: Veya bir sebebi yoktur, öylesine yaratıp boşvermiştir.

Şimdi; bunları düşünmeye ve cevap aramaya başlıyoruz…

A-1'in muhtemel cevabı:

“Tanrının bizden beklentisi var ise bu ne olabilir, peki hangi tanrı? kendini Tanrı olarak tanıtan kimler var?” gibi sorular sorulur ve neticesinde Din ve mitoloji araştırmaları yapılır, bir çok kültüre, pagan inançlara vs. Muhtemelen günümüzde popülerlik ve bilgi açısından en dolgun olan ve akla mantığa diğerlerine göre daha yatkın olan Monoteizm ya da Panteizm ön plana koyulur. (Bu bir zihinsel tercih meselesidir. Aranızda Politezim’e inananlar da olabilir.)

Monoteist inançlar konusunda araştırmaya gidilir, (Hoş bu kadar uğraşıp da ciddi ciddi araştırıp sorgulayan varsa alnından öpmek lazım) en sonunda olsa olsa semavi dinlerden birinin daha olası olacağı kararına varılır ve olay bir Irk olan Yahudiliği geçip de, ondan türemiş olan Hristiyanlık veya Müslümanlığa gelir. Bu dinler üzerine araştırmalar yapılır ve ikisinin de anlattığı “Yaratılış amacı, dünyadaki yaşam, ölümden sonrası” gibi şeyler kıyaslamaya konur. Veyahut Kuantum Teolojisi’ne kayar ve Spiritüalist oluverirsiniz. Fakat biz hepinizin az çok bildiği Semavi dinlere bakalım.

Hristiyanlık ve Müslümanlık arasında yarışlar başlıyor burada.

Çünkü Hristiyanlık; Müslümanlığı, vahiy edildiği gibi orjinal dini değiştirecek olan, yasalar ile oynayarak insanları savaşa sürükleyen, yoldan saptıran bir akım olarak görür. (Vahiy bölümü; “Sahte Peygamber gelecek, insanları saptıracak” diyen ayetler vs.)

Müslümanlık ise; Hristiyanlığın değiştirilmiş, bozulmuş bir din olduğunu iddia etmektedir. İslam, Hristiyanlığın kaldırmış olduğu Kurban ritüelini geri getirmiştir, kadın haklarında değişimlere gidilmiştir, bazı ayetlerin hükmü kalkmıştır ve “biri sana kötülük yapsa bile, sabırlı ol ve karşılık verme, sol yanağına vurana sağ yanağını çevir” öğretisi, “kısasa kısas”a çevrilmiştir. Bu değişimler daha da sıralanabilir.

Neticede, iki din de birbirini yalanlamaktadır. Peki aralarından hangisi daha mantıklıdır? profil karşılaştırmasına gidilir, incelenir, bir çok çelişki ile karşılaşılır. Bunun sonucunda kişisel ahlâkınıza, mantığınıza en çok uyanı seçer ve kendinizi onunla sınırlandırırsınız. Eğer iyi kalpli bir insansanız, inandığınız din sizin için güzel bir yaşam biçimi haline gelir ve hiç değilse ortalamanın üstünde bir inançlı olursunuz. Ancak yolunuz burada tıkanmış olur. Sorgulama işi burada biter. Çünkü siz, çok uzun bir yolu, sizi bir yere bağlamış olan birkaç metrelik bir zincirle ilerlemeye çalışırsınız. Ancak, bu mümkün değildir çünkü o zincir, bir aşamadan sonra sizin sorgulamanızı ve yürümenizi yasaklayacaktır. Veyahut bu dinlerin de başka dinlerden türediğine, belki dinleri uzaylıların gönderdiğine ya da Mu, Atlantis gibi kayıp kıtalara dair komplo teorilerine bağlanır ve kendinizce bir inanç geliştirirsiniz. Fakat bunlar fazla kişisel kaçacağı için burada bunu ele almıyorum.

A-2 İçin:(Yani Tanrı’nın insanları öylesine yaratması, umursamaması)

“Tanrı’nın bizden bir beklentisi yoksa eğer, o Tanrı’yı aramak veya tapmanın da bir anlamı yoktur.” fikri oluşmuştur. Burada insanlar Deizm yoluna kayıyorlar. “Dinler yalansa, Tanrı’yı veya bizim varoluşumuza sebebiyet veren şeyi sadece öğrenmeye çalışmak yeterlidir.” diyerek, kendilerini araştırmalara ve bilgi edinmeye adıyorlar. (Yani ben öyle olduğunu umuyorum)

Ya da, Deizm’e kaymadan, kendimizce bir dini görüş, kendimizce bir inanç oluşturarak, olayları ve sonuçları bir şeylere bağlayıp, herhangi bir dini yaşam şekline sahip olmadan, “Beni birisi yarattı işte!” diye yaşamaya devam ediyoruz; ki, (bence) bu mantıklı değildir. En iyi ihtimalle “benden beklentisi olmayan bir tanrıya karşı bir sorumluluğum olmadığına göre, öldükten sonra yeni bir hayat yaşamayacaksam, hiçliğe gideceksem o zaman bu Tanrı’nın ne anlamı var?” diyip Sartre gibi varoluşçuluğa ya da “en azından dünyada eşitlik” diyerek belki Marks’a, belki Nihilizme kayarsınız. Tabii bence bütün bu ideolojiler de diğerleri gibi bir yerde tıkanmış, bir yerde kusurlu hale gelmişlerdir. Fakat burada ahkam kesmek benim haddim olmadığı için karışmayacağım.

Eğer tanrı bizi yarattıysa, ve bizi durduk yere öylece bıraktıysa; hiç umurunda bile değilsek; (Deist olanların birçoğu bunu savunuyor) Böyle bir durumda ona inansanız ne olur, inanmasanız ne olur? Bu; sadece kendinizi kandırmaktır. Böylece “Bizi yaratmış ama umursamayan” bir Tanrı inancını geride bırakıyoruz. (Genelleme yapmıyorum, herkesin fikirleri ve inanç şekli farklıdır. Ama böyle düşünenler için söylemeliyim ki; bence bu fikrinizi bir sorgulamalısınız)

Böylece; bir önceki düşünceye geri dönüş yapıyoruz. Elimizden geldiğince açıklığa kavuşturmaya çalışalım: Elimizde olan ve en yaygın olan, özellikle kalın kitaplara sahip olan bu 2 dini araştırıp (Ben Hristiyanlık ve Müslümanlığı kast ediyorum. Yoksa başka dinler de elbet var. İsterseniz Budist olursunuz, isterseniz Tasavvufi görüşlere kayarsınız. Size kalmış.) aralarında kıyaslama yaparız, illaki mantığa ters gelecek olan şeyler ile karşılaşır ve bunları tartışırız. Bence bu gayet doğaldır. Bu dinler, zamanlarının kültürüne ve geldiği millete göre şekillenmiştir. Zamanla değişimlere uğramışlardır. Bizim şu anki kültürümüze ve ahlakımıza uymayan bir çok şeyleri barındırırlar. Ancak burada bir çizgiyi kaçırmamalıyız: Sakın ha, “objektif bir araştırmacı”dan, “taraflı bir saldırgan”a dönüşmemeliyiz.

Çünkü eğer bizim amacımız sürekli tanrıyı yargılamak, suçlamak ve ‘’tanrı olsaydı böyle olması lazımdı, tanrı neden şöyle yapmadı, tanrı neden böyle yaptı, tanrı neden böyle desin!’’ gibi şeylerle, tutumumuz resmen Şeytan taşlar gibi Tanrı’yı taşa tutmak olursa; o zaman zaten baştan bir “inanmamak” için kendimizi şartlandırmış oluruz. Derdimiz üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi? Ben şahsen birçok arkadaşımın bu şekilde Ateist olduğuna şahit oldum. Çünkü; aslında Tanrı’yı öğrenmek değil, dövmek istiyorlar.

Eğer taraflı bakış açısından vazgeçer ve arkaya çekilir; iki görüşe de aynı çerçeveden bakmaya çalışırsak; o zaman işler biraz daha akılcı olacaktır. Çünkü bir fikri tamamen ön planda tutmak, kesinliğinden emin olmak, diğer zıt fikirleri tamamen yok saymak ve daha baştan kendimizi sınırlandırmak olur. Bu, kesin bir inançlı ve kesin bir inançsız için de geçerlidir. Algıda seçici olmak ile, şıklar arasında seçici olmak farklı şeylerdir. (Burada ille de Agnostik olun demiyorum, yanlış anlamayın.)

Ayrıca, bunun başka sebepleri de var: Örneğin, o dini tamamen öğrenmeden, yaşanan şekliyle yargılamak. Bunu da çok görüyorum. Gerçekten, Hristiyansanız, her Pazar kiliseye gider 2 ayet dinlersiniz ama asla açıp tamamen kutsal kitabınızı baştan sona okumazsınız. Veya müslümansınızdır, belki birkaç arapça dua ezberlemişsinizdir ama dinden haberiniz yoktur. Din politikası yapanlara ya da birkaç yobaza bakıp dinden çıkarsınız. Ancak dinden çıkma sebebiniz hep diğer insanlar olur. Asla kutsal kitabınızı açıp okumamışsınızdır, internette dolaşan 2 tane popüler ayeti paylaşıp, sanki bütün kitabı okumuş gibi bir tavırla kendinizi kandırmışsınızdır. Nedense günümüzde bu tip insanlar çok yaygın. Bir konu hakkında iki satır yazı okuyunca hemen onu ideoloji belliyorlar. Böyle olmamak lazım. Hoş, başkalarının hareketleri yüzünden bir dine inanan ya da terkeden insanların da ne kadar zeki oldukları tartışılır.

Gelen bütün dinlerin, gelen bütün temsilcilerin tek bir niyeti vardı: “Gerçekliğe biraz daha yakın bir şey anlatmak, eski inançları biraz daha düzeltmek, mevcut toplumu ve ahlak yapısını daha uygun hale getirmek vb.” Biraz dinler tarihi okuduysanız; gelen Semavi dinlerin, dönemine göre toplumu çok ileri taşıdığı bir gerçektir. Özellikle 11.yy’a kadar süren İslam Aydınlanması buna büyük örnektir. Ancak, insanların, daha doğrusu ortalama veya geri zekada insanların yaptığı yaygın bir şey var: Birisi size güneşi göstermeye çalıştığında, güneşe bakmak yerine, onu gösteren parmağa tapmak. Bu yüzden bu dinlerin temsilcileri tanrılaştırılıp iyice dinin amacından saptırılarak bambaşka yerlere çekilmiştir. Bu da insanları dinden ve tanrı fikrinden git gide uzaklaştırır. Çünkü insanın kafasına Tanrı’yı, insâni sıfatlarda ve boyutlarda sığdırmaya çalışmış olursunuz. Bu da başarılı olunabilecek bir yöntem değildir.

Siz eğer tanrıyı kızan, sinirlenen, öç alan, kıskanan bir varlık gibi gösterirseniz, veyahut Tanrıdan geldiği iddia edilen kitaplarda bazı şahısların özel yaşamına, cinsel hayatına kadar gereksiz bilgiler bulursanız elbette bu sizin kafanızı karıştıracak ve insanları şüpheye düşürecektir. Neyse, bunları geçelim.

Eğer tanrı var ise ve bize ulaşmak istemişse; yalan söyleyecek değildir. Söyledikleri, haber verdikleri şeyler evren ile uyumlu olmalıdır. Kısacası “çelişkili bulduğumuz veya hata olarak gördüğümüz neler var, doğuştan bize yaftalanan veya bir süre sonra kendimiz seçip de, gene de terk ettiğimiz dinleri neden bıraktık, olay sadece toplumdan kopmak istemek miydi yoksa bu egomuza daha mı çekici göründü?” gibi; kendimizi, ne aradığımızı, amacımızı sorgularsak; ondan sonra dini sorgulamak daha kolay olur.

Bizim amacımız Tanrı var ise bulmak mı, Tanrı’yı tanımak mı yoksa sadece Tanrı’yı öldürmeye çalışmak mı? Bunu yaparken de gerçekten bahsi geçen Tanrı modelini ne kadar iyi biliyoruz? Terk ettiğimiz dinimiz hakkında gerçekten de geniş fikir sahibi miyiz, yoksa babasına kızıp evi terk eden ergen çocuklar gibi mi davranıyoruz? Burası çok önemli. Ayrıca yıllardır bize dayatılan bir ideolojiyi terk ettikten sonra kendimizi boşlukta mı hissediyoruz? Çünkü eğer boşlukta hissediyorsanız bu sizi çok çabuk başka bir inanca kaymaya iter. Kendince bir mantık örgüsü kurarak “yaşam amacı” oluşturan insanlar var elbette ama herkes de Nietzsche gibi “bengidönüş” sistemi uydurabilecek diye bir durum yok. Uydursa bile bunun da geçerliliği tartışılır.

Bu soruları cevapladıktan sonra tekrardan Tanrı hakkında düşünmeye başlıyoruz… Çünkü O, bizim gibi bir varlık olmadığı için çıtayı yükseltiyoruz. Tanrı, varsa bile maddesel olamayacaktır. Madde, bizim boyutumuza has bir varlıktır ve zaten varlık olgusu, bizim algılayabildiğimiz kadardır. Tanrı, kendi yarattığı şeyle eş olmamalıdır. Bulunduğumuz evrenin gerçekliği bile tartışmaya açıktır. Bu yanılgıya düşmemeliyiz. Kısacası bizim Tek olarak gördüğümüz, gücü her şeye yeten tanrımızın sıfatları nedir, özellikleri nedir, nasıl biridir bu arkadaş?

Biz zaman ve mekana bağlıyız, “Şu an” dediğimiz zamana bağlıyız, geçmişe gidemez, geleceği bilemeyiz. (Şimdilik böyle en azından) Bilimsel olarak Atomları çarpıştırarak, deneyler yaparak birkaç nanosaniyelik zaman kopması veya transfer gerçekleştirebiliyoruz; hatta henüz açıklayamadığımız bir çok şey ile karşı karşıyayız. Dünyamız gün geçtikçe değişiyor, teknolojimiz gelişiyor, yapay zekalar, klonlar üretmeye başladık, özgür irade’yi sorgulamaya ve bilinç’in sır perdelerini aralamaya başladık. Zaman-mekan algımız değişmeye, evren ile alakalı fikirlerimiz sonsuzlaşmaya başladı… Ancak bu bizim “Kader” veya “yaşantı” dediğimiz şeyi karşılayamıyor. Parçacıklar için her şey çok gelişigüzel işliyor, bir çok şeyin sırrına erişebiliyoruz ama olay bize geldiği zaman klasik mekanik ile idare etmek zorundayız. (Yazının arasına Kuantum fiziği ve mekaniğiyle alakalı birçok şey sıkıştırasım geliyor ama, şeklini bozmak istemiyorum. Profilimi kurcalarsanız tonla bulacaksınız zaten.)

Aslında, Tanrı’yı da bu parçacıklar gibi; bizimle aynı yasalar içinde değil de, farklı bir gözle anlamaya çalışmamız gerekiyor. Kuantum fiziği bize gösterdi ki, evren ve bildiğimiz her şey, aslında hiç bilmediğimiz bir şekilde işliyor ve biz, algılarımız, duyu organlarımız ve beynimiz tarafından kandırılıyoruz. Gerçeklik anlayışımız, gerçekliği oluşturmuyor. Kendimize otomatik olarak oluşturduğumuz bir hayat ile, hologram bir evrende yaşıyor gibiyiz. Fakat dikkatinizi çekerim “gibi” diyorum. Kesinlikle Matrix teorisini savunmuyorum. Zaten bu konu Spiritüalizme gider ve Spiritüalizm ile alakalı 3 adet uzun yazı paylaştım. Dolayısıyla bu yazıya ruhçuluğu, karma felsefesini, sürekli enkarne olarak yeniden doğma misyonu güden dinleri eklemedim. Evren öyle Tekâmül ile ya da kulluk ile açıklanabilecek kadar anlamsız ise zaten boşa konuşuyoruz demektir.

Bunlar çok derin konular... Tek bir yazıya sığdırmak mümkün değil. Sığdırılabilirse de birçok yanlış anlaşılmaya sebebiyet verecek ve havada kalacaktır. Çölde çok susayınca etraftaki kumları su gibi görmek ve o kumu yerken bile onun su olduğuna inanmak gibi.

Sonsuzluğu da tam olarak kavramadığımız için; zaman kavramını da tam kavrayamıyoruz. Yani; geçmiş, gelecek ve şuan, aslında aynı paralel çizgide aynı anda işleniyor olabilir. Her şey, ileri doğru gelişen bir çizgi olarak değil de, bir çember şeklinde işliyor olabilir. Biz, adım adım ilerlerken, aslında portre aynı anda var, aynı anda yok olabilir. Her şey çoktan bitmiş, gelecek çoktan geçmiş; geçmiş ise hiç yaşanmamış olabilir. Bunlar size fantastik ve kurgu gibi görünse de bilim camiasında bu fikirler gittikçe daha fazla kişi tarafından kabul görmeye başladı. Çünkü çevremizi, ve çevremizi oluşturan “şey”leri daha iyi anlamaya başladık.

Mesela, Tanrı; kutsal metinlerde Kıyamet gününden (ve başka şeylerden) sanki çoktan yaşanmış gibi bahseder. Gelecek olan felaketlerden, sahte peygamberlerden vs. Peki Tanrı bunları bize niye söylüyor? (Tanrı’nın var, ve bize ulaşmak için bir şeyler gönderdiği fikrini varsayarsak) Peki, Tanrı bize söylediği için mi öyle yapıyoruz, yani olacak her şey belli mi? aslında özgür irademiz yok da sadece filmi oynatıp duruyor muyuz? Bu, hepinizin bildiği “özgür irade ve kader” konusunu tartışmaya açıyor.

Ancak bir diğer görüş ise şu olmalı: “Tanrı, zaten öyle yaptığımızı gördüğü için bize bunu söylüyor.” Bunu zamanda yolculuk gibi düşünebilirsiniz, ayrıca burada “Tanrı niye karışmıyor o zaman” diye düşünmemeliyiz. Tanrı’yı, filmi izleyen ve arada tüyolar veren birisi gibi düşünün. Veya bir bilgisayar programında, bazı zamanlarda hata yapıldığında veya güç yüklemesi olduğunda gelen bir uyarı olarak görebilirsiniz. Bu tamamen sizin onu nasıl kişiselleştirdiğinizle alakalı. Ancak siz gene insâni olarak düşünüp, “Her şeyi bilmiş oldu zaten, bizi yaratmadan önce de her şeyi bilmiyor muydu?” diyeceksiniz. Ancak bu bakış açısını da malesef değiştirmeniz gerekiyor.

Bu, bir yazılımcının belirli kodlarla bir yazılım yaratması ve bu yazılımın da belli sınırlarının olması, olabilecek şeylerin ihtimallerin yüzdeleriyle alakalı bir durum. Kodlamalarla uğraşan ya da 0–1 ilişkisini bilen insanlar bunu daha iyi anlayacaktır. Mesela, Kuantum, Multiverse, Sicim Teorisi gibi şeylerin içine daldığımız zaman; ne kadar karmaşık ve aslında ne kadar fantastik bir ortamda olduğumuzu görüyoruz. Buna rağmen bu kadar karmaşık ve kafa isteyen şeyler bile aslında çok basit bir algoritmaya bağlılar. Şu aşağıdakilere bir bakalım:

Ve dahası… Kısacası, biz, çevresini tam olarak anlayamayan, günden güne daha fazla öğrenmeye çalışan ve bunu yaparken içgüdüleri sebebiyle rahat bir yaşam sürme çabasında olan, şu birkaç senelik ömrü içerisinde birçok şeyle uğraşmaktan sorgulamayı unutan hayvanlara dönüştük. Gerçekliği algılayışımız bile göreceliyken, zaten gerçekler hakkında çok bir şey de bilmiyorken, az çok bilebildiğimiz şeyleri de saptırıp, parçalayıp durmuşuz. Basit inançlar ile, basit mantık ile basit yaşamlar sürdürmeye çalışmış, arada sivrilip bunun “basit” olduğunu söyleyenleriyse öldürmeye, dışlamaya çalışmışız.

Size yukarıda birçok ilke verdim, birçok görüşten ve bilimsel olaydan bahsettim. Ama dürüst olmak gerekirse bunlar gene de bir çözüm sunmuyor bize. ‘’Tanrı yok,” ya da ‘’Tanrı var” cevabına ulaşmış olmuyoruz. Sadece dışarıdaki tanrıdan, içimizdeki tanrıya geçiş yapmış oluyoruz. Tanrı olarak düşündüğümüz şeyi, kutsal kitaplar ve bilim ile, akıl ve mantık yolu ile daha fazla ayrıntılandırmış oluyoruz. Böylece fanatik ve kesinlikle dindar bir çizgiden yavaşça kaymış oluyoruz. (kaymalıyız da)

Tanrı her şeyi puf diye yaratıp da, birbiriyle alakasız bir düzene oturtmadı ya; bir sistemi, bir kodu, bir yöntemi vardı elbet. (Artık adına ister Tanrı, ister Kozmos, ister enerji diyin, farketmez. Şuan yazı, bir yaratıcının varolduğu varsayımına dayanarak ilerlemektedir, yukarıda belirttiğim gibi.) Eğer varoluşumuzun arkasında bir bilinç, bir zihin arayacaksak; önce bunları çözmemiz veya edinebildiğimiz kadar bilgi edinmemiz gerekiyor. Çünkü her şey sürekli evrimleşmeye devam ediyor. Eğer evrim olmasaydı, hiçbir şey meydana gelemezdi. Her şey, ilk başında olduğu şeklinde kalırdı. Bu evrim, en ufak maddeden, gelişmiş insana kadar varoluşuna ve süregelişine devam ediyor. Evrim sadece insanın insana dönüşmesinden ibaret değildir. Gezegenlerin yörüngesi de bir evrimdir. Biz de beynimizi ve fikirlerimizi evrimleştirmeli, değiştirmeye açık olmalı ve sürekli başka fikirlere açık olabilmeliyiz. Ayrıca, şunları da hesaba katmalıyız:

Biz her şeye kendimizden yola çıkarak başlarız. Kendimizi özel düşünür, aldığımız her nefeste bir anlam ararız. Doğduktan sonra her şey bizim için “var” hale gelir, daha öncesini hatırlayamayız. Bununla ilgili şiirler yazarız, filozoflarımız, düşünürlerimiz olur. “Ben varsam var hayat, ben yok, o da yok” olur. Bizim bu birkaç yıllık hayatımız o kadar değerlidir ki; ölmek fikri bize çok korkunç gelir. Her ne kadar bunu kabullenmiş olsak da, biyolojik olarak hayatta olduğumuz her an, buna zıt yaşarız. Ayrıca, ölümü kabullensek bile, yok oluşu kabullenemeyiz. “Benden önce ne vardı, benden sonra ne olacak? ben kimim, ben ne olacağım?” fikirleri bizi çıldırmanın eşiğine kadar getirebilir. Bazı insanlarsa bu düşünceden kaçmak için, direkt bu fikirleri “yok” sayabilir.

Tabi bu kişiden kişiye değişebilir, belki kişi; yokluğu hazmedip sadece buraya odaklanabilir de. Ben ihtimaller üzerinden ilerliyorum. Kaçırdığım bir şey varsa uyarınız lütfen.

Bu düşünce ve “kişilik” sendromu sayesinde kendimize görevler atfederiz, kendimizi daha önemli yerlere getirmek isteriz, yaşamak isteriz, rahatlık isteriz, ölüm korkusu yüzünden işimizi garantiye almak ve hatırlanmak, hatta tapılmak isteriz. Bunun neticesinde arkamızda bırakacağımız şeyler yaratma çabasına girişiriz. Bir bakıma çocuk yapmak bile bunun bir tezahürüdür. Onu eğitir, büyütür ve bir bakıma kendimizin kopyasıymış gibi olmasını isteriz. Bizim beğendiğimiz ve sevdiğimiz şeyleri yaparsa mutlu oluruz, çünkü bize benzediğini görürüz. Kendi bildiklerimizi öğretir, bizim kabul etmediklerimizi kabul etmesini istemeyiz. Bu şekilde kültürler, gelenekler meydana gelir.

Dolayısıyla (varsayalım) Tanrı’dan bize ulaştığı düşünülen mesajları da ileten biz olduğumuz için, mesaj bizden bize dolaşıp durur. “Ben” dediğimiz şey o kadar karmaşıktır ki, herkes, en az sizin kadar gerçektir ve yaşıyordur. Onların da bir kişiliği ve hayatı vardır. Herkesin ayrı bir iradesi ve gerçekliği vardır. Hatta bu gerçeklik ve görüş, kişiden kişiye ciddi anlamda değişebilir. Kimisi cin, şeytan görür, kimisi şizofrendir ve tarif edilemeyecek bir deneyim yaşar, kimisi rüyasını kontrol eder, kimisi rüyasında yarın ne olacağını gerçekten görür, kimisi kehanetler anlatır, dedikleri gerçekleşir vs. Hepimizin başına bu tip şeyler mutlakâ gelmiştir. Mesela, bir insan aklımıza gelir ve 2 saniye sonra o kişinin bizi aradığını görürüz veya yolda onunla karşılaşırız. Burada, açıklayamadığımız bir telepati ve hissiyat vardır. Bir bağ vardır. Tabi bunların çoğu enerjinin etkileşimi ve Birleşik Alan Teorisi ile açıklanmıştır fakat, bilimden bihaber çevrelerde bunların ilâhi olaylar olmalarına şaşmamalıyız.

Bazen “mucize” diyebileceğimiz şeyler yaşanır hayatımızda. Dışarıdan bakıldığında ufak, ancak bize göre karışık ve anlaşılmaz olan bu fikirleri bile tam olarak açıklayamıyorken, İnsan aklı tarafından sorulmuş en büyük paradoksu açıklamak konusunda kesin, net ve taviz vermeyen bir tavırla durmak, pek anlaşılabilir değildir.

Başa Dönüş

Peki, var sayalım ki bir Tanrı gerçekten var; “neden şimdi peygamber göndermiyor veya mucize sergilemiyor, binlerce sene önce yapmış şimdi de yapsın!” diyebilirsiniz. Hakkınız da vardır, diyin. Ancak bunun için bir cevap da düşünelim. Madem her şeyi sorguluyoruz ve Tanrı adına konuşabiliyor, onu eleştirebiliyoruz, kendimizce düşünelim; acaba şimdi neden bir şeyler olmuyor? Kutsal kitaplar ne demiş? (Kutsal kitapları da bir nebze doğru sayarsak, defalarca değiştirilmiş, yakılmış olduklarını görmezden gelirsek)

Belki bu muhtemel bir cevap olabilir:

Tanrı, cahiliye devri bitene kadar, bir öğrenciyi mezun eder gibi sürekli ahlak dersi vermeye, öğretmeye, peygamberler göndermeye çalışmış ve insanların hızlı gelişmesini istemiş. (Her gelen din, dönemine göre büyük bir reform ve yenilik getirmiştir. Zaman ilerledikçe geride kalmış olması, onu şu an için ‘gerici’ kılar. Geldiği döneme göre ‘ilerici’dir.) Ancak insanlar belli bir seviyeye geldikten sonra “tamam artık iş sizdedir” diyip bırakmayı tercih etmiş olabilir mi? Artık sadece “şunu şunu yapmayın” demekle yetiniyor olabilir mi? Bence bu uygun bir senaryo oluyor ve kitaba da ters düşmüyor. Tabi ben kitaplara bakarak doğru bir profil çizebileceğimizi düşünmüyorum o ayrı konu. Zaten peygamberlerin de gerçekten peygamber olup olmadığı tartışma konusudur.

Bir insanın bile aklından neler geçtiğini ve o an bir şey söylerken ne düşündüğünü tam olarak bilemeyiz, anlayamayız. Kaldı ki tanrı ne düşünüyor oturup %100 anlayabilelim. İman etmek, kelime anlamıyla “güvenmek” demektir. Biz bir arkadaşımıza, bir insana güvenebiliyoruz, bize her an ihanet etme ihtimali olsa bile onu sevebiliyoruz. Peki, Tanrı bizimle arkadaş olmak ve birleşmek istediğini kutsal metinlerde belirttiği halde neden egomuza yenik düşüp sürekli onu küçümsemeye ve yenmeye çalışıyoruz ve güvenemiyoruz? Hiç okumadan nasıl red edebiliyoruz? Red etmeyin demiyorum. Bari okuyun, bilin, öyle red edin. Zaten A dininde Tanrı “bana tapın diye yarattım” der iken, B dininde “Arkadaş olalım diye yarattım”, C dininde “Evrimleşip bana dönüşün, benle birleşin diye yarattım” derken, D dininde….

Şimdi, var sayalım ki gerçekten bir Tanrı var, gerçekten de kutsal metinlerde belirtildiği gibi de bir varlıkmış bu arkadaş. Amacımız dinleri ve düşüncelerini eleştirmekse, kendimizi bir an Tanrı’nın yerine koymaya çalışırsak acaba ne olur? Neticede herkes diyor “Ben tanrı olsam şöyle yapardım!” diye.

Yukarıda bahsettiğim “Tanrı ile arkadaş olmak” konusunu, “Tanrı neden arkadaşa ihtiyaç duysun” diye cevaplandırmaya çalışıyorsanız eğer; yani “bizim Tanrı’ya ihtiyacımız yok, onun bize niye olsun?” gibi bir fikre sahipseniz; şimdi biraz empati yapalım. (Hoş, Tanrı dediğimiz şeyi şimdi insan gibi duygulanan bir varlık haline getirmiş olduk, varsın öyle olsun)

Kendinizi öyle hayal edin. Bir şeyler yapıyorsunuz, deneyler yapıyorsunuz, bir şeyler yaratıyorsunuz ama yarattığınız şeylerin nasıl olacağına siz karar verdiğiniz için sürekli robot gibi ve tatmin edici olamıyorlar. Yalnızsınız, varlıksız bir ortamdasınız. Kendi seviyenize yakın, size benzeyen, sizin gibi olan, sizden bir parça ile yaratılan en üst seviye bir varlık yaratıyorsunuz, hatta belki kendinizi trilyonlarca ufak parçaya bölerek, kendi büyük iradenizi, küçük küçük ruhlara ayrıştırarak, kendi kendinize bir gerçeklik yaşatıyor bile olabilirsiniz. Birçok fikir üretilebilir. Tamamen hayal gücünüze bırakıyorum. Yine de ben “Tanrı” denilince, akla bir kişilik çağrıştırdığı için pek doğru bir tanım yaptığımızı düşünmüyorum. Neticede kişilikleri de kendimiz uyduruyoruz.

Ancak, ilk seçeneğe dönelim. Kutsal kitapların anlattığından yürüyelim. Böyle, size bir nebze denk bir varlık yarattınız ve bu varlığın kararlarına bir türlü hakim olamıyorsunuz. Çünkü o, kutsal kitaplarınızda söyleyeceğiniz gibi, sizden yaratılan, sizin gibi bir iradeye sahip olan ve baskı kurulursa, zekâsının bir önemi kalmayan, serbest bırakılması ve kendi kararlarını vermesi gereken bir varlık. Çünkü o sizi yok sayabilecek kadar aklını kullanabilen, sizden bağımsız ama aynı zamanda size bağlı olan, sizin ruhunuzdan üflenmiş bir varlık.

Hatta ve hatta bir süre sonra, bir takım olaylardan sonra sizi unutan, hatırlamayan, sizin yerinize başka tanrılar üretenleri bile olmaya başlıyor ve siz ‘’Hayır ben burdayım’’ demek için onlara mesajlar göndermek istiyorsunuz. Ortaya çıkıp dans etmeyeceksiniz tabii ki, çünkü bir şeyler planladınız. Onlara birkaç yıl sürecek kısa bir “bağımsız” hayat sundunuz, ve bu hayatları boyunca onları maddeye ve bedene, yaşam süresine sıkıştırdınız. Size olabildiğince yaklaşmalarını, sizi aramalarını, “ben nereden geldim?” diye sorup size ulaşmalarını istiyorsunuz. Tabii bu esnada, zamandan bağımsız olduğunuz için evrenin trilyonlarca kere başı ve sonu olabilecek senaryoları, bütün muhtemel sonları gördünüz. Bütün paralel evrenleri, bütün yokoluş biçimlerini vs.

Aynı zamanda onlar iyilik yaparken ellerini kollarını bağlamadığınız gibi, artık kötülük yaparken de engel olmuyorsunuz çünkü her şeyi onların eline bıraktınız. Onları 3 boyutlu bir ortama sıkıştırdıysanız, siz sonsuz boyutlu bir ortamdasınız. Bunlar hala size denk ruhlar olmadıkları gibi, sizin varlık ölçünüzü de anlayabilecek kadar gelişmediler. 1 milyon sene sonra gelişmiş olabilirler belki, ancak o geçen 1 milyon seneden de siz mesulsünüz.

Siz onları yarattığınız saniye yaptıkları bütün hataları gördünüz ve bu hataları yapmayıp daha düzgün yaşamaları için onlarla ilgilenmeye başladınız. Bu mantığa ters değildir. Çünkü tanrı her şeyi tamamiyle bildiği zaman, kendisinin yapacağı her şeyin sonucunu da, kendisinin ne düşüneceğini de, ne isteyeceğini de, bilirdi. Böyle bir ortamda ne yaratılışın, ne de kendisinin bir anlamı kalırdı. Çünkü bu, Tanrı’nın kendisini de içinden çıkılamaz yapardı. Daha doğrusu, bizim beynimiz bunu bize böyle göstermeyi tercih ediyor. Çünkü bunu henüz deneyimleyemedik.

Düşünsenize, bir saniye sonrasını, 2 dakika sonra aklınıza gelecek olan şeyi, 3 dakika sonra ne söyleyeceğinizi biliyosunuz. Sonu gelmeyen bir paradoks. O zaman sizin kendi üzerinizde bile kontrolünüz olamazdı, bırakın ki diğer şeyler üzerinde olsun. Eğer bir yeriniz yandıysa, rüya gördüğünüzde de yanma hissini yaşayabilirsiniz. Ama örneğin hiç seks yapmadıysanız, rüyanızda seks yaptığınızı görseniz bile beyniniz size “yalancı” bir his yaşatır. Gerçek seks hissinin ne olduğunu bilmediği için sizi başka hislerle kandırır. Bu da bunun gibidir. Biz henüz ölümü veya ötesini tecrübe edemedik, beynimiz de bunu yorumlayamadığı gibi bizi kaçırmaya çalışıyor. Rüyanızda yüksekten düştüğünüz veya öldüğünüzü gördüğünüzde hemen uyanmanız da bu yüzden. Error veriyoruz çünkü. Bilinmeyen bir yazılımla karşılaşıyoruz.

Biz kendi 3 boyutlu halimizle, 4 boyutlu (veya daha yüksek) kabul ettiğimiz tanrıya, 3 boyut kılıfı giydirmeye çalıştığımız için mantık hatasına düşüyoruz. Yani tanrıya karakter biçerken yanlış sorularla geliyoruz.

Var sayalım bir Tanrı var, ve zamandan ve mekandan bağımsız. Öyleyse, Tanrı bütün ihtimalleri vesaire görebilir, bilebilir. Değil mi? ama eğer yaratılışa bir “amaç” vereceksek, bu perdeyi kaldırmaktansa, şaşırmayı tercih etmiş de olabilir. ‘’Ben bir deney yapıcam ama bakalım sonucu ne olucak.’’ gibi. Adı üstünde, “deney”. Eğer sen sonucunu bilerek yapsaydın, bu bir deney olmazdı. (Tabii bu da bir ihtimaldir. Daha doğrusu, insanların anlayabileceği örnekler ve senaryolar çizmeye çalışıyorum. Çünkü ben de insanım. Kısacası saçmalıyorum şuanda, çünkü bilmiyorum. Tıpkı diğer kitapların da bilmediği gibi.)

Tanrı iyi şeyler yapacağınızı da kötü şeyler yapacağınızı da biliyor, bunun için size tüyolar veriyor, ipuçları veriyor. Yani geçmiş-gelecek kavramından bağımsız olduğu için sizi yarattığı saniye ölümünüze dek olacak olan her şeyi görebiliyor, ve yaptığınız şeyleri yapmayın diye sizi uyarıyor. Belki paralel evrendeki sizin yaptığı bir şeyi, size yaptırmamak istiyor bile diyebilirsiniz. Birçok paralel ruhunuz olduğu ve hepsi tek tek yargılanmayacağı için, cehennem vb örnekleri sadece kontrol altında tutma amaçlı taktikler olarak da görülebilir. Neticede “kusurlu” addettiğimiz insan bile, kendisine saldıran bir hayvanı olsa olsa ayağıyla iter. Tutup yıllarca işkence etmez. O zaman Tanrı bunu neden yapsın? “Hata insana mahsusdur” lafını herkes bilir. “Hata yaptı diye” kendi yarattığına sonsuza kadar işkence eden bir varlık ne kadar tutarlıdır? Siz, size tırmık atan bir kediyi iple bağlayıp binlerce yıl kesip biçerek ona işkence eder miydiniz? Böyle bir şey yapsaydınız bu sizi nasıl birisi yapardı?

Sizin, ölümünüze kadar yapacağınız her şeyi şimdiden bilmeniz gerekmiyor. Çünkü yaşayıp görmeniz ve seçmeniz lazım, sizin karar vermeniz lazım. Milyonlarca ihtimale ve yola sürüklenebilecek hayatınızı, hangi şıkları seçerek bir yapboz oluşturacağınızı görmeniz lazım. Ancak yapbozdaki resmin ve tablonun değişmesi sizin elinizde. Alternatif son sizde. Genelde dini konularda bilgisi olmayan, ama inançlı olduğunu söyleyen kişiler hep şöyle düşünür:

“Bence iyi bir insan olman yeterli. Hangi dine inanırsan inan. Tanrı iyi bir yaratıcıysa merhametliyse, zaten kalbinin temizliğine bakar.”

Bu fikir ile hikayemiz uyuşabilir. Ancak yanlıştır. Çünkü bu da kendini Tanrı’nın merhametiyle kandırmaktır. “Beni nasıl olsa affeder, ben nasılsa iyiyim!” diye düşünmek bile kendinizi kusursuz görmek demek olmuyor mu? Kusursuz insan olur mu? Artık bir de Tanrı adına mı karar verir olduk? Ancak bu hikayede verilen örnekleri, kendinizle bütünleştirmeniz ve sorgulamanız gerekiyor. Siz hangisisiniz?

“Tanrı bizi yarattı ve umurunda değiliz, naparsak yapalım.” diyen biri mi?

“Tanrı yok, hiçbir şekilde bunu ihtimal dahili saymıyorum. Eminim.” diyen mi?

“Tanrı’nın varlığı-yokluğu ıspatlanamaz. Olabilir de olmayabilir de.” diyen mi?

“Tanrı var, yüzde yüz eminim. Başka türlüsü imkansız.” diyenlerden mi?

Yoksa;

“Tanrı, bizim düşünüp algılayabileceğimiz bir varlık değildir. Bütün tanrılar insan uydurmasıdır, gerçek yaratıcı anlaşılamaz ve bilinemezdir. O her şeydir ve her şey onda meydana gelir. Bizler, hepimiz onun parçalarıyız ve onu oluşturuyoruz” diyen mi?

Ya da başka türlür bir inancınız mı var? Neticede neye inanırsak inanalım hepsi kişisel olacak. Ben katil ruhlu birisiysem, bana cinayet işlememi öğütleyecek bir dini tercih ederim. Ben küçük çocuklarla evlenmek istersem bunu bana mümkün kılan bir dinin gerçekliğine inanırım, ben çok saf ve sürekli insanlara yardım edecek birisiysem, bunu “kerizlik” olarak adlandırmayan bir dini tercih ederim. Ben, homoseksüel isem, homoseksüelleri yücelten bir dini tercih ederim. Bunun gibi, bütün insanlar kendi karakterine uygun dinleri tercih edecektir. Fakat hiçbir araştırma yapmadan da atadan, babadan görerek inananlar vardır. Bunlar zaten dinleri hakkında hiçbir şey bilmez, sadece inançlı geçinirler. Bu yüzden “imanlı” görünen insanların çoğu hırsızlık, tecavüz, cinayet gibi birçok işe bulaşabilir. Aynı şekilde inançsız birisi de son derece iyi niyetli birisi çıkabilir. Bunların ne dinle, ne de cennet-cehennem ile alakası yoktur.

Dolayısıyla bir insan, sorgulayan birisiyse, iyi biri olmak için ille de göksel kurallara bağlı olması gerekmeyecektir. Zaten o kadar çok göksel kitap ve din vardır ki, hangisine inansa bir taraf boşta kalacaktır. Birçok toplumda Ateizmin ya da Deizmin yaygınlaşmasının sebebi, o toplumlarda dinin çok suistimal edilmesi ve özellikle yetersizleşmesidir. Örneğin şuan birçok anayasa ve gelişmiş ahlak anlayışlarına sahip bir şekilde yaşıyoruz. Şu durumda 2000 sene öncesinin kuralları bize gerici ve “ahlakdışı” gelebiliyor. Dolayısıyla bizim şuanda “kötü” olarak nitelendirdiğimiz bazı uygulamaların aslında göksel bir kural olduğunu görmek, “bu ya yalandır, ya da bu Tanrı, tanrı olmaya layık değildir” şeklinde düşüncelere itebiliyor insanları.

Eğer siz inançlı biriyseniz, muhtemelen yukarıda sunmaya çalıştığım görüşlerden birine bağlısınızdır. Ya “gelenekçiliği reddeden, tamamen kitaba bağlı” birisinizdir, ya da “Şu alimlerin söyledikleri olmadan din olur mu!” diyenlerdensinizdir. Veyahut diğer saymış olduğum teorilerden birine inanıyorsunuzdur. Fakat dürüst olmak gerekirse hangisine inanırsanız inanın, siz aynı kişisinizdir. Dolayısıyla inançsız birini de “cehennem” ya da benzeri bir tehditle uyarmak nafile olacaktır. Bugün ben size “şşt, dinini hemen terk et yoksa Superman seni mahveder” desem benimle muhtemelen alay edersiniz. Evrende tek olmadığınızın, ve inanma-inanmama özgürlüğüne sahip tek kişi olmadığınızın, yarın öleceğinizin ve yaptıklarınızla hatırlanacağınızın farkına vararak yaşayın. Öldükten sonrasını ne siz, ne de ben bilebilirim. Bununla beraber ne kadar inanırsanız inanın, bir şeye çok fazla inanılması, ya da bir fikrin arkasında milyarlarca insanın yürümesi o fikri malesef “gerçek” yapmayacaktır. Asıl bunu kabul etmek “gerçekçilik” olacaktır.

İsterseniz “ya varsa” mantığıyla ticaret yaparmışçasına inanmaya devam edebilirsiniz. Fakat bir Tanrı var ise ve gerçekten sizin düşündüğünüz gibi bir varlık ise (hangi inançtan olursanız olun) o tanrıyı kandıramayacağınıza göre gene “garanticilik” yapmanın bir anlamı kalmayacaktır. Burada size “şuna inanın, buna inanın” demek benim ne vazifem ne de haddim değildir. Tıpkı sizin de olmadığı gibi… Bu yüzden ister inançlı, ister inançsız olun, bu sizin tercihinizdir fakat kimse sizin gibi inanmak zorunda olmadığı için, sizin bile tam olarak bilmediğiniz şeylerin maşası olmayı bırakıp, misyonerlik yapmaktansa hayatınızı yaşamaya bakın derim.

Bu yazıda, bir insanın ne tür inanç şekillerini benimseyebileceği, bunun sebepleri ve felsefesini açıklamaya çalıştım. Bunu yaparken çok sıkıcı olmak da istemedim, çok fazla konuyu birbirine karıştırmak da istemedim. Belki aralarda saçma görünebilecek önermeler bile sundum. Elimden geldiği kadar, belki de hepinizin geçtiği aşamaları özetlemeye veya şu anda olduğunuz aşamaları sorgulamanıza yardımcı olmak istedim. Bazen kendimden yola çıktım, bazen gördüğüm kişilerden. Bazı konuları kısa kısa geçmemin sebebiyse; mesela Spiritüalizm veya Müslümanlıkla, Yahudilikle alakalı ayrıntılı başka yazılar hazırlamış olmamdandır. İlginizi çeken olursa bir göz atarsınız sanırım. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim.

Not: Fikirlerinize ve eklemelerinize açığım. Şimdi, (bana göre) bitirici bir açıklama ile yazıyı sonlandırarak, bahsi geçen birkaç bilimsel proje ve düşünce üzerine bir iki yazımı aşağıya link olarak ekleyeceğim ki merak edenler daha fazla bilgi edinebilsinler. Ayrıca tamamen kendi inancımı ve eleştirilerimi kaleme aldığım “Tanrı Üzerine Sohbet” başlıklı makalemi de profilimden okuyabilirsiniz. O yazı, burada okuduğunuzdan biraz daha ileri seviyedir. Keyifli okumalar…

“Tanrı, kişi değildir, o sırf varoluştur. Tanrı kelimesi yanıltıcıdır çünkü o kişileştiren bir kelimedir. Tanrı tarif edilemez. Zihin tarif edilemeyeni anlayamaz çünkü zihin tanımlamalara ihtiyaç duyar, kesin sınırlamalara…

İşte bu yüzden Tanrı, yani varoluş, zihinle idrak edilemez. ‘Tanrı’ uydurma bir kelimedir, din adamları tarafından icat edilmiş anlamsız bir kelimedir.

Aslında: ‘Tanrı var mı’ diye sormak çok saçmadır. Bilişte olanlar Tanrı’nın varoluş ya da varoluşun Tanrı olduğunu bilir. Mevcudat var olur fakat Tanrı var olmaz. Bir sandalye var olur çünkü sandalye yokluğa gidecektir. ‘Sandalye vardır’ demek anlamlıdır çünkü onun yok oluşu mümkündür.

Tanrı varoluştur. ‘Tanrı vardır’ dediğimizde: ‘Tanrı’ kelimesinden anlamlar türetmeye çalışırız ve bu nedenle de o bir: ‘Şey’ hâline gelir.

Fakat Tanrı: ‘Şey’ değildir, Tanrı bir kişi de değildir. Tanrı kişi değildir çünkü onun zıddı yoktur. Bu nedenle onu hiçbir şeyden sorumlu tutamazsınız.

Sorumluluk, yalnızca kişilik var olduğunda, sorumlu tutulacak biri var olduğunda meydana gelir. Dört yaşındaki bir çocuk mahkemede yargılanmaz çünkü onun henüz bir kişiliği yoktur. Bu yüzden de yaptığından sorumlu tutulamaz. O masumdur, kişilik ve ego yoktur onda…

O sorumlu değildir çünkü sorumluluk egoyla gelir. Varoluşun, Tanrı’nın egosu yoktur. Bu yüzden de o hiçbir kötülükten sorumlu tutulamaz.

Fakat insan zihni çok kurnazdır. İlk önce Tanrı’ya kişilik verir sonra da olan bitenlerden onu sorumlu tutar. İçinde bulunduğumuz yozlaşmanın sebepleri vardır fakat Tanrı, yani bütün bundan sorumlu tutulamaz. Eğer birisi sorumlu tutulacaksa, sorumlu tutulması gereken bizleriz.

Çünkü bu yozlaşmış toplumu bizler meydana getirdik. Sen değişmedikçe; toplum yozlaşmış hâliyle olduğu gibi kalacak. Düzenler değişip duracak fakat yozlaşma aynı hâliyle kalacak.”

https://www.facebook.com/diamondtemaofficial/notifications/

NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.

Okunması Tavsiye Edilen Yazılar:

Bilimsel Proje ve Deneyler:
Zihin, Düşünce ve Hafıza. (Diğer canlılar ile aramızdaki fark)

Beyin, Zeka ve Hafıza İlişkisi. (Beyin Nasıl Çalışıyor?)

İnsan ve Hayvan Klonlama Deneyleri Üzerine

Yapay Hayvan ve İnsan Beyni Yaratma Projesi

İçgüdünün Diğer Nesillere DNA ile Aktarılması Konusu

Özgür bir İradeye Sahip Miyiz?

Dinsel ve Tarihsel Birtakım Yazılar:
Neden Yazıyorum, Neden Tanrı?

Yobaz Dindarlara ve Dinsizlere

Saptırılan Semâvi Dinler

Tevrat (Tanah) İçerisindeki Çelişkiler

Peygamber Enok’un (İdris) Kutsal Kitabı

Sirius (Şira) Yıldızı’nın Tarihçesi ve Önemi

Örtünme Geleneğinin Tarihçesi

Kuantum İlkeleri Üzerine:
Sicim Teorisi (Her Şeyin Teorisi)

Esîr Maddesi ve Mezon Alan Teorisi

Schrödinger’in Kedisi (Süperpozisyon)

Bell Teoremi ve EPR Paradoksu (Dolanıklık)

Matrix Teorisi ve Düşünce Gücü Üzerine

Her Şey Bir, Tanrı Sensin!

--

--

Diamond Tema

Din, Bilim ve Tarih üzerine yazılar yazmaktayım. Ayrıca Youtube adresimiz: https://www.youtube.com/c/diamondtema